Çık işin içinden!

İnsan bir darlığın ve sıkışıklığın içine düştüğünde artık hiç çıkamayacak gibi gelir ona. Halbuki bir düşünse ya kaç kere daralmış ve kaç kere ferahlamıştır şimdiye dek hayat yolculuğunda.

Hep kabz hallerini bast ve bast hallerini de kabz izlemiştir.

Defalarca bunu yaşar da insan yine de elemler, acılar, keder ve derin bir hüzün hissettiği zamanlarda sanki bu hal daim imiş gibi hisseder. ‘Hiç bitmeyecek ve asla beni terk etmeyecek bu hal’ diyerek hüznünü derinleştirir, kederini boğazına düğüm düğüm eder, acının yakıcı ateşini körükler…

Bir de ferahlamaya görsün. Bulutlar üzerinde teyarana başlar. Ayakları yerden kesilir ve o bulutların üzerinde bir kuş tüyünden daha hafif uçuşu hiç nihayet bulmayacak sanır. “işte” der “işte bütün acılarımdan halas oldum, tüm dertlerimden kurtuldum ve dert olarak gördüğüm şeyler hiç de dert değilmiş…” zanneder ki bu hal de hiç bitmeyecek. Oysa yerin dibine geçmek, yer kürenin kabuğunu kırıp magmadaki ateşin içine süratle çakılıvermek ile bu hafiflik hali de gidiverir.

Dünyanın kendisi fani iken içindeki elem veya ferah kalıcı olabilir mi?

İnsan aldanır. Ama kaç defa aldanır?

Haydi diyelim ki bir defa iki defa zannetti ki içindeki hal hiç değişmeyecek, geçmeyecek ve bu gecenin sabahı olmayacak. Peki kaç kez gecelerin gündüze tahviline şahit oldu?

Kaç kez güneşin sarıp sarmalayan, ısıtan şualarını da toparlayarak gidişinin ardından bakakaldı?

Demek, ne olsa geçecek. İster ferah ister darlık. İster açlık ister tokluk. İster kabz ister bast. Öyle ya bir irade edici tercih edicinin istemesi ile bütün bunlar. Emreder taş gibi kalakalır insan, emreder su gibi akar, emreder havanın bütün zerrelerine eşlik eder…

Bediüzzaman için musibetleri bir musikinin nağmelerine tahvil eden ne idi acaba? Nasıl bir bakış açısı, nasıl bir iman, nasıl bir tevekkül, nasıl bir teslimiyet….”Ya Rabbii, Sen ne irade etmiş isen ben de onu istiyorum”  “Senin dilediğin gibi her şeyin olmasını istiyorum” “Sen ne dersen o…” “Sen’den daha güzel idare edici, Sen’den daha güzel sevk edici, Sen’den daha güzel tedbir eden yok ki…”

Evet, ne kadar da ferahlatır insanı bunu demek “Ya Rabbi! Madem sen emrettin bu iş böyle oldu, en güzeli bu.” Abdurrahman Ağabey’in “bu da mukadder imiş” demesi gibi..

Evet dünya fani ki, içinde ne daim olsun?

Bir de biz pencerelerden seyredip içlerine girmemeye muvaffak olsak… Kabz ve bast hallerimizi şöyle kuş bakışı bir dağın tepesinden izleyebilsek…

Hatta kendimize gülebiliriz de “şuna bak! sanki ne olmuş bu hale girmiş…” diyebiliriz.

Sabırla beklemek. Sabrın kendisi ibadettir zaten. Elbet bu hal üzerimden geçip gidecek, sürse en fazla ölene dek sürebilir daha fazla değil. Bu, sabra çok şevk vermiyorsa tez zamanda geçecek inşallah diye ümit etmek.

Ferahlı hallerin de geçiciliğini bilerek aşırı sevinmemek. Sevincin de hüznün de iktisadı var elbet. Ölçüsünde, kararında sevinmek ve üzülmek. Ne aşırı bir heyecana ne de ihrak eden bir eleme kaptırmamak kendini. Neyi ne zaman ne kadar yapması gereğini bilmek, bilemiyorsa da araştırmak hiç olmazsa…

Elbette bunlar herkesin kendi tecrübeleri ile bildiğidir. Fakat insana kendi tecrübesi yetmez. Başkalarının yaşadıklarından da ibret almak durumundadır. İstikametlerinden esinlenmek ve ifrat tefritlerinden ibret almak. Tanışıklık olmadan ise bu elbette olamaz.

Takvada ve birr’de birleşmek, birbirimizin tecrübeleri ve bakış açılarından istifade etmek temennisi ile… 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum