Cemaatler arasında sınır kalkıyor
Eğitimci-Yazar, Dost TV programcısı Seyfettin Bulut'la yaptığımız röportaj
Röportaj: Nurettin Huyut-Risale Haber
Foto: Fatih Karaşahan
II. BÖLÜM
BEN DE ERGENEKON MAĞDURUYUM
Köln’deki programın konusu neydi?
Köln’deki programın konusu: “İnsanlığın Problemlerine Risale-i Nurdan Çareler.” idi. Benim konum “Küresel Kriz”, yani Risale-i Nur ölçüleri ile Küresel Kriz nasıl aşılır?
Özetle şunları anlatmaya çalıştım: İnsanlık tarihinde ekonomiye iki bakış var biri “Karunca bakış” diğeri “Süleymanca bakış.” Risale-i Nurda ikisine de yer veriliyor. Bu iki bakışı karşılaştırmaya çalıştım.
Karunca bakışta “innema utituhu ela ilmihi” vardır. Yani, kazandıkları serveti kendi ilmine mal ediyor. Süleyman (AS) ise “haza min fazli Rabbi” diyor. Yani, “bu rabbimin fazlındandır” diyor. Üstadın da çok sevdiği ve çok yerde istimal ettiği bir cümledir.
Yani Süleymaan (AS) kendisine verilenlere, “Rabbim beni bunlarla deniyor. Acaba şükredecek miyim? Yoksa inkâr mı edeceğim?” gözüyle bakıyor.
Bugün insanlığın bakışı “karunca” bakıştır. İşte bu bakış kriz doğuruyor. Aslında kriz diye bir şey yok, çünkü Dünya Gıda Teşkilatı’nın raporlarında da belirtildiği gibi yapılan istatistiklere göre herkese yetecek kadar bol gıda var. Herkesin barınacağı kadar geniş yer var. Peki, kriz nerden çıkıyor. Tamamen bizim aç gözlülüğümüzden ve ihtiyacımızdan fazlasını saklamamızdan, hırsla hep biriktirmemiz, mutluluğu “almakta” görmemiz, malda mülkde görmemizden kaynaklanıyor.
Aslında “vererek” daha mutlu olabileceğimizi düşünemiyoruz. Bencilce mutluluğu “almakta” ve depolamakta görmemiz bu krizi doğuruyor. Bunu körükleyen de zaten faiz politikaları ve zekâtın ihmalidir.
Bu tür programlar gördüğümüz kadarıyla bizbize oluyor. Almanya’da da olsa oradaki Müslümanlara yönelik oluyor. Hıristiyan olanlara bu hakikatleri nasıl anlatabiliriz, onların dikkatini bu eserlere nasıl yöneltebiliriz? Bunun için neler yapılabilir?
Bu konuda gerekli gayret göremiyorum maalesef, o boşluğu biz de oralarda hissediyoruz. Hatta ben oradakilere sordum Avrupa büyüklerinden nakledilen ve Risale-i Nur’a alınan Prens Bismark ile Mister Karley gibi Avrupa filozoflarının medihkarane sözleri var. Bir asır önce söylenmiş sözler. Bu asırda benzeri insanların, büyüklerin sözleri yok mu diye..
Bana verdikleri cevap, “maalesef bu kabil dahi insanların benzer sözlerine rastlamak mümkün değil” oldu. Yok yani
Oysa ben beklerdim ki, her gün bomba gibi bir haber çıksın, ama tık yok. Demek ki, oralarda bu meselelere kafa yoran insan çok az. Hatta orada öğretmenlik yapan arkadaşlara da sordum “dini meselelerde konuşabildiğiniz tartışabildiğiniz veya hak dini merak eden yok mu?” diye ona da yok cevabı aldım. Yani Avrupa maneviyata karşı hayli kapanmış. Maddiyatla darlaşan kafalar, maddeden başka bir şey düşünemeyen kafalar, merak hissi körelmiş arayışa girmeyen bu insanların intibaha gelmesi için sanırım onları sarsıcı faaliyetler lazım ki, onların dikkatlerini çeksin.
Ama bu gibi faaliyetlerin olduğu söylenemez, Müslümanlar kendilerine yönelik çalıştıkları için bu olmuyor. Olması lazım. Düşünülmesi lazım.
