Mustafa ORAL
Bize Mektuplarımızı Okutmuyorlar
Aklım çok karışık. Kalbim dağınık. Benim bu güne kadar hiç kimseye mektup yazmışlığım yok. Onun için Mektubat’ım da, Lahikalar’ım da olmadı. Hâlbuki ne kadar isterdim bir Barla Lahikası yazmayı. Neyse… Sen say ki, bunlar aşk lahikalarıdır, aşk mektuplarıdır. Say ki bu mektupları Hasan Feyzi ve Hafız Ali yazdı sana. Ben kime yazdığımı bilemiyorum. Gâh hayatımın kadını, şakirdesi Hesna Şener’e, gâh hayatımın şairi, şakirdi Hasan Feyzi’ye, gâh kim olduğunu bilmediğim Leyla’ya, gâh kim olduğumu bilmeye çalıştığım Mevla’ya…
bir mayıs
Söze nereden başlayacağımı bilemiyorum. Ne zamandır “Mektuba nereden başlarsam beni en iyi anlayabilir?” diye düşünüp duruyorum. Seninle olan ilişkimizde hemen her zaman sen belirleyici olduğun için, burada da vurgu senin üzerine olursa isabetli olacağını tahmin ediyorum. Ben çok az da olsa kendimden de bahsedeceğim. Ama kendimden bahsederken sadece kendimin sana bakan yüzlerine değineceğim. Zaman zaman ikimizi birer ayna gibi birbirimize tutacağım. Birbirimizin aynasından birbirimizi yorumlamaya ve karşılaştırmaya çalışacağım.
Aşk karşılıklılığı ve karşılaştırmayı kabul etmez şüphesiz. Ne var ki insan bazen her ilişki de olduğu gibi aşkta da bundan kaçamıyor. Bazı karşılaştırma ve tespitlerde bulunurken seni kırmamaya çalışacağım. Yine de bu hassasiyetimi mektubumun tamamında devam ettiremeyeceğimi tahmin ettiğim için daha şimdiden oluşacak tatsızlıklardan ve yanlış anlamalardan dolayı özür dilemeyi üzerime bir borç biliyorum.
Mektubuma şöyle başlamam gerekiyor galiba: “Nereden başlarsam beni yanlış anlamaz... ” (Nereden başlarsam başlayayım beni yanlış anlayacaksın ya neyse. Yanlış anlamasan da doğru anlayamayacaksın zaten. Zira yanlış anlamamak, doğru anlamak anlamına gelmiyor her zaman. ) Bilemiyorum. Belki de en iyisi ilişkimizde ilk defa ben Mustafa Oral gibi olayım ve kafama göre takılayım. Senin kızmanı ve küsmeni takmayayım.
Yazacağım dedin, bir güneş gibi önüme geçtin. Her zaman önümden gitmek hevesinde ve istidadında olan sen, bu mektup meselesinde vaatten öte bir şey yapmadın. Beni heyecana getirdin. “Madem o bana yazacak. Ben de ona yazayım” dedim, başladım mektuba. Günler geçti. Senden ne bir mektup var ne de bir haber. Şimdi ben çırılçıplak kaldım mektupsuz. Sana ben onlarca mektup yazdım. Sen hiç mektupsuz kalmadın. Sen nereden bileceksin mektupsuz kalmanın ne demek olduğunu. Neyse... İşte şimdi dul bir kadın gibi, yetim bir çocuk gibi, şiir kabiliyetini yitirmiş bir şair gibi ortada kalakaldım. Ortada ne sen varsın, ne senden bir mektup, ne de bir haber.
Güya ben, bu mektupla seni sana anlatacağım. Güya sana kendimi anlatacağım. Oysa gölgenin güneşi anlatması ne kadar mümkün; gölgeden hareketle güneşi bilmek ne kadar... Ama bir zaman da olsa gölgede kalan kendini tanımlamak, tanıtmak, hatırlamak ve hatırlatmak zorunda değil midir? Zahir; güneş zaten zahir... Sen benim söylediklerimin dışında ve üstünde bulunmana rağmen, ben senin bildiklerinin içinde, ortasında, tam merkezindeyim. Senin marifet deryanda ben sadece bir damlayım. Ben senin bir damlan olduğumu biliyorum. Kendim için söylediklerimin benim dışındaki şeyler olmasından korkmaktayım. Korkumu ödüllendirmeni umuyorum. Ve şöyle demeni de: Burası korku dergahı değil; varlığın gülden meyhanesi.
