Mustafa ORAL
Bir Rüyadan Perde Perde Yükselen Ses
Asır ihtiyarladıkça Kur’an gençleşmektedir. Asrı en iyi tanıyan birinin sesiyle seslenmektedir. Bu ses asr-ı saadette Hz. Muhammed’in (sav. ) rüyalarından, dualarından kâinata yükselmiştir. Bu şekilde Kur’an’ın kırkta biri rüya ile inzal edilmiştir.
Bediüzzaman çağında Kur’an’ın ve Peygamberimizin sesi olmuştur. Ona “Kur’ân’ın î’câzını beyan et” emri bir rüyada gelmiştir. O da o sesi kâinata yaymıştır.
“Îmanın gözüyle ve Kur’an’ın talimiyle ve nuruyla ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın dersiyle ve İsm-i Hakîm'in göstermesiyle” Risaleleri telif eden Bediüzzaman, Hz. Ali’nin (ra) rahlesinde diz kırmıştır. Celceluti’yesinden feyz almıştır. Celcelet kelimesi Bedî ismi demektir. Bedî olan Allah Celcelutiye’de 14 asır önce zamanımızın sesi Bediüzzaman’ı haber vermiştir. Geylani ve İmam-ı Rabbani bu müjdeye şahitlik etmiştir.
Nasıl ki Kur’an kendinden önceki kutsal kitapların ve kıyamete kadar söylenecek kutsi sözlerin hükümlerini toplamışsa onun tefsiri Risale- i Nur da kendinden önceki 120 bin tefsirin hükümlerini toplayarak, onların özü ve özeti olarak, bir üst perdeden o sesleri güncelleyerek kıyamete kadar götürecek bir üslup ile insanlığın karşısına çıkmıştır.
Nasıl ki Peygamberimiz enbiyanın ve evliya, asfiya ve müceddidin özü ve özeti ise Bediüzzaman da evliya, asfiya ve müceddidlerin bir özü ve özeti olarak onlardan devraldığı sesi geliştirerek günümüze ve sonrasına taşımıştır. Bu minvalde gelenekle gelecek arasında köprü olmuştur.
O ümmiyyun, safiyyun ve zatiyyundur. Aşıklardan muhabbet, ariflerden irfan, alimlerden ilim dersi almıştır. Böyle bir tefekkür, tahayyül ve tahassüsün eseri olarak, kendisinin binler müşahadesinden biri olarak fıkıhtan felsefeye, matematikten edebiyata 80 çeşit ilmi cem eden Risale-i Nur ortaya çıkmıştır. Yazın dilinin değişik türlerinde ürünler vermiştir. Bununla beraber “Risale-i Nur’un mesaili ilimle, fikirle ve kasti ihtiyar ile değil, ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtarat ile” olmuştur. İlmi kesbi değil, vehbidir. Risaleler dikte ettirilmiş eserlerdir. Emsallerinde, seleflerinde ve haleflerinde bu özelliklerde birini bulmak neredeyse mümkün değildir.
Risale insana dokunur
Risaleler vehbi olduğu kadar kesbidir de. İlmelyakin, aynelyakin, hakkalyakin mertebesinde nefsi tecrübeleri barındırır. Her kelimesi yaşanarak yazılmıştır. Risale yaşayan ve yaşatan bir dildir. Bediüzzaman görmediği, duymadığı, koklamadığı, hissetmediği en çok da dokunmadığı şeyi yazmamıştır. Öyle olmasaydı Risaleler dünyanın dört bir yanında her türden insana bu kadar “dokunmazdı”.
Bediüzzaman Kur’an’la konuşan, Kur’an’ı, kâinatı ve insanı konuşturan bir insandır. Onun için tefessüh etmemiş her vicdan sonuna kadar onu dinleme ihtiyacı duyar.
O tabir yerindeyse insanı ihya ve inşa eder. İnsanı “insanlaştırır”. Kendine, kâinata ve Rabbine yabancılaşan insanı ehlileştirir. Fabrika ayarlarına döndürür. Fıtrata çevirir. Ahsen-i takvime çıkarır. İnsanı şu kâinat sarayında tekrar “aziz bir misafir” haline getirir.
