Hüseyin YILMAZ
Dil dâvâsı ve Risâle-i Nur!
Cumhuriyet devri Türkiye’sinde Sağ’ın telâfisi imkânsız ilk büyük hezimeti dil dâvâsında terk-i silâh etmiş olmasıdır.
Hayır, Sağın değil, Müslümanların diyecektim. Zirâ, Sağ da Sol gibi Batı menşeli bir bukalemun. Varlık sebebi, Sol’un zıddını temsil etmek. Varlık değil, gölge...
1928’de harf inkılâbını gerçekleştiren irâdenin maksadı, bin yıllık İslâmî bir irfân ve medeniyet ile birlikte şanlı bir târihi mevte mahkûm etmektir. Arab harflerinin güçlüğüne dair girişilen çetin isbat dâvâları ile Lâtin harflerinin kolaylığı ve güzelliğine yakılan neşideler maskeli balonun hayasızca, maskaraca kıyafetleri... Bir gecede koca bir milletin okur-yazar nisbetini sıfırlayan bu fiile nazar-ı müsamaha ile bakmak, korkudan kaynaklanan bir teslimiyet değilse, körlük veya şuursuzluktur. Zaman kaydıyla da olsa, bâriz şekilde muvaffak olmuş tek inkılâbdır, harf inkılâbı.
Dil kâlesinin kapısını uzun yıllar yalnız başına koruyan cengâver: Bediüzzaman Said-i Nursî... Zirâ, Batı telkinlerinin zihniyetini şekillendirdiği Ankara muktedirlerinin hedefini bütün çıplaklığıyla görenlerin başında o vardı. Yangın kulesinin bu ayık ve dikkatli nöbetçisinin bütün avazıyla “Yangın var!” diye feryad etmesinden daha tabiî ne olabilirdi? Bütün gücüyle bağırıyordu:
“"Bana, \'Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. Içinde evlâdım yanıyor, îmânım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmânımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!..”
En geniş mânâsıyla Sağ, dil dâvâsını kaybetmemek için uzun müddet direndi... Ama ümidsizce bir direnişti bu... Bin yılın Türkçe’sini ölüme mahkûm edenler, Milli Eğitim’in aynı maksadla inşâ edilmiş tezgâhından genç nesilleri geçirerek dilsizleştirdiler. “Tilcik”lerin kelimeye boyun eğdirişi bir kaç neslin hayatlanmasından sonra mutlak bir zâferle taçlandı. Genç nesiller, uzak geçmişlerinin dillerini değil, artık babalarının bile dillerini anlamıyorlardı.
Bu elim âkibete teslim olmayan tek hisar: Risâle-i Nur külliyatı... Nurcular için aynı şeyi söylemek, maalesef imkânsız... Bediüzzaman, yakın geçmişimizin istisnasız en buyük ve en müessir düşünce va dâvâ adamıdır. Yaşayan düşünce adamlarımızın sayısı, bir elin parