Hüseyin ÇEŞİTCİOĞLU
Cihad kala kala bir Nurcuya mı kaldı?
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Sual (İ. Işık): Bu yüzden mi celâdetine daha fazla önem verdiniz?
Cevap (Cemil Meriç): “Tabiî, son derece mühim. İslâm, celâdet demektir. Başka bir şey değil. Şahsiyet, celâdet demektir. (Yerine göre) kabadayılık demektir. Hiçbir tehlikeye girmeden, hiçbir şey olmaz. (Cemil Meriç'le Said Nursi konuşmaları 1978 Yeni Devir.)
Sen öğretmen misin?
Okuma masamda sıkıntılı şekilde meşgulken yiğit arkadaşım muallim Sungur telefon etti. Caddede beklediğini söyledi. Askerin gece eğitimindeki hızıyla sokağa indim. Gözleri pırıltılı ve hafif gergindi.
-İmam Hatip Lisesine gidiyoruz dedi. Yürürken anlatmaya başladı.
-1997 yılı 28 şubat günlerindeydi. Atmosferimizi gri, siyah renkler kaplamıştı. Asker postalı bir kere daha sivil düzeni çiğniyordu. Kardeşin kardeşe yaptığı zulüm göklerde çınlıyordu. Sisteme balans ayarı yapan iç/dış güçler ülkeyi iyice batırıyordu. Memleket iflas etmiş, kalkınma hızı -15'e yaklaşmıştı. Askerlerin susuzluktan yıkanmadığı için bitlendiği bir zamanda darbeciler, çağdaş Kemalist hedefler için gözünü bir kere daha karartıyordu.
Sungur'un yüzüne gözüne bakarak dinliyordum. Çünkü bu sünnetti. Sonra ani sormalarında ilgi noktasını kaçıramazdım. Samimiyetimize uygun davranmalıydım.
Yayan biçimde ve hızlıca yürüyorduk. Çehresi biraz daha kasıldı ve;
-Kısa dönem askerliğin havasından henüz tam çıkmamıştı arkadaş dedi. İHL'de öğretmenliğe devam ediyordu. 28 Şubatçılar okula 'milliyetçi/kemalist' bir yönetim atamıştı. Fısıltı ve fitnenin her çeşidi yerden fışkıran zeynap gibiydi. Okulda müthiş bir erozyon yaşanmaya başlamıştı. Çok az insan hariç herkes başının çaresine bakıyordu. Beklenmedik bazı öğretmenler işbirliğine girivermişti. Az sayıda öğretmen mücahede ve mücadeleyi göze alabiliyordu.
Milli Güvenlik Dersi hocaları istihbarat subaylarıydı. Tam takım okula nüfuz ediyor ve yönlendiriyordu. Okul müdürü yarı sivil bir asker gibi albaydan emir alıyor, hocalara emir eri gibi davranıyordu.
Milli Güvenlik dersine giren albay; öğretmen odasına girince tüm öğretmenler ayağa kalkıyor, albay oturmadan oturmuyordu.
Bu öğretmen arkadaş ise; albay girdiğinde oturduğu yerden kalkmıyor, oturduğu yerden başıyla selamını alıyordu. Herkes bir şekilde tepkiliydi ama doğrudan söyleyemiyorlardı. Çünkü gerekli cevabı alacaklarını biliyorlardı.
Birgün öğretmen odasında öğretmenlerin arasında; temsilci niteliğinde tarikatçı meslekçi bir öğretmen küçümser edayla sorar; "Neyine güvenipte kalkmıyorsun anlamıyorum!"
Arkadaş;
"Emrolunduğu gibi dosdoğru" olmaya çalışıyorum. Hem 'zalim yöneticiye itiraz en büyük cihattır' diyor Peygamberimiz (asm).
-'Haa öyle mi' dedi kalkıp yürüdü ehli tarik meslekçi arkadaş. Dışarıda konuşmaya devam ediyor. O an ben öğretmen odasında yoktum. Öğretmen odasından konuştukları duyuluyormuş.
"Cihad kala kala bir Nurcuya mı kaldı arkadaş yaa. Hem sen buralı değilsin. Meslekçi değilsin. Bir araban, yerin yurdun (mal mülk) bile yok. 1.60'lık boyun var. Anlamıyorum bu cesareti nerden alıyor. Herhalde gösteriş yapıyor" derken, karşısındaki;
"Yav boşver şu çulsuzun tekini, sürülse veya hapse girse ne kaybeder. Sonra da övünür diğer Nurcular gibi; hapse girdim" diyerek karşılık veriyormuş.
Bir dönem sonra; arkadaşın girdiği derslere el koydu okul idaresi. Bir kısım seçmeli dersleri bahane ederek; 'derslerini seçen öğrenci yok' diyerek ders vermedi müdür. Müdüre münasip şekilde sitem ve fırçasını atıp okuldan ayrıldı. Hem müdür hem program dağıtan müdür yardımcısı, ilahiyat mezunu meslekçi, ülkücü öğretmenlerdi.
Sungur anlatımını şöyle bağladı: "Bu kardeş dışarı çıkıp şöyle demiş;
"Allah'ım sana sığınıyorum vekilim sensin. Avukat, savcı, hakim hep aynı kişiler. Şikayet edecek merci ancak Sensin."
