Habibi Nacar YILMAZ
Çantamdaki mektup
Özellikle liselerde muhatap olduğumuz gençlere, "Arkadaşlar, bu anlatacaklarımızı ilk duyacak, şaşıracak ve daha önce niye duymamıştım diye hayıflanacaksınız." şeklinde başlayan konuşmalarla özellikle 1., 4. ve 23. Sözler'den derlediğimiz hakikatleri esprili ve hazmı kolay şekilde aktarmaya, onların hayretlerini harekete geçirmeye çalışıyoruz.
Ülfeti (alışkanlıklarımızı) ilim zannederek, nice güzelliği, sanatı, mucizeyi atlayıp görmezden gelen bir nazarımız (bakışımız) var. Bu, bizde olur da gençlerde olmaz mı? Hem de fazlasıyla. Geçenlerde süt fabrikaları denen tesislerin bol olduğu ilçedeydik. Halbuki bu süt fabrikaları dediğimiz tesisler, süt üretmiyordu. Sadece sütü yağ, peynir, yoğurt gibi hazır gıdalara çeviriyorlar. Onun için bunlara ancak 'süt işleme tesisi' denebilirdi. Asırlarca uğraşan insanlar koyun, keçi, inek, deve gibi ürettiği sütten habersiz mübarek hayvanlardan aldıkları bu latif gıdayı incelemiş; mahiyetini, faydasını çözerek tüketmeye başlamıştı. Devamında ise, onu başka gıdalara çevirmeyi denemişler. Böylece sütü işleyen tesisler kurmuşlardı. O zaman süt fabrikaları, diğer yönüyle 'süt çeşmeleri' ismine, ünvanına ancak bu mübarek hayvanlar layık olmalıydı değil mi? Tırnak ve kemiklerinden gübrelerine kadar hiçbir ürünü israf olmayan bu hayvanlar, belki de bu keyfiyetlerinden dolayı mübarek ünvanı almışlardı.
Gençlere bunu anlatınca, hayret ediyorlar. Hiç böyle bakmadıklarını ifade ediyorlar. Bırak gençleri, köyünde üç inek besleyen bir değerli abimize, 'fabrikatör' olduğunu zor anlatabilmiştim bir zaman.
Hayretimizi kaybettik evvela. Basit beşerî sanat ve işleyişlere hayret edebiliyoruz. Fakat "bütün akılları hayrette bırakan şu intizam-ı âlem ve geniş rahmeti" hayrette, çok yavan ve eksik kalıyoruz. Kâinat kitabına hayret ve ibretle, fikret ve hikmetle mütalâada alışkanlıklarımıza teslim oluyoruz. Hayretimizi, birbirimize gösteremiyoruz. Bunu kaybeden insan da neticede Rahmet-i İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmiyor. Etmez de. Rahmeti, hediyeyi, iltifatı, kendine olan ikramı fark etmeyen, edemeyen insan kime teşekkür edecek? Niçin etsin sonra? İhsan ve ikramların farkında değil. Mahcubiyet hissetmiyor ki. Nimetlerle sarılı olduğunun farkında değil ki bir kere. Bunu anlatıyoruz hususen gençlere. Konuşma bitmeye yakın "Hocam, lütfen devam ediniz." arzularından fıtrata dokunduğumuzu fark ediyoruz. Yani fark etmek istiyor aslında. Birilerinin ona bunları hatırlatması lazım. Hem de güçlü ve akla dokunacak şekilde. Akla dokunmak önemli. Akıl ikna olacak ki hayret edebilsin. Sonra kalbe yönelmeye dönsün bu hayret Akıl adamakıllı ikna olmayınca, bakışlar hayrete, ibrete, hikmete dönmüyor.
İşte, gençlerle buluşmalarımızda, bu hayreti tetiklemek ve pratiğe dökmek için çeşitli tarzlar, uygulamalar denemeye çalışıyoruz. İyi de oluyor gerçekten. "Masnuatta hiçbir eser yok ki çok mânalı bir lafz-ı mücessem olmasın, Sâni-i Zülcelâlinin çok esmasını okutmasın." Yani kainatta her şey, Allah'ın bize yazdığı bir mektup, gönderdiği âyettir. Bunlarla Kendini bize tanıtmak ve sevdirmek istiyor. Bu cümleden yola çıkıp buradaki mânayı anlatmak için çantamıza bir meyve, çoğu zaman da bir mandalina koyuyoruz. Bunu, daha konuşmanın başında gençlere "Çantamda bir Padişaha ait mektup var. Ben unutabilirim. Siz unutturmayın ve bu mektubu çıkarıp birlikte okuyalım." diye ilân ediyoruz. Her on dakikada gençler, merakla "Hocam mektubu unutmayalım." diye beni ikaz ediyorlar. Böylece merakları ve mektuba iştiyakları diri tutulmuş oluyor. Aynen nurlardaki gibi, nazarî bilgilerden çok olay ve kişiler üzerinden anlatmaya çalıştığımız hakikatlerin hazır hale getirdiği gençlere, belki ömür boyu unutamayacakları bir mizansen ile yani bir tören havasında, çantadaki Kudret'in mandalina mektubunu çıkarıp oradaki tecellileri seslice ve birlikte okuyoruz.
Yaratılışındaki Halık ismini, çekirdekten çıkışındaki Fettahiyeti, rızık olmasında görünen Rezzakiyeti, güzelliğinde kendini gösteren Cemil'i ve bu mektubu yazabilmesi için bütün kâinatın el ele, baş başa vermesindeki Vahdeti, bunun bir özet olmasındaki Ehadiyeti anlatmaya çalışıyoruz.
Bu ve bunun gibi binlerle sanatkârane yapılmış ve yazılmış mektuplarla kendini bize bildiren, tarif eden, sevdiren Zât'ın bir maksadı, bize anlatmak istediği ve bizden bir arzusu olmaz mı? Nedir bu? Onu bilmek, tanımak ve hürmetle bildiğimizi, tanıdığımızı bildirmek. Bunu anlatıyoruz.
Kesrete dalmış, zihni dağılmış ve tamamen dünyevîleşmiş bir zihin, nasıl uyanacak? Yaratılış gayesini nasıl düşünecek? Bu mânaları insana anlatan, hatırlatan bir zemini kaç kişi ne kadar elde edebiliyor? Bırak elde etmeyi, elde edenlerin kaçı, muzır fikirlerin pençesinden kendini kurtarabiliyor? İşte son intihar hadisesinde de gördük ki mânevi steril ortam da yetmiyor. İğnenin deliğinden deve geçirmek gibi zor hâller var. Özellikle gençlik bunlarla iç içe. Bu buluşmalarımızdan bir daha anlıyoruz ki dinin uzağından, dindarına kadar nurlara çok ihtiyaç var. Mesele, bunu hissetmek ve çare üretilmekte. Yani bizde. Lâf yetiştirmek yerine, çare üretebilmekte.
Evet dostlar, bunları birer örnek olsun diye anlatıyorum. Yoksa malumatfuruşluk faziletfuruşluk olsun diye değil. İnanın her cümlesi bize yeni ufuklar açan Risale-i Nurlar tek çare gibi görünüyor. "Şöyle okunsun, böyle ders yapılsın." gibi çok da önemli olmayan meselelere enerji sarf edeceğimize, bu hakikatler insanlığa nasıl ulaştırılır üzerinde durmamız, biraz sancı çekmemiz gerekiyor. Hakkıyla bilsek keşke.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.