Dost TV’de programlar yapıyorsunuz, bunlarla ilgili ne tür geri bildirim alıyorsunuz? Dinleyicilerin tepkileri nasıl oluyor?
Biz tepkileri gittiğimiz programlarda görüyoruz, bir de sokakta, Metroda bizi tanıyanlar oluyor. Onlarla karşılaştığımızda bize programları beğendiklerini izlediklerini ve çok istifade ettiklerini söylüyorlar. Mesela az önce programdan çıktım. İstanbul’dan bir bayan aradı, Çamlıca’dan, programı izlediğini söyledi ve teşekkür etti. Ayrıca kendi program adreslerimize mesajlar alıyoruz.
Programlarımız sözel ve içerik olarak ağır olduğu halde, aslında bu programlarımızın çok daha iyi bir hale getirilmesi lazım, buna rağmen beklentimizin çok üzerinde ilgi ve alaka görüyoruz. Demek ki, insanlar bu tarz programları istiyor ve arıyor. Hem anlaşılıyor ki, hiçbir hizmet karşılıksız kalmıyor.
Bir de sizin “İşte Benim Güllerim” diye bir kitabınız bulunuyor. O kitabın ilginç bir hikayesinin olduğunu biliyorum…
Ergenekon’la alakalı bir durum (gülüşmeler)
Hem de güncelmiş?
Daha önce Cennet Çocukları diye bir kitabım çıkmıştı. O kitabım bir cihetle 17. Mektubun (Çocuk Taziyename’sinin) bir şerhi anlamındaydı. Genel olarak çocuğu ölen ailelerin hikâyelerini içeriyor. Anne babaları teselli için yazılmış bir kitap.
İçindeki hikâyelerden biri Gölcük depreminde çocuğunu kaybeden bir subaydan bahsediyor. Aslında hikayede kimseye dokunduracak bir şey yok ama nedense dokunmuş. Ve Milli Eğitim bakanlığı ile Adalet Bakanlığına Yaşar Büyükanıt’ın Genel Kurmay 2. Başkanlığını yaptığı bir dönemde onun imzasıyla bir şikâyet dilekçesi gitmiş. Günün Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu da bu dilekçe üzerine Müfettişler gönderdi.
Bu anlattığım olay 2000 yılında cereyan etmiş bir olay. Milli Eğitim Bakanlığından sonra Adalet Bakanlığı da kitap hakkında Bakırköy Ağır Ceza Mahkemesinde dava açtı.
Gelen müfettişler kitabı okudular ve bana ceza verdiler ama görevden ihraç etmediler. Rapor Bostancıoğlu’na gidince Bostancıoğlu bunları çağırıyor ve onlara baskı yapıyor. 657 sayılı kanuna göre işlem yapmalarını (ihraç edilmemi) istiyor. Bunun üzerine aynı müfettiş bir yeni rapor daha düzenliyor. Müfettiş raporunda Bakana çıkışıyor ve “benden farklı bir rapor istemeyin ben daha önce raporumu verdim yeni bir işlem yapamam” diyor. Burada şunu ifade etmeliyim bu müfettiş düşünce olarak Sosyal Demokrat bir insan.
Bunun üzerine Bakan yeni iki müfettiş daha görevlendiriyor. Bu defa onlar incelemeye aldılar beni Yüksek Disiplin Kuruluna verdiler, orada iki saate yakın sözlü ifade verdim. Ancak yine de beni görevden ihraç ettiler.
Kitapta gerçekten askere hakaret içeren bir şey var mı?
Yoktu elbette. Zaten sonunda bu davaların hepsinden beraat ettim ama onlar öyle yorumlamışlar.
Hikâye şöyle: Ben Dost Fm’de program yaptığım dönemde birinden bir mektup aldım. Subaylardan biri yazmış, ölen kızı ile ilgili gördüğü farklı iki rüyanın tabirini istiyor. Birincisinde kızının kendisine tespih uzattığını, diğer rüyasında da kendisinden küsmüş gibi davrandığını ve konuşmadığını görüyor.
Ben bunu yazarken şöyle bir yorum yapmıştım. “Rüya tabirinden fazla anlamam ama bu rüya açık zaten, sizin maneviyata dönmeniz için bir çağrıdır.” Şimdi bunu okuyan ordu mensupları bu cümleden şöyle bir mana çıkarıyorlar. “Sen bunu söylemekle Türk Askerini maneviyattan uzak göstermişsin.” Yani suçlamalardan biri bu idi, diğerleri de buna benzer suçlamalardı.
Gelen ikinci müfettiş gurubu beni iki saat dinlediler, normalde kimseyi bu kadar uzun dinlemezlermiş ama beni dinlediler. Hemen karar da veremediler. Tam dört ay sonra karar verdiler. Gelen karar “ihraç”
Biz bunu İdare Mahkemesine götürdük. Tabii olarak İdare Mahkemesi hemen geri çevirdi, reddetti. Milli Eğitim Bakanlığını haksız buldu.
Ayrıca, Adalet Bakanlığının açtığı davada da berat ettim. Böylece o konu kapanmış oldu. Ben o günleri gün gün kaydettim ileride romanlaştırırım diye, adını da “Ergenekon baskısından bize düşen PAY” diye koymak istiyorum. Bakalım Allah nasip ederse yazacağım.
“İşte Benim Güllerim” kitabını onun üzerine mi yazdınız?
Evet, güllerim kitabının hikâyesi ise şöyle; beni ihraçtan önce açığa almışlardı. Açığa alınmamla ilgili yazı idareden önce yanlışlıkla bana gönderilmişti. Yani, ben idareden önce öğrenmiştim. Bunu kendilerine götürdüğümde “bize yazı gelmeden biz işlem yapamayız sen yazı gelene kadar görevine devam et” dediler.
Bunu üzerine ben o dönemde girdiğim sınıflara “beni bir öğretmen olarak nasıl bulduklarını, onlara yaklaşımımı, beni nasıl yorumladıklarını isimsiz olarak yazmalarını istedim.” Çünkü, bana göre “bir öğretmenin en iyi müfettişi öğrencisidir.” Onlar da benim bu isteğimi yerine getirdiler. Ben bunu yaparken kitaplaştırmayı düşünmemiştim. Ama, yazdıklarını okuyunca kitap olmaya değer olduğunu gördüm ve daha sonra bunu kitap yapmaya karar verdim.
Hatta o kitabımın yayınlanmasından sonra bazı gazeteler bunu haber yapmıştı. “Milli Eğitim Bakanlığının cezalandırdığı öğretmeni öğrencileri akladı” diye. Olay bundan ibaret.
I. BÖLÜM
İki programda konuşma yapmak üzere Almanya’ya gitmiştiniz. Katıldığınız programlar hakkında bilgi verir misiniz?
Almanya’ya dördüncü gidişim oldu önceki yıllarda da katılmıştım. Bu yıl iki defa gitmiş oldum. Mönchengladbach’ta bununla yedincisi yapılmış oldu. Programa Abdullah Yeğin, Mehmet Fırıncı, Prof. Ahmet Akgündüz katıldı. Geçen yıl yapılan benzeri programa Abdulkadir Badıllı da katılmıştı, bu yıl sanırım işlerinin yoğunluğundan dolayı gelemedi.
Program 1000 kişilik bir spor salonunda gerçekleştirildi. Öğle ile ikindi arasında yemekli yapılıyor.
Programları kim veya kimler düzenliyor?
Bu programları resmi bir kuruluş düzenlemiyor. Abdullah Yeğin abinin irtibatlı olduğu Nur talebeleri düzenliyor. O nedenle Abdullah Yeğin abi özellikle katılıyor.
Programın konusu Risale-i Nur’da Resul-i Ekrem (ASV) idi. Peygamberimizin çeşitli yönleri Risale-i Nur’da anlatıldığı şekilde dile getirildi.
Bu çerçevede benim konum “Kainatı Okuyan Peygamber” idi. Baharı yaşadığımız bu dönemde tefekkür etmek için materyal bol o nedenle kafamda hep tefekkür ile ilgili konular var. Bu sebepten “Kainatı Okuyan Peygamber” konusu çok iyi oturdu. Mesela, Kur’an’ın ilk ayeti “Yaratan Rabbinin adıyla oku” emrinden sonra, yani ilk vahiyden sonra Peygamberimiz (ASV) bu emre uymak için gidip okuma yazma öğrenme çabası içine girmedi. Demek ki, burada ki, “oku” kelimesini bizim anladığımız manada anlamadı. Gelen emre muhalefet etmeyeceğine göre o emri şöyle anladı. “Rabbinin yarattıkları üzerinde düşün tefekkür et.” Zaten bu ayet de tefekküre çağıran ayettir.
