Mustafa AKCA
Bir Şaşkınlık Sosyolojisi Olarak Fetret
Fetret, kelime anlamı olarak “kesilme, ara verilme, askıya alınma, iki zaman aralığında geçici olarak işlev yitirme…” manalarını ifade eder. Terim anlamlarından hemen hiç biri (İki peygamber arasında şeriatın bozulduğu zaman aralığı, iki padişah arasında padişahsız geçen süre, hükûmet gücünün gevşediği bir yerde düzenin yeniden kurulmasına kadar geçen süre, Hz. İsa (as) ile Hz. Muhammed (as) arasında geçen zaman) şimdilerde neredeyse hiçbir duruma tekabül etmez denilebilir. Dolayısıyla kelime ölü bir kelimedir diyenler olabilir.
Fetret Devri, kimileri için artık “tarihi” bir bilgi ve nitelik taşımaktadır. Ancak, mefhumun tekrar kullanılması için önümüzde bir fırsat olduğu; Müslüman coğrafyanın yaklaşık yüz yıldır yaşaya geldiği sosyolojik durumu ifade edebilecek kabiliyeti bulunduğunu belirtmek gerekir. Hatta şimdiki asrın insanın (sadece Müslümanı için değil) imanî ve islami öncelik ve yükümlülüklerini tarif ederken göz önüne alınması gereken bir kıstas olduğunu söylemek mümkündür. Zira ne İslam fıkhınca üretilen daru'l-İslam ve daru'l-harb mefhumları ne de son zamanda 19.yüzyılla başlayan bir durumu ifade etmek için kullanılan daru's-sulh kavramı Türkiye gibi halkının çoğunluğunun Müslüman olduğu pek çok ülkeyi ifade etmekte yeterli olmamaktadır. Bu kategoriler, Müslümanların muamelat ve yükümlülükleri açısından çok büyük önem arz etmektedir; dolayısıyla bahse konu edilmesi ve fetret kavramının tekrar gündeme gelmesi “ıztırar“ durumuna gelmiştir.
Bediüzzaman’ın zamanımıza özel olarak ortaya koyduğu içtihatlardan biri olan “Fetret durumu” Risale-i Nur’da şöyle anlatılır: “Âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedi'ye (S.A.V.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş… Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya (A.S.) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nev'i şehadet (şehitlik) denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffâret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır, diye hakikatten haber aldım...” (Kastamonu Lahikası, s. 103).
Bediüzzaman burada “fetret derecesinde” diyerek, ıztırar halini ifade eder. Elbette bu makalenin fetret devri Müslümanına fıkıh üretmek gibi bir içeriğinin olmadığı açıktır. Bu tartışmalar ehlinin ajandasındadır ve onların mes’uliyetindedir. Bir fıkıh tartışmasından ziyade, fetret zamanlarında âlem-i İslam’ın yaşadığı “şaşkınlık hali”nden konuşmak bu başlığın çerçevesine uygun düşecektir.
Fetret devrinin Müslümanlar açısında şiddetli ve yıpratıcı geçmesine ve bu durumun çözümünün gecikmesine dair birkaç unsurdan bahsedilebilir. Bu unsurlardan en başta konuşulması gereken, Allahu a’lem, fetret devrinin daru'l-harb durumu olarak değerlendirilmesidir. Bediüzzaman’ın 29. Mektub’taki diyar-ı İslam ve mezar taşları arasındaki münasebete dikkat çektiği paragraflar ile talebelerinden Emekli Yüzbaşı Mehmed Kayalar’ın İşaratü'l-İcaz’da yer verilen ve Diyarbakır Sulh Ceza Mahkemesi makamına hitaben yazılan “Şu aziz vatanın taşları, toprakları, abideleri, kubbeleri, camileri, minareleri, mezar taşları, türbeleri; Kur'an'ın tebliğ ettiği zemzeme-i Tevhidi haykırıyorlar. İman ve Kur'an'ın ezeli nurunu, atom zerratına kadar nüfuz edip ilan ettiği Tevhid hakikatını, hiç bir kuvvet bu vatanın ve bu milletin sine-i pâkinden silemez“ sözleri bu durumu kritik etmek için bir başlangıç olarak alınabilir. Bediüzzaman’ın tasnifinde, görüleceği üzere, Türkiye gibi ülkeler dar’ulharb kavramına dâhil edilmezler. Dolayısıyla daru'l-harb kavramına dâhil edilmeyen bir topluluk ile dâhil edilen bir topluluk arasında muamelata dair bir takım farklılıklar oluşacak; irşad çalışmaları noktasında bir takım öncelikler yer değişecektir.
