Habibi Nacar YILMAZ
İlim Yayma Sohbetleri
Bu sene, Trabzon İlim Yayma idarecisi, çok değerli bilim insanı Fatih Uyar Bey'in davet ve teşvikleri ile "Trabzon Mahmut Celâleddin Ökten Üniversite Öğrenci Yurdunda" perşembe akşamları, dört hafta süren sohbetlerimiz oldu. İkinci dönemde de devam edecek inşallah.
Başta Yurt Müdürü Mesut Çelik ve yardımcısı Bünyamin Kaya Beylerin ve öğrencilerin katıldığı sohbetlerin asıl konusu, "İnsan ve Yaratılış Gayesiydi." Fakat sohbetler boyunca, yine insan merkezli başka mevzular da araya girdi. İlgiyle dinlenen sohbetlerde öğrencilerin bazı suallerini de dinledik. Bizim de ödüllü suallerimiz oldu.
Bu fâkir, her ders ya da değişik zeminlerde sohbetlerden önce, altmış birinci sûre olan Saff Sûresinin "Ey iman edenler, yapmadığınız veya yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?" mealindeki ikinci âyeti aklıma gelir her zaman. Devamı daha bir uyarıcı: "Yapmayacağınız şeyleri anlatmanız, Allah katında çok çirkin bir davranıştır. O'nu hiddete getirir."
Bu âyete, Barla Lahikasında, üstada getirilen bir yemeğin onda ağır bir sancıya sebep olmasından dolayı da yer verilir. Bu sancının sebebini üstad "Sen hem hediye kabul etmiyorum, diyorsun. Hem de bir hediye sayılabilecek, sana gelen bir yemeği yiyorsun." şeklinde izah eder. Bu âyet ve üstadın tavrı, bize lisan-ı hâlin ne kadar hayatî olduğunu ders veriyor değil mi? Lisan-ı hâl, Peygamber Efendimiz aleyhissalatu vesselam'ın da peygamberliğinin ilk ve en önemli delilidir. Peygamber Efendimize daha mucize gelmeden, insanlara kendi doğruluğunu, emanetini ve sıdkını delil olarak gösteriyordu. Bundan daha büyük bir delil olur mu?
Yıllar önce hanemize misafir ettiğimiz bir Japon kardeşimize gevezelik edip bir şeyler anlatmaya çalıştığımızda, Japon kardeşimiz bu fâkire, "Hocam, bana bir şeyler anlatmayınız. İslam'ın ne olduğunu yaşayarak gösteriniz." demesini hiç unutamam mesela. Bu kardeşimizin Türkiye'yi gezip arkadaşlarla görüştüğünü ve gördüklerinden etkilenerek altı ay sonra Müslüman olduğunu duymuştum.
Hedef ve maksat hizmet ise eğer, mesajını anlatmadan önce, onu nefsinde yaşayacaksın ki davetin bu ihlaslı hâliyle bir duaya ve seni dinleyenler de bir çağlayana dönebilsin. Yoksa ağız, ses veren mağaraya; dudakların ise, sesi çıkaran birer oduna döner. Sen de yorgunluğuna baş başa kalırsın.
İhlas da önemli. Başta teveccüh, makam, övgü gibi basit ve anlamsız meyiller de ameli boşa çıkaracağı gibi; tesiri de bulandırır. Bu ihlas, ne büyük bir tecelli ve sır değil mi? İnsanı sıkıcı ve sıkıntılı yüklerden kurtarıyor ve doğrudan nazar-ı İlâhinin beğeni pazarına atıyor. Hayatını sana her nefeste iki defa ödünç veren bir Zât-ı Zülcelal'e teslimiyet ise, firdevsi bir halet-i ruhiyedir.
Yeryüzünün derinliklerine, gökyüzünün serinliklerine dalan insanoğlu; fenlerin de yardımıyla epeyce keşifler yaparak talim-i esma mucizesinin açılımına devam ediyor. Yani yeni isimlerde, cisimlerle tanışma yolculuğu sürüyor. Böylece insanoğlu, Âdem'in(AS) varis-i istidadı olduğunu gösteriyor. Beşerin bu yolculuğu hâlen de devam ediyor ve var olduğu sürece de sürecek.