Peygamberimizin tefekkür yönü aslında İslamın temelidir. Hatta temellerin atılacağı düşünce kazılarıdır.
Bu düşünceyi daha iyi anlamak için ben bina misalini veriyorum. Malum bir binanın temellerini hakaik-ı imaniye, duvarlarını hakaik-i İslamiye, çatısını ahlak oluşturuyorsa bu binanın temellerinin oturacağı sağlam zemini bulmak için yapılan kazı, hafriyat da tefekkür oluyor.
Yani her şeye mana-i harfi ile bakmak, her şeyi Rabbi adına görmek yani kısaca tefekkür etmek o binaya temel kazısı yapmak oluyor. Peygamberimiz de dinini yayarken buradan başlamış, insanların aklına hitap edip onları düşünmeye ve tefekküre davet etmiş.
Biz kendi binamızı kendimiz inşa edeceğimize göre tefekküre önem vermeliyiz. Malum hepimiz insan olarak doğuyoruz. Aslında bu şu demektir “biz insan olmaya aday doğduk” demektir. Görüntümüz insan ama biz insan olamayabiliriz. İnsan olma potansiyeli bizde var. Ama o potansiyeli işletmemiz gerekiyor. O insani değerleri kendimizde kendimiz inşa etmemiz gerekiyor.
Mesela Bediüzzaman şöyle dior:
“Dünyada sana ait çok emirler vardır. Amma ne mâhiyetlerinden ve ne âkıbetlerinden haberin olmuyor: “Biri deinsaniyettir. Bu ise, zeval ve beka arasında mütereddittir. Dâim-i Bâkînin zikriyle muhafazası lâzımdır.” (Mesnevi-i Nuriye sh. 101) diyor.
Yani insan kaybedebilir de, insaniyetini bakileştirebilir de. Bir de düşündüğün mertebe de önemlidir. Yapacağın binayı iki katlı düşünüyorsan temel derinliğini iki metre kazman yeterli olabilir. Ama, yirmi katlı bir binaya iki metre temel yetmez. Elbette ona uygun temel kazacaksın. İnsaniyeti Kübra mertebesine çıkmak istiyorsan tefekkür kazılarını derin kazman gerekir. Peygamberimiz öyle yapmış ve öyle yapmayı da Müslümanlara öğretmiş. İşte sunumumda ben tefekkürün bu yönünü ele aldım.
Dinleyiciler genellikle Türklerden miydi?
Evet çoğunluk Türklerdendi.
Almanya’ya dördüncü gidişiniz olduğuna göre oradaki hizmetleri az çok görmüşsünüzdür. Oradaki hizmetlerle ilgili faaliyetlerden bahseder misiniz? Gelecek için ümit verici daha ne tür faaliyetler gerçekleştiriliyor?
Yapılan organizenin bir takım eksikliklerine rağmen müfritane irtibatı sağlaması yönüyle bakıldığında sadece bu organize bile bana göre çok şey ifade ediyor. Bu nedenle çok iyi olmuştur.
Katılımcılar sadece Almanya’dan gelmemişlerdi. AB’ye üye bir çok ülkeden de gelenler vardı. Mesela Belçika’dan, Hollanda’dan, İsviçre’den, Fransa’dan gelenler vardı. Senede bir defa kaynaşma, toplanma, bir araya gelme, birbirini görme ve hasret gidermeye vesile oluyor. Bunu orada müşahade ettik her seferinde de ediyoruz.
Programa gelenler daha çok Nur talebeleri mi?
Gelenleri yakından tanımadığım için bu sorunuza sağlıklı bir cevap veremeyeceğim. Ama genel olarak gördüğüm kadarıyla bu tip programlara herkes katılıyor. Zaten bu problem aşıldı diye düşünüyorum. Yani bu sevindirici bir gelişme eskiden olduğu gibi cemaatler arasında kalın duvarlar yok artık. Nasıl ki, AB’de bütün ülkelerin arasındaki sınırlar kalktıysa, bugün cemaatler arasındaki sınırlarda kalkmış bulunuyor. Artık o sınırlar yok, olmamalı da.