O klasik müellif, müfessir, müeddip vb. tanımlara uymaz. Risaleler geleneksel dini ve tasavvufi yazın türlerine benzemez. O değişen dünya şartlarında kendi dilini ve türlerini kurdu. Türleri birbirine yaklaştırdı. Kâh müfessir, kâh fakih, kâh feylesof, kâh şair, kâh hikâyeci, kâh romancı, kâh denemeci gibi göründü. Muhakemat’ta akademisyen, İşaratül İcaz’da müfessir, Mektubat’ta fıkıhçı, 19. Mektup’ta hadisçi, Mesnevi’de divan yazarı, Lem’alar’da psikolog, Lahikalarda sosyolog, Kızıl İcaz’da filozof, Talikat’ta mantıkçı, 14. Söz’de şair, Hakikat Çekirdeklerinde mensurcu, Sözler’de öykücü, 25. ve 26. Lem’alar’da romancı olarak göründü. Bu gün her türlü eğilimden insanın okuyor olmasını bu çok kimlikli şahsiyetinde aramak gerekir.
Bediüzzaman yaşayan bir insandı; yazan değildi.
Yarım ümmiydi. Okuması vardı; yazması yoktu. Hüsn-ü hat verilmemişti. Kalemin geçim kaynağı olduğu, hatta “satılık ve kiralık kalem”lerin tartışıldığı bir çağda kalemden, kelamdan medet ummuyordu. Kâinatın yüzündeki hakikati derinliğine okuyabilen bir insan elbet yazarak yaşamaya ihtiyacı olamazdı. Elbette yaşayabilen biri okuyabilirdi. Elbette okuyabilen biri gerçeği yazabilirdi. Yazı kendini yazdırırdı.
Bediüzzaman bir üçgenin içinde dönüp duruyordu. Kur’an okur gibi insanı, kâinatı ve onları Yaratanı okuyordu. Okuduklarını yaşıyordu. Bu hal onu “hallerini” yazmaya sevk etti. Yazılanlar sevk-i ilahiydi. Bu durum okuyanlarda zevk-i ilahi veriyordu. Zira yazı yazdırılmıştı. Dikte edilmişti. Rabbi “yaz kulum” demişti. O da “yaz kardeşim” diyerek Şamlı Barla Sıddıklarının kalbinde Sözler’i yazmıştı.
Risale-i Nur topyekun bir İslam kültür ansiklopedisidir. Dinden dile, ilimden medeniyete uzanan çizgide bir tashih ve tecdit hamlesidir. Klasik birikimi modern kalıplarla tekrar dizayn etme gayretidir. Her Risale İslam’ın bin yıllık birikmiş sorunlarına çare olarak telif edilmiştir.
Peygamberimiz insanlığın tek tek yaşayabileceği sıkıntıları ve güzellikleri tek başına yaşamıştır. Doğmadan önce babasını, çocuk yaşta annesini, sonrasında eşlerini ve çocuklarını kaybetmiştir. Hicreti yaşamış, cihada katılmış, barışa taraf olmuştur. Yoksulluğu en derin şekliyle yaşamış, buna rağmen izzet ve iffetini koruyabilmiştir. Bütün bu özellikleri dolayısıyla âlemlere rahmet olabilmiş, bütün insanlığa hitap edebilmiştir.
Hayatın her alanında herkese hitap eden Bediüzzaman
Peygamberimiz gibi Bediüzzaman’ın da hayatında hizmet, hicret, cihat, hapis, zindan, ilim ve ibadet dengeli şekilde yer alır. Emsalleri, selef ve halefleri genel itibariyle böyle bir tecrübeye tabi değildir. 9 yaşından sonra annesini, 50 yıl akrabalarını göremeden dünyadan göçüp gitmiştir. Diğer âlim ve müfessirlerin çoğundan farklı olarak hicret etmiş; Van’dan Kostruma’ya, Varşova’dan ve İstanbul’a, Trablusgarp’dan Şam’a kadar uzanan coğrafyada, üç kıtada dolaşmıştır. Bu vesileyle farklı dinleri, dilleri, ırkları, düşünceleri, kültürleri ve âlemleri tanıma fırsatı bulmuştur. Bu durum onu bütün insanlığa hitap edecek fıtri, insani ve imani bir dile götürmüştür. Kalplerin sevgilisi, akılların öğretmeni, nefislerin temizleyicisi ve ruhların sultanı olacak bir dünyaya yöneltmiştir. Âlemlere rahmet Hz. Muhammed’e (sav. ) varislik etmiştir. Eğer doğduğu köyde kalsaydı ihtimal ki İşaret-ül İ’caz Risalesini belki 60 cilt yazardı ama Risale-i Nur ortaya çıkmazdı. Nur’ların bu gün dünyanın 190 ülkesine ulaşabilmesini, milyonlarca insanın imanın kurtulmasına vesile olabilmesini bu çok kültürlülükte aramak gerekir.