Bir kısım insanların,Türkiye gibi ezici çoğunluğu Müslüman olan bir ülkeyi daru'l-harb olarak görmelerinin bir yanılgıdan kaynaklandığı söylenebilir. İslam İçtimaiyâtında insanların durum ve davranışlarını belirleyen kategorilerden birisi olan Fetret hali, şeriat kurallarının hiç uygulanmadığı ve şeair-i İslamiyyenin bulunmadığı daru's-sulh veya dar’ulharb durumu ile karıştırılmaktadır.
Bediüzzaman’ın Sekülerleşmeyi anlattığı “…Çoktan beri sukut-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeye sevkeden dehşetli esbab…” (Osmanlıca Kastamonu Lahikası, s. 209) ifadelerindeki sukut-u ahlak ve hayat-ı dünyeviyyenin her tarafta ahiret hayatına tercih edilmesi Müslümanların yoğun olarak yaşadıkları topraklarda yaygınlaşan bir durumu anlatır; diğer kategorilerden çok daha fazlasıyla ‘fetret durumu’nu temsil eder. Müslüman toplumlar; idari ve hukuki yapıları kendilerinden menkul olmayan bir durumda yaşamaya mahkûm olmuşlardır. Özellikle 19. Yüzyıl bu durumun ümmet ölçeğinde örnekleriyle doludur. İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin başı çektiği zamanlarda yapılan “daru'l-islam – daru'l-harb” tasnifleri; Müslümanların ecnebi şeriatı altında azınlık hürriyetine sahip bir durumda dinlerini yaşadıkları durumlar düşünülmeden ortaya konulmuş görüşlerdir.
O zamanlarda kültürler bu kadar içiçe girmemişti ve yaşam alanları birbirlerinden belirgin sosyolojik ve coğrafik olarak ayrışabilir hususiyetler arz etmekteydi. Entegrasyon gibi, birlikte yaşama gibi, heterojen toplum gibi, uluslararası hukuk gibi, paralel ve meridyen halklar gibi, baskın, öncü ve sonradan katılmış kültürler gibi modern devrenin ürettiği sosyolojik toplum tabakalaşmaları o zamanlar hayal bile edilemezdi. Hele Türkiye gibi baskın şekilde halkının Müslüman olduğu bir ülkede şeriat hukukunun ve Müslüman örfünün kaldırılıp laik bir devlet sisteminin, seküler bir hukuk düzeninin ve profan bir bilim ve eğitim sisteminin gelebileceği; Müslümanların buna boyun eğebileceği, hatta buna can atacağı havsalanın alamayacağı bir durumdu.
Malumdur ki İslam Fıkhı “ibadât, muamelât ve ukubât” olmak üzere üç ana unsur üzerinde müessestir. Bugün, Müslümanlar dünya ölçeğinde bir kısım ibadetlerini yapabilmekten; bazı muamelelerini ve şer’an belirlenmiş cezaları uygulamak iradesinden uzaktırlar. Eğitim ve öğretim talepleri çok kısıtlı bir şekilde karşılanmaktadır. Bankalar, bütün dünyayı olduğu kadar İslam ülkelerini de adeta işgal etmişlerdir. Kapitalist sistemden başka çıkar bir yol, farklı bir ticaret şekli bırakılmamıştır.
Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezi; bu bağlamda, Müslümanlar için bir fetret durumunu anlatır. Batı artık herhangi bir meselede geçilemeyeceğine göre (!); hümanist idealler ilahi olanın önüne geçtiğine göre; bundan sonra yeni bir tarih olgusundan bahsedilemeyecektir. Modernist Batılılar için durum tam bir fütüvvet hali arzetmekte iken; Müslümanlar için deyim biraz ağır olsa da dünyevî düzlemde bir hasâret durumunu anlatmaktadır. Aynı zamanda, Tarihin Sonu, yenilmiş unsurlar tarafından bakıldığında bir fetret devrini de ifade edebilir.
