Hüseyin YILMAZ
Cemil Meriçe göre Said Nursi
Hayata gözlerini 12 Aralık 1916da, Hatay Reyhanlıda açar, Hüseyin Cemil Meriç. Gözlerinin hayat arkadaşlığı otuzsekiz yıl sürer, vefatına kadar devam edecek otuzüç yılı onların rehberliğinden mahrum yaşar. Yaşamak ne kelime, otuzüç yıl süren bir isyan, körlüğe isyan. Nihâyet her fâninin hayatını noktalayan ecel, Meriçin çileli hayatına 13 Haziran 1987de son verir. Cumhuriyet devrinin bu kutup yıldızı âhiret yolculuğuna çıktığında yetmişbir yaşındadır ve arkasında cihânşümûl zekâları doyuracak çapta muazzam bir eser külliyatı bırakmıştır.
Meriç, her şeyden çok mütefekkirdir, düşünce adamıdır. Düşünca adamı, bitmek tükenmek bilmeyen arayışları olan adamdır. Suya hasret çöl hayvanları gibi yaşar. Susuzluğunu gidermek için, vehimlerin vücut verdiği bütün vahalara koşar; bütün kaynaklara eğilir, hepsinden içmek ister... Maksadı kanmaktır, kanmak ve sükûn bulmak. Meriçin hayatı, hakikati bulma arayaşıları ile geçer. Düşünce mabedlerini ard arda ziyaret eder, nefes nefese dolaşır zirveleri.
Tecessüslerinin emrinde düşünce ırmaklarına dalar, ummanlarda kulaç atar. Hakikati bulma ümidiyle bataklıklara bile dalar... Mütefekkirin susuzluğunu giderebileceği kaynaklar nâmütenâhi değildir. Dün kana kana içtiği kaynağa bu gün iğrenerek bakar; zirâ önceki gün su sanıp doyasıya içtiği mainin bir lağım sızıntısı olduğunu farketmiştir... Bâzen şelalelerin gürültüsüne koşar , ayağı kayar ve bir uçurumun dibinde bulur kendisini. Yara bere içinde kaldığına aldırmaz, suyun şırıltısı ile mesttir. Doyasıya içer... Ama bu kaynak da saf değildir, susuzluğunu gidermek yerine daha çok susatır...
Meriç, Batının düşünce kaynaklarının içinde meydana getirdiği yangını söndürmenin Şarkın semavî irfanıyla mümkün olduğunu ömrünün son çeyreğinde iyiden iyiye hisseder. Bu münzevî düşünce fâtihi, bilhassa iki isim karşısında ürpertiler geçirir. Biri Rifai, diğeri Bediuzzaman... Kenan Rifai, Meriçin hayâl ve ümitlerine hakikat zenginliği katar, içini ferahlatır, ürpertiler geçirmesine sebep olur, heyecanlarını dalgalandırır. Rifai, huzurunda sükûn bulunacak bir tasavvuf ehlidir, mütefekkir için. Bir parça Hint, bir parça Mevlâna. Ve kanma bilmeyen bir yaşama susuzluğu. O da bir tekrar. Ama şeriatın katı kaidelerine mahpus değil. Aşkı dinleştiren bir tanrı adamı. (1) diye sever onu...
Bediüzzamana gelince... Meriç, tek kelime ile, Üstâda hayrandır... Ruhî med ve cezirleri bu hayranlığa gölge düşürmez. Mahrem ve has sohbetlerdeki tenkidadatı sıradandır ve çoğu zaman mütefekkirin öğünme ihtiyacını besler. Efkâr-ı ammenin huzuruna çıkan bütün düşüncelerinde Bediuzzamana duyduğu hayranlığı haykırmakta tereddüt etmez. Nitekim Said-i Nursi hakkında yazılmış edebi metinlerin en güzellerinden birine, belki de en güzeline imza atar. Gençliğinde komünistlikle itham edilip takibat gören Meriç, vefatına 4 yıl kala, 7 Mart 1983 târihli Hamle dergisindeki yazısında Üstâdı övdüğü için yargılanır.(2)
Daha 1963te Jurnaline düştüğü not bu bahis için kayda değerdir:
Said-i Nursî'nin risâlelerini okumak için toplanan üç beş vatandaşın tevkifi, tabiî hukuk bakımından hamakatle kaynaşan bir cinayettir. Ahlâksızlığın, bencilliğin, kayıtsızlığın ferman ferma olduğu bir ülkede, bir kitabı, ahlâktan, insanlıktan bahseden bir kitabı okuyanlar ancak takdire lâyıktır. Soğuk ve süprüntülüklerden devşirme, maddeci, sözde maddeci yayınlardan tiksinen, kendilerine insaniyetçi süsü veren bir alay züppenin sapıklıklarına iğrenerek bakan ve bir kurtuluş arayan samimi çocuklar... Davranış bakımından kendimi onlara çok yakın buluyorum. (3)
Eserlerinde, yazılarında ve sohbetlerinde Said Nursiye atıflarda bulunur Meriç. Kader bahsi gibi zor bir mevzuu okuyucuları için Üstadın rehberliğinde vuzuha kavuşturmaya çalışır. Yirmialtıncı Sözün kısa bir hülâsasından sonra aczini ve Bediuzzamana duyduğu hayranlığı şu ifadelerle haykırır:
Yazı şu ezelî hükümle tuğralanıyor: <>
Üstâd şimşek pırıltıları ile aydınlanan bu karanlık bölgelerde büyük bir güvenle dolaşıyor. Üslûb kesif v e izahlar inandırıcı. Asırları kucaklayan bir tefekkürün çağdaş idrâke seslenişi, yaralanan bir idrâke, yabancılaşmış bir idrâke. İrfanımızın madde-i asliyesi olan bu fikirleri ne kadar anlayabiliyoruz? Heyhat; ne meselenin kendisine âşinâyız, ne mefhumlara. (4) Said-i Nursi ve Risâle-i Nur Külliyatı, Meriçin hakikat arayışını bitirecek, susuzluğunu giderecek kaynaktır. Bunu o da hissetmiştir: Said-i Nursî kavliyle fiilini birleştirmiş insan. Mücâhit insan. Kürtçü değil. O devirde tek başına karşı koyabilmiş. Düşüncesinde sosyalizm, sınıf çatışması da var. Adamı inceledikçe hürmetim artıyor. (5) der.