Bediüzzaman Arapça düşünmüş, Kürtçe konuşmuş, Türkçe yazmıştır. Farsça, Arapça ve Türkçe dillerinde eser vermiştir. 180 mahalli dil (şive) kullanmıştır. Bu minvalde emsalleri ile karşılaştırılamayacak bir dil ve düşünce derinliğine sahiptir. Sözlerinin evrensel bir sese bürünmesinin bir nedeni de bu olmalıdır.
Kur’an’ın muhatabı yediden yetmişe bütün insanlıktı. Risale de Kur’an’ın tefsiri olarak bütün yaşlara ve sınıflara hitap ediyordu. Nursi, Hanımlar ve Gençlik Rehberi, İhtiyarlar ve Hastalar Risalesi, çocuğunu kaybetmişler için Çocuk Taziyanemesi, dertli gönüller için Münacaat Risalesi yazıyordu.
Bediüzzaman türlerin ve cinslerin birbirine yaklaştığı, farklı cinslerin tavır ve kıyafet olarak birbirine benzemeye başladığı, kadınların erkekleştiği, erkeklerin kadınlaştığı, cemalin celale, celalin cemale karıştığı, orta cinsle birlikte orta bir dilin oluştuğu dönemde geldi. Onun için üçüncü bir yol ve dil ile gün yüzüne çıktı. Kâh eril, kâh dişil bir ses ile seslendi.
O celal ile cemal arasında kemal surette karşımıza çıkıyordu. Celal içinde cemali, cemal içinde celali gösteriyordu. Pozitifti. “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır” gerçeğini yedeğe alarak dünyanın ve eşyanın Esma’ya bakan yüzlerine işaret ediyordu. Korku, tehdit, tekfir, tenzil, tahkir, tahrik, hor görme, aşağılama yoktu. Bir gerilim vardı ama bu insanı kendine getiren metafizik bir gerilimdi.
Anıt mezarla değil, anıt eserle anılmak istedi
O görüntü ve yorumsama çağında görünmemeyi ve bilinmemeyi seçti. “Sırran tenevverat”ı, gizli gizli intişar etmeyi prensip edindi. Biliyordu ki çok görünürse “çok görürler”. Alkışı ve nümayişi reddetti. Kendisi ile görüşmek isteyenleri Risale’ye yönlendirdi. Sesini teybe kaydetmek isteyenlere dahi müsaade etmedi. Kur’an hakikatlerine ayna olmak istedi. Anıt mezarlar çağında mezarının gizli kalmasını istedi. Anıt eserlerle anılmak istedi. Bütün bunlar ondaki deruni ve insani ihlasın neticesiydi.
Asır başkalaşmıştı. Herkes dünyaya perestiş ediyordu. Nefisler mabut ittihaz edilmişti. İnsan gün gün merkezinden uzaklaşıyordu. Kendine, imana, insana, kâinata en çok da Rabbine yabancılaşıyordu. Varlığa fahişe muamelesi yapıyordu. “Kullan, at” prensibiyle kâinatı ve Rabbini algılamaya ayarlı latifelerini israf ediyordu. İman ile bağını koparmıştı. Zembereği boşalmış saat gibi hayatını boşa harcıyordu.
Nursi’nin karşısında müthiş bir yangın vardı. Alevleri göklere yükseliyordu. İçinde insan yanıyordu. Birisi o yangını söndürmeye, imanları kurtarmaya koşmalıydı. O da öyle de yaptı.
Asır marizdi. Unsurlar hastaydı. Uzuvlar alildi. Böyle bir zamanda reçete elbette ittiba-ı Kur'andı. O da Kur’an’ın bu asra ve kıyamete kadar gelecek asırlara bakan ayetlerini yeni bir bakış açısıyla tekrar insanlığa haykırıyordu. Eskitilmeye çalışılan “eski yazı”nın yazgıya dönüşmesine müsaade etmiyordu. Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez hakikatlerini güneş misali kâinata haykırıyordu. Değil mi ki iman hem nurdur, hem kuvvettir; hakiki imanı elde eden insan kâinata meydan okuyabilir. O da yepyeni seslerle, suretlerle, türlerle kâinata Kur’an’ın elmas sesini haykırıyordu.