Kendi kendine de; "Oğlum yaptığın bir çok şeyden sonra; bu son hareketle bardağı taşırdın. Bu iş burada kalırsa iyi. Şimdiki hal ikindi yağmuru gibi. Şükür buna" dedi.
İki yıl boş gezmiş, ücretsiz nöbet tuttu. Sonra bir gazete kuponla Risale-i Nur hediye ediyordu. 20 kadar gazete abonesi bulup dağıtarak okuyucularını külliyat sahibi yaptı. Hem yeni yetişen çocuklarıyla yakından ilgilenip; daha iyi yetiştirdi bu iki yılda.
Tam burada soluklanma gereği duydu Sungur. Yol kenarındaki asma yapraklı kahveye oturduk. Çayları yudumlarken susuyorduk.
***
Yolumuz uzundu. Kalkıp yürümeye başladık. "Dinlemekten sıkılmadıysan bir hikayem daha var" dedi. " Yoo" dedim "ne demek usanmak."
-Aynı arkadaş daha önce de bu okulda çeşitli olaylar yaşadı.
Bir yaz günü okul camisinin altında öğretmenler kurulu yapıyorduk. Öğrencilerin sınıf geçme durumlarını görüşüp karara bağlıyorduk. Öyle ki, 8/10 zayıfı olan öğrenciler bile sınıf öğretmenleri kararıyla sınıf geçiyordu.
Diyarbakırlı bir öğrenci bir kaç dersten sınıfta kalmıştı. Sıra ona gelince dersine giren bir öğretmen bu öğrenci pkk'lı, geçiremeyiz dedi. Bu olay 86/87 yıllarıydı. Pkk terörünün ilk yıllarıydı.
Oysa bu çocuk sadece yaramaz ve biraz başına buyruktu. Çok da çalışkan değildi. Atkısının renkleri yeşil sarı kırmızı gibiydi. Zümre öğretmenleri bu gibi yaramazlar için bir kaç kere toplanmıştı.
Diyarbakırlı İbrahim'in bir kaç dersi için de zümre öğretmenleri oylama yaptı. Oy birliği ile İbrahim sınıfta kaldı. O toplantıda bu Nur talebesi arkadaş; müsaade almadan ayağa kalktı ve şöyle konuştu:
"Arkadaşlar dini bir okulda caminin altında toplanmış bulunuyoruz. Adaletli ve insaflı olmalıyız. Bu çocuk yaramaz, fırlama ama pkk'lı değil. Atkısının da söylenen renklerde olup olmadığını bilmiyorum.
"Bu iddia gerçekse yeri burası değil. Ya mahkeme ya karakol olmalı. Benim kardeşim de Şemdinli'de karakol komutanı. Bu çocuk bu oylamayı duyarsa ne hisseder düşünebiliyor musunuz?"
Konuşmadan sonra masaya vurup öğretmenler kurulunu terk etti. Arkasından tamamına yakın olumsuz laflar etti. Bazıları haklı dedi içinden. Kimse o an destek vermedi.
Fakat okul müdürü iyi idareci ve makamını seven biriydi. Kurulun görüşlerini de değiştirecek kadar da dirayetliydi. Sonra ayağa kalktı ve "Arkadaşlar; arkadaş haklı. Müfettiş gelse, bu öğrenciyi niye bıraktınız dese ne diyeceğiz? Bu öğrenci pkk'lı olduğu için mi bıraktık diyeceğiz?" dedi.
Bir kısım öğretmenler; "haklısın müdürüm" dediler. Oylama tekrarlandı, İbrahim oy çokluğuyla sınıfı geçti.
Bizim arkadaş ertesi gün okula geldiğinde, (sonradan TBMM idare amiri olan müdür yardımcısı); "oo koçum yiğidim" deyip kucaklıyor. Şaşırıyor ve anlıyor ki; çekip gittikten sonra anlatılanlar yaşanmış.
Fakat bu iş burada kalmadı. Müdür bunun hıncını farklı çıkarttı. O sene hakkettiği ek dersleri bu arkadaşa vermedi. Solcu/milliyetçi bilinen matematikçi/fizikçilere müzik, resim derslerini ek ders diye verdi ücret aldılar. Ama arkadaş yönetmeliğe göre hakkı olan ek dersleri çok da ihtiyacı olduğu halde alamadı. Müdür ilahiyatçı ve Gülen'ci diye biliniyordu.
Konuşması devam edecekti ki İHL'ye yaklaşmıştık. Cami minaresi görünüyordu. Muallim Sungur konuyu bağladı.
Bediüzzaman diyor ki, "Dindar bir muallime hergün 10 altın vermek isterim. Muallimin yeri ya minare başı ya kuyu dibidir. Ortası yoktur." (Ya tam hakka taraf veya hakkın karşısındadır.) Bu zamanın dindar bir muallimini eski zaman evliyalarına değişmem. Dindar bir muallim bu zamanda 100 vaizden fazla imana hizmet edebilir" dedi.
"İşte bu iki olay bunun ispatı" diyerek sohbeti bitirdi.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.