Bu durum sadece yurt dışı için mi geçerli? Yoksa yurt içi içinde mi geçerli?
Evet, yurtiçi için de geçerli. Hatta yurt dışında bu durum daha katı, sınırlar daha keskin ama yurt içinde daha gevşek ve daha esnektir. O nedenle Türkiye onu daha erken aştı diyebilirim. Çünkü dünyada meydana gelen gelişmeler bir ülke ile sınırlı kalmıyor. Bütün dünyayı etkiliyor. Dolayısıyla bu gibi gelişmeleri artık engellemek mümkün değil.
Tek çatı altında toplanmak zaten mümkün değil hem lazım da değil, Üstadın dediği gibi “caiz de değil” ama maksatta birlik olabilir/olmalıdır.
Mesela ben kitap imzalarken biri bana “neden bu kadar bölünme olmuş, bir sürü farklı guruplardan insan var.” Ben de ona cevaben dedim ki, “bir ağacın neden çok dalları var?” Ben böyle deyince şaşırdı. “Çok dal çok meyve demektir, bir ağaç büyüyünce nasıl ki, dallara ayrılır öyle de bir cemaat veya bir fikrin mensupları çoğalınca dallara ayrılır. Bu hal fıtridir. Ağaç büyüyünce dallara ayrılır ama aynı köke bağlı oldukları için zararı olmaz, aksine bu bir zenginliktir. Nurcular çoğalınca haliyle birçok kısma ayrılmışlar. Bu ayrılığın zararı olmaz daha çok meyve demektir. Yani böyle bakarsan bunun zararı olmadığını görürsün.”
Sizin bu anlattığınız anlamda bir durumla karşılaştığınız oldu mu? Yani tüm gurupların iştirak ettiği bir programa katıldığınız oldu mu?
Bu soru zor ama güzel bir soru. Benim hemen her hafta katıldığım programlar var. Bunlar içinde özellikle Dost TV’nin düzenlemiş olduğu programlarda bunu bariz bir şekilde görmeniz mümkün. Yani bu programlara sadece Nur talebeleri katılmıyor, tasavvuf ehli olan diğer gurupların mensupları da katılıyor. Kısacası dindar ve mütedeyyin diyebileceğimiz her insan katılıyor. Her guruptan katılmalar oluyor. Dost TV kendi programlarında bunu sağlamış diyebilirim.
Dost TV’nin yayın politikasının bu gelişmede katkısı var diyebilir miyiz?
Cemaatler arasındaki sınırların kalkmasında sadece Dost TV’nin değil elbet dediğim gibi dünyadaki gelişmelerin büyük etkisi var. Dünyadaki gelişmeler bizi buna zorluyor. Avrupa’da utanç duvarlarının tarihe karıştığı, sınırların resmen kalktığı bir dönemde buna karşı bizim direnmemiz mümkün değildir. Aksine buna bizim öncülük etmemiz lazım.
Mesela Üstad bu konuda şöyle diyor: “Muhabbet-i din saikasıyla teşekkül eden cemaatlerin iki şartla umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz.
Birinci şart: Hürriyet-i şer'iyeyi ve âsâyişi muhafaza etmektir.
İkinci şart: Muhabbet üzerinde hareket etmek, başka cemiyete leke sürmekle kendisine kıymet vermeye çalışmamak; birinde hatâ bulunsa, müfti-i ümmet olan cemiyet-i ulemâya havale etmektir. (Hutbe-i Şamiye sh. 104)
Yani burada Üstad kendisi bizzat bu şartları taşıyanlarla beraber olmayı kabul ediyor da bize ne oluyor ki, hem, dünya dediğim gibi buna doğru gidiyor.
Yani cemaatler başkasını kötülemekle bir yere varamaz, muhabbeti esas almak ve hürriyetçi olmak zorundadır. Öyle olanlar yücelecek ve yükselecektir. Biz de böyleleri ile her zaman ittifak kurmaya hazırız.