Yazmak zorundaydım sana... Çünkü yazarken üzerine yağmur tanesi gibi çisil çisil yağmış gözyaşlı bir mektup ancak anlatabilirdi beni sana, seni bana.
dört mayıs
Zaman zaman söylediğim gibi sen benimle ve bütün kâinatla olan ilişkinde kendine engel olabiliyordun. Ama engeller çoğu kez seni engelleyemezdi; istediğini elde etmene bir şey diyemezdi. Hayat ve içindekilerle olan ilişkinde belirleyici olan hep sendin. İstediğini yapardın ya da yaptırırdın. İstediğini söylerdin. İstemeyince kimse seni söyletemezdi. İstemediğinde kimse sana bir şey söyleyemezdi. Her ikisinde de terazi senin elindeydi. Kalbini nereye yüklesen o yönde değişirdi dengeler. Benim dengim de, dengem de olabilecekken, her seferinde her şeyde olduğu gibi dengeleri hep kendine göre ayarlardın.
Kimileri güneşe doğru yürür, ardında kalırdı gölgesi. Bazıları güneşi ardına alır, önüne düşerdi gölgesi. Bazıları güneş olurdu diğer bazıları gölge. Sen her zaman güneş olurdun. Senin hep gölgen olurdu. Hiç gölge olmazdın. Seninle aydınlanırdı dünyanın bir yarısı. Sen karartırdın dünyanın diğer yarısını. Sen isteyince gündüz, istemeyince akşam olurdu. Sen gelsen cümle âlem ışık bahçesi, gelmezsen bütün kâinat kapkaranlık bir çöldü. Ben senin yanında bazen bir bahçe, bazen bir çöldüm.
Sen arkana güneşi asmış gibi son derece kendinden emin olarak ilerlerdin bu aşk seferinde. Gölgen öne düşerdi. Bana doğru geldiğini sanırdım. Çoğu kere sen bu hissimi ters yüz eden bir refleksle yönünü değiştirirdin de gölgen arkana düşerdi. Sana muhatap olduğumu düşünen ben köprünün yarısında kalmış insan kararsızlığı çekerdim. İleri gitmek isterdim, yol uzun. Geri dönmek isterdim. Bu defa “Bunca aşk emeği heba mı olacak?”, derdim kendi kendime. Zaten gölgen benim hayalimden bile daha hızlı uzaklaşırdı benden. Yine de bu gölgenin beni güneşe çıkaracağını umar, yürür, yürürdüm.
Sen hem güneş olurdun; hem de güneşe göre şekil alırdın. Güneşin sırtını ısıtması gerektiğini düşündüğünde sırtını verirdin. Gölgende kendini tefsir ve test ederdin. Böyle olunca varmayı umduğun yere varabileceğinden daha evvel varırdın. Ben portakal ağaçları dikerdim geçeceğin yollara güneş niyetine. Vardığın, ulaştığın, erdiğin her yerde beni anmanı isterdim. Ardında bir gölge olmaktansa, önünde bir portakal ağacı olmayı öyle isterdim ki. Oysa ben bana, bir portakal ağacı olan bana yüzünü dönmeni beklerken, tenin gökkuşağının yedi rengine dönerdi. Sen hemen güneşe dönüverirdin. Yüzün güneşe dönerdi. Ardında renklerinden mavi bir gölge düzülürdü. Bir denizi bürünürdün; bir denizi giyinirdin. Sana - bir anda kendi içine bakışından deniz fenerine dönen sana - ulaşmak emelinde olan ben bin bir zorluk yaşardım. Senin için uyarladığım bin bir buluşma masalı kahramansız kalırdı. Masal sanki başka bir düğünü anlatırdı. Sen güneşe varırdın bir gelin gibi. Denizin bana kalırdı. Sen güneş olurdun; güneşin olurdun. Sen peşindeki denizin güneşi olurdun. Sen güneş olurdun; ben sönük ve sinik bir sis olurdum.
Senin anlayacağın hayallerde, rüyalarda, mektuplarda hep sen belirleyen, ben ve bütün kâinat belirlenen olurduk. Sen güneş; ben ve kâinat sönük bir gölge ardında.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.