Fakat bu yolculuğu, doğru ve derin bir şekilde kendinde de yapamadı maalesef. Yani önce kendini, insanı keşfetmesi; kendisinin mahiyet ve manasına derinlemesine inmesi, gerekiyor ki kendini "insan denen meçhul" unvanına sararak raflara kaldırmasın. İnsanoğlu, insanın et ve kemiğinde derinleşti belki. Rüyalarına, bilinçaltına indi. Fakat hâlâ yüzyıllar ötesinden:
"Bu insan dedikleri el, ayakla baş değil,
İnsan manaya derler, suret ile kaş değil."
dizeleri ile seslenen Kaygusuz Abdalların işaret ettiği insanın manasına, gerçekten ne olduğuna bir türlü gelemedi. Belki de meşguliyetinden sıra bulamadı buna. Belki de korkusundan gelemiyor.
İnsan nedir; geçmişi, geleceği, önü, arkası ne ile sarılı; sevinci, endişesi, korku ve hayali ne ile bağlı? Bir müddetliğine ona verilmiş, sonra ondan alınacak olan ruhu, aklı, eli, ayağı aslında kim tarafından ve niçin ona verilmiş? Bunlara doğru bir şekilde yaklaşan, pek görünmüyor.
Belki de korkularından yaklaşmıyor, dedim ya. Bunu, Batılı bir bilim insanının ifadelerine binaen dedim. Diyor ki "Batı geleceği ile yüzleşmek, geleceğini düşünmek istemiyor. Çünkü bundan korkuyor." Elinde şişe, sabah işe, akşam eğlence mekânına; sonra tekrar işe, şeklinde özetlenen; yani insanı, hayvan gibi sadece dört işlemi yapan (ye, iç, yat, dök) posa makinesi gören, basit ağlarla oyalanan, nazarı bir sonraya yani uhrevî hayata miyop kalmış anlayış, akıbeti ile yüzleşmekten korkuyor, çekiniyor.
Şimdi can yakıcı Filistin meselesinde, önce de Afrika çöllerinde ve başka yerlerde, defalarca yırtılmasına ve hakikatinin görünmesine rağmen; Akif'in:
"Maske yırtılmasa, hâlâ âfetti o yüz."
diye nitelediği Batı'nın bu tek gözlü yüzünden, insanı çözmesi, insanın mana ve mahiyetine eğilmesi beklenemez elbette. Şimdilerde bu medeniyetin içinde büyümüş, vicdanlı insanlar seslerini yükseltiyor, hakikate talip oluyorlar. Sevindirici elbette. Ama bu cılız da olsa tamamen vicdan kaynaklı ses, "vahşetlere denk" medeniyetin o çirkin yüzünü perdelememeli.
23. Söz ışığında insanı, insanın saadet ve şekavetine medar nokta ve nükteleri müzakere etmeye bir aylık sohbetlerimizde çalıştık. Bu hakikatleri dinlendirmeye; ayrıca 18. Yüzyılda yaşamış Divan şairi Şeyh Galib'in sekizli dizelerle, altı bend şeklinde yazılmış, bu hakikatlerin şiircesi olan bir terci-i bendini açmaya, anlatmaya çalıştık.
Şairimiz her bendi:
"Hoşça bak zâtına, kim zübde-i âlemsin sen,
Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen."
dizeleriyle bitiriyor.
Şiirin içinde berceste diyebileceğimiz başka beyitler de var.
"Secde-yi fermâ-yı melek,zât-ı mükerremsin sen,
Bildiğin gibi değil, cümleden akvamsın sen."
"İnleyip sırrını fâş eyleme ağyara sakın,
Düşme, bilmezlik ile vartayı inkârâ sakın."
İnkâr vartasının altında, cehaletin yattığı ne güzel ifade ediliyor değil mi? Başka ne olabilir ki?
Başka bir beyit de şöyle:
"Âdeme muttasıl ol, tâ ki cüdâ olmayasın,
Secdeler eyle ki merdûd-ı Hüda olmayasın."
"Merdûd-ı Hüda" olmamak için çalışıyoruz, bütün gayretimiz onun içindir. Öğrenci arkadaşlara "Arkadaşlar, buraya toplanıyoruz, dertleşiyoruz, sohbet edip kitaplar okuyoruz. Bütün bunlar, bu dünyayı iyi bir son, yani imanla terk edebilmek için yaptığımız bir duadır." diyoruz.
Evet dostlar, "insan nedirin" cevabı var elbette. Dört hafta boyunca süren sohbetlerin bir özetini bir yazıda bitirmek zor. Ama Şeyh Galib'in dizeleri şairce bir deyişle özü ve esası veriyor. Bir dahaki yazımızda "Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. Yine onu şan ve şerefli kıldık." âyetleri ışığında 23.Söz'den istifade ile insanı anlatmaya çalışacağız.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.