Dünyadaki hürriyet akımları cemaatlere de sirayet etmiş bulunuyor. Cemaatlerdeki tek kişi hakimiyetini kırdı. Yani daha önce şahısların istibdadı bu kaynaşmaya engel teşkil ediyordu. Bugün eskisi kadar cemaat liderleri cemaatlerini tesirleri altında tutamıyorlar. İstedikleri gibi kontrol edemiyorlar. Zaten kontrol etmeleri de mümkün değil. Artık meydana gelen gelişmeler buna engeldir.
Zaten bütün ayrışmalar üst tabakada oluyor. Alttakilerin bu anlamda fazla bir derdi yok. Üstü körü körüne taklit edenler altta bunu devam ettiriyorlar. Yoksa geniş düşünenler bu durumdan çok çabuk kurtulabiliyor.
Bu durum zamanla üst kademedekileri de etkiler mi?
Zaten etkiliyor. Mesela gittiğimiz bu programda olduğu gibi birçok programda artık ağabeyler cemaat farkı gözetmeden katılıyorlar.
Bu gelişme takdire şayan olmakla birlikte herkesin arzuladığı ve beklediği şey sanırım yakın gelecekte tahakkuk edecektir. Bu birliktelik biribirinin programlarına katılmakla sınırlı kalmayacak, daha ileri gidecek ve cemaat temsilcilerinin katıldığı geniş meşveret ortamlarında ortak faaliyetler gerçekleştirilecektir. Belki bir üst çatı altında toplanma fırsatı yakalayacaklar. En büyük arzu ve beklenti budur sanırım siz bu konuda ne dersiniz?
Evet, haklısınız. Yani içişlerinde serbest dışa karşı ortak stratejiler geliştirmek, ortak projeler üretip birlikte yapmak gibi. Olabilir neden olmasın? Çok doğru söylediniz bunun olması lazım, buna ihtiyaç var.
Tekrar programa dönelim isterseniz.
Evet, bahsedeyim. Mönchengladbach’taki programdan sonra Köln’e geçtik oradaki program daha düzenli idi. Büyük bir salon tutulmuştu. Düzenli bir salondu ve organize daha güzeldi. Orada farklı bir durum söz konusu idi.
Programa sunum yapanlardan biri Türk sosyolog, diğeri mühtedi bir Alman idi. Bunlar Alman diliyle sunumlarını yaptılar. Programa renk katmış oldular.
Köln’deki programı Mehmet Fırıncı abi ile irtibatı olanlar düzenlemişti. Fevkalade güzel geçti katılım da diğerine göre daha fazla idi.
Almanya’da bu tür programlarda güvenlik ve emniyet görevlileri bulunuyor mu?
Emniyetten gelen yoktu. Orada bu gibi faaliyetler çok rahat geçiyor. En güzel yerlere giriyorsun çekimler yapıyorsun kimse müdahale etmiyor. Mesela botanik bahçelerine gidiyorsunuz veya parklarda kapalı alanlarda çekimler yapıyorsunuz kimse size karışmıyor. Girip rahatlıkla çekim yapabiliyorsunuz.
Oysa bizim ülkemizde birçok zaman engellenebiliyorsunuz. Hatta parklarda bile birçok defa çekim yaparken müdahale ile karşılaştım. Kapalı alanda zaten çok zor hemen oradaki bir görevli sizi dışarı çıkarır, bırakmaz çekim yapmanıza, engel olur.
Bizim ülkede böyle bir faaliyet olsa yani sık sık Hıristiyanlar programlar yapsa, milleti oraya davet etse ne tür engellerle karşılaşırlar acaba?
Evet demokrasi çok güzel bir sistem, onu yaşamak ve yaşatmak lazımdır. İnsan oraya gidince bu farkı açık ve net görebiliyor. İşin garibi Avrupa’nın kötülüklerini almışız, her türlü kötü alışkanlıklarını taklit ediyoruz. Ama iyi taraflarını, gerçekte bizim malımız olan güzel yönlerini alamamışız bu güzelliklerin bize gelmesi lazım. İşte AB’ye girebilirsek bu avantajı yakalamış olacağız. Söylenenin aksine AB’ye girmemizle Avrupa’nın kötülüklerini değil güzelliklerini almış olacağız.
Yani artık bu saatten sonra bizim ahlaki değerlerimizden bir şey götürmez zaten götüreceği kadar götürmüş bundan sonra bir şeyler kazandırır.