Nar ile nur arasında insan
Kurak bir çağda gelmişti. Çölleşme önce kalpte başlamış, sonra dalga dalga dünyaya yayılmıştı. İmansızlık yangını dünyayı sarmıştı. Latifeler alev alev yanıyordu. Zulmet arttıkça artıyordu. Nurdan halelerde yaratılmış insanlık nar ile nur arasında bocalıyordu. İmana hasret yüreklere su verilmeliydi. Nar, rahmetin misali ve timsali nur yağmurları ile söndürülmeliydi. Zira yağmurun sözü her daim taze ve yeniydi; Rabbinden haber vermekteydi.
O işte böyle ruhların çölleştiği, gönüllerin imansızlık ateşiyle kavrulduğu, umutsuzluğun kapkara bulutlar misali ruhları sardığı bir zamanda yağmur olarak gelmişti. Sözü tazeydi. Kur’an’ın manevi mucizesi olarak kalplere ağıyordu. Bu ağ ruhlardaki imansızlık ağrılarını dindiriyordu. Bir tek eğlencesi ve tesellisi romanlar olan insanlığın kalbindeki düğümleri çözüyordu. Yüreklerinde yağmur başlatıyordu. Bu “Sözler” öyle yeniydi ki bir kısım insanlarda Kur’an yeniden nazil oluyormuşçasına rahmani bir heyecan meydana getiriyordu.
Bu çağda insan ağır hastaydı. Hastalığını kabullenmese de içten içe kendini ayağa kaldıracak tabip arıyordu. Fakat öyle eski zamanlardaki gibi uzun, ağır, meşakkatli ameliyata gelemiyordu. 40 yıla kadar uzayabilen tedaviyi reddediyordu. Hız ve haz çağındaydı. Her şeyi çabuk tüketiyordu. Dertlerine devayı çabucak bulmak istiyordu. Yüksek dozda ilaçlarla ayağa kalkıp hayatını sürdürmek istiyordu. İşte Nursi imansızlık ve umutsuzluk hastalığına düşmüş insanı 40 dakikalık iman reçetesi ile ayağa kaldırıyordu. Klişelere başvurmadan, rivayetlere uğramadan, akıl, kalp, ruh, nefs, sır, latife-i rabbani gibi binlerce hissin ilacını uygun dozda vererek ayağa kaldırıyordu. Nokta atışlarla kuyunun dibinden minarenin tepesine çıkarıyordu. Bir yılda cehaletin zindanından âlimlerin sarayına ulaştırıyordu.
Zaman değişmişti. Sokağa çıkan insan yüzer günahın saldırısına uğruyordu. Aklı, kalbi, nefsi, ruhu yara alıyordu. Böyle bir zamanda her an imanı yenilemeye ihtiyaç verdi. Nursi de Peygamberimizin “İmanınızı 'Lâ ilâhe illallah' sözü ile tecdit ediniz ve yenileyiniz” emri uyarınca ömrünü imanın tecdine vakfetmişti.
Kapitalist bir çağda yoksuldu. “Ekonomi sosyal hayatta yegane belirleyici ilkedir” tezinin savunulduğu, paranın satın alamayacağı değerin olmadığının iddia edildiği çağda iktisat ve şükürle yaşıyordu. Allah’ın ayetlerini az bir dünya menfaati karşılığında değişmiyordu. “Benim ecrim Rabbim katındadır” diyerek dünyaya ve dünyalılara tenezzül etmiyordu. Kendini dünyaya bağlayan kayıtlardan kopuyordu. Yaşantısı üzerinden zikre, fikre, şükre yani rızka yani kalbine çağırıyordu.
Zeyl: Bediüzzaman din, dil, düşünce, medeniyet ve kültürde bütün İslam birikimini yenileyen, bunu imani ve insani bir dil üzerine inşa eden ve onu hayatımıza taşıyan bir münevver olarak karşımıza çıktı. Her daim yeni ve bedi olmasının sırrı buradaydı.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.