Başta Türkiye olmak üzere pek çok memlekette çeşitli şekillerde icra edilmiş Batılılaşma projeleri; fetret devrini derinleştiren ve halkı bu devirde yaşamaya “iknâ” etmekte kullanılan argümanlardandır. Fetret hem tam bir acziyyetin/sömürgeleşmişlik halinin hem de tam bir büyülenmişlik durumunun bütün formlarını içerir.Bu fetret durumunda Müslüman, insanca yaşama hakkını –neredeyse- kaybetmiştir. Fıtratına ecnebi kalan bezirgânlar her tarafta kol gezmektedir. Boyutlarını tam kavrayamadığı bu yabancılaşma; fizik alanını devşirdiği gibi metâfiziğini de mahvetmektedir.
Bediüzzaman’ın Sünühat’ta “O/Avrupa tenvim ile/hipnotizmaya benzer bir şekilde bize telkin eder, biz kendimizden hayal edip, asammane/sorgulama yapamadan tahribimizde/kişiliğimizi değiştirme/kendimizi yok etme yolunda eser-i telkini icra ederiz” sözleriyle anlattığı Müslümanın “edilgen” durumu fetret devri Müslümanına yönelik bir şahsiyet analizi gibidir. Müslüman figürü “asammane/sorgulama yapmaksızın, dili tutulmuşçasına”, tam bir teslim olmuşlukla mütegallib unsurun bütün telkinâtına açık vaziyettedir. Bu telkinâtbasın-yayın, sanat faaliyetleri, tercümeler, moda, diplomasi, eğitim ve öğretim sistemlerinin düzenlenmesi, maddi yardımlar, krediler, çoğunlukla tek tarafın menfaatini gözeten uluslararası antlaşmalar, baskın tarafın güdümündeki uluslararası kurumlar vesaire vasıtasıyla “zor kullanmadan” gerçekleşir.
Onunla “siyaseten başedilemez” bir durum vardır. Bu devirde Müslüman, üniversiteye giden ağabeyleri ile sokak arasında kumar oynayan sabîlerin heyecanını yaşamaktadır Neler kaybettiğini bile anlamadan, kendini bir ‘adam sayılma' havasına kaptırmıştır. Heveslendiği şeyin câzibedâr bir fitne olduğunu bilemeden ortaya imanını koyacak bir hale gelecektir. Ancak, bütünüyle mütegallibenin kavramsal olarak tanımladığı ortamda Müslüman figür için kazanmak da kaybetmek de hüsran olacaktır.
Zira bekâretini kaybeden bir irfan için iki yol vardır: çileli bir esâret ya da intihâr.
Durumun vehametini fark edemeyecek bir halde bulunan Müslüman için üçüncü ve daha karmaşık bir durum da mümkündür. Her ikisini de muhtevi bir duruma düşmek; alacakaranlığa, yani mütegallip unsura âşık olmak… Coğrâfî bir yöneliş değildir bu. Taraflardan birisi için kutsal ve heyecan verici bir aşk hikâyesi anlamını taşıyan bu hâl; diğeri için basit bir taaşşuktan başka bir şey olmayacaktır.
Süreç kaçınılmaz bir surette ilerleyecek, Müslümanın hem zihin yapısı hem vatanı diplomasinin kibarlık sureti takınmış zorbalıkları marifetiyle ele geçirilmeye başlanacaktır. Programın ilk evresinde nefsin önündeki engeller ortadan kaldırılacak; erkân-ı devlet penâhîlerde erkeğinin/mütegallibenin istediği bir evi düzenlemeye başlayacaktır. Teb'â-yışâhâneyi lağım farelerine çevirmek için gerekli her türlü ameliye birer birer şırınga edilecektir. Dirençsizliğin en mühim sebebi olan yeis ve atâlet, bıkkınlık, yenilmişlik ve bunalmışlık halinde iken; ademî olan ne varsa Müslümanın üzerine boşaltılacaktır. İnkılap, reform, değişim, entegrasyon kavramları Müslüman karakterinin kodları olan geleneğin gücünü siyasanın ayak oyunlarıyla kırmaya çalışırken; fetret hali giderek derinleşecektir.