Ne var ki, Meriç hiç bir zaman şâkirt olamaz... Düşüncesindeki istihâleye amelî hayatı ayak uyduramaz ve buhranlar geçirir. Üstâd ona göre, inzibat adamıdır. Amelde daha esnek ve daha kucaklayıcı gördüğü Kenan Rifaiye bu sebeple sığınır. Nasip meselesi deyip, geçelim...
Benim için Meriç, düşüncesi kadar, hattâ ondan da çok, üslûb ve dil noktasından hayranlık uyandırıcıdır. Türkçe için Meriç büyük hazine ve emsâlsiz kaynaktır. Türkçe konuşan, Türkçe yazan kaç kişi bunun farkında? Bilmiyorum... Ama en azından Millî Eğitüim ve Kültür Bakanlıkları bütün unsurlarıyla bu hazinenin farkında olmaya mecbur değiller mi? Belki, bu suale verilecek menfi bir cevap bütünüyle haksızlık olur, ama yapılması gerekenlerin çokluğu düşünülünce bu sual kaçınılmaz oluyor. Evet, Türkçe konuşan herkesin Cemil Meriçe bir borcu vardır: Milleti millet yapan temel unsurlardan biri olan dillerine yaptığı büyük hizmete karşılık, şükran borcu...
Mütefekkiri vefat yıl dönümü münasebetiyle rahmet ve mağfiretle anarken, yazıyı onun o veciz ifadelerinin muhteşem bir tablosu ve intibahının bir vesikası gördüğüm o harika metinle noktalayalım:
Said Nursi
Said'in müridi, bir havariler ormanı. Yekpare ve kesif. Ağaçlar kaynaşmış birbirleriyle. Ve bağrında adsız bir uğultu yükseliyor... Bir fırtına rüzgârına benzeyen Nur risâlelerinin zaman zaman boğuk, zaman zaman heybetli yankısı.
Said, dağbaşında va'z eden bir mürşit. Hor görülenler, her şeyini kaybedenler, mukaddesleri çiğnenenler ona koştu akın akın.
Nass'ların yalçın duvarları arkasından geliyordu bu ses, târihin içinden geliyordu: kabuğuna çekilmiş yüz binlerce insanı uyandırdı. Bu hayalî insanlar o konuştukça gerçekleşti. Yâni, Nurculardan önce kelâm var.
O konuştukça, laikliğin kartondan setleri yıkıldı birer birer. Kentle köy, çağdaş uygarlık düzeyi (!) ile Anadolu, tereddütle inanç... karşı karşıya geldi.
Nurculuk, bir tepkidir. Kısır ve yapma bir üniversiteye karşı medresenin, küfre karşı îmanın, Batı'ya karşı Doğ'nun isyanı. Her risâle bir çığlık, şuuraltının çığlığı. Zulmün ahmakça taarruzu olmasa, bu münzevi ses böyle sayhalaşır mıydı?
Tanzimattan beri her hisarı deviren teceddüt dalgası ilk defa olarak Nur kalesi önünde geriler. Bu emekleyen, bu kekeleyen yığın, devrim yobazları için bir yüz karasıdır. Düşünmezler ki kendi yüz karaları bu. Nurcuları yok farzetmek,gaflet. Nurcular adalarında kendi hayatlarına devam edebilirler. Ama kökünden kopmak kimseye mutluluk getirmez. Aydının görevi fildişi kulesini yıkarak bu mazlum kitleyi muhabbetle bağrına basmak, acısını anlamağa çalışmak.
Said-i Nursî, bir kavga adamı. Yalçın bir irade, taviz vermeyen bir mizaç, tefekkürden çok iman. Said'in kavgası, Yogi ile Komiser'in kavgası. (6)
Notlar:
1 - Cemil Meriç, Jurnal 2, sayfa 215, İletişim Yayıncılık A.Ş., 3. Baskı, 1993
2 - Halil Açıkgöz, Cemil Meriç ile Sohbetler, 31, Seyran İktisadi İşletmesi 1993
3 - Cemil Meriç, Jurnal 1, sayfa 62, İletişim Yayıncılık A.Ş., 2. Baskı, 1992
4 - Cemil Meriç, Kırk Ambar, sayfa 419, Ötüken Neşriyat, 1980
5 - Halil Açıkgöz, Cemil Meriç ile Sohbetler, sayfa24, Seyran İktisadi İşletmesi 1993
6 - Cemil Meriç, Bu Ülke, Sayfa 246-247, İletişim Yayıncılık A.Ş., 7. Baskı, 1992
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.