Bunları somutlaştıracak bir iki tarihi örnek vermek faydalı olabilir. Bizim Batılılaşma hikâyemiz “fetret devrinin ilk dönemi”ne iyi bir örnek teşkil eder. Bizler Osmanlının son döneminde çirkin-güzel demeden, Batının tecrübe enkâzından hırsızladıklarımıza yatak odamıza girebilecek kadar bir imtiyâz tanımıştık. Böyle bir imtiyazı verirken bile, bunlar ne işe yarıyorlardı bilmiyorduk. Avrupa Hıristiyanlık marifetiyle Teoloji’yi, Feodalite'yi, ve Burjuvazi'yi tecrübe etmişti. Bunlarsa minarelerin dünyasına yabancı olan şeylerdi. Teknolojide yüzelli yıl gerideysek; ecnebî siyâsasına üçyüz yıllık bir mesafeden bakıyor; Parlamenter sistemi politiğimizde yerleştirmekle Avrupalılaşabileceğimizi çıkarsıyorduk. Hâlbuki ne Leviathan yazarı Hobbes'u, ne Locke'ı, ne Machiavelli'yi ne de Jean Bodin'i tanımıyorduk. Devletin Altı Kitabı'nı da, Sivil Hükümet Üzerine Deneme'yi de okumamıştık. Sormuyorduk,Cumhuriyet neydi, meşveret neydi; bu selâtin-i nâzenin ne yer ne içerdi. Cumhuriyet eğer "adalet, meşveret ve kanunda inhisâr-ı kuvvet"ten (c) ibarettiyse, Osmanlı kendi içinde adı konulmamış bir cumhuriyeti yaşıyordu diyebilirdik. Dolayısıyla, de facto/yaşanan bir olayı sonradan bir bayram havasında ilan edişimizin bu yönden bir önemi kalmıyordu.
Meşrûtiyetin, sonraları demokrasinin güzelliklerini sahiplenmeyip, seyyiâtını nazar-ı itibâra alan dindâr kesim, yarım asır sonra İkinci Abdülhamid'in zayıf istibdâdını mumla arar duruma gelecek; dehşetli bir istibdâd-ı mutlakaya düçar olacaktı. İşte şimdi fetret halinin tam dibini bulmuştuk denilebilirdi.
Fetret devrine sürüklenilirken Müslüman aydın sınıfının nasıl bir savrulmaya uğradığını gözlemlemek bir-iki örnek üzerinden ilginç olabilir. Mesela Kılıçzâde Hakkı Bey, Osmanlı gibi şeriâtla yönetilen bir ülkede, sonradan Cumhuriyet neslinin marşlar söyleyerek hayata geçireceği "fes ve kalpağın kaldırılıp yerine yeni bir millî başlığın getirilmesi, tekke ve zâviyelerin ilgâ edilmesi, yeni bir ahlâk anlayışının yerleştirilmesi, mezheblerin birleştirilmesi, dilde reform yapılması ve kanunlarda rekonstrüksiyona girişilmesi" gibi fikirleri ileri sürebilmişti. Celâl Nuri, Batılıların hiçbir zaman bizlere dost olmayacağını vurguladığı halde, buna rağmen batılılaşmak gerektiğinden dem vuruyordu. Taşköprüzâde'nin Miftâhüssâade'sinde belirttiği « felsefî ilimlerin din bakımından da gerekli olduğu » sözlerine çok sesli bir muhâlefetin işitildiği zamanlardan, Erkân-ı Osmaniyyenin Fransızlardan adâb-ı muâşeret dersleri aldığı yıllara gelinecekti (d).
(a) "Demet demet hayâller / Karışık ve anlaşılmaz rüyâlar". Eski-yeni bir takım hayâllerin ve vehimlerin karışmalarından ibaret olan mânâsız, karmakarışık düşler. Kur'an Yusuf-44.
(b) "İki menzil arasında bir yer"; Mûtezîle ıstılâhında büyük günah işleyenin durumu. İman ve küfür arasında bir yerde kalmak.
(c) Divan-ı Harb-i Örfi, Sh. 63.
(d) "Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi" C.5 sh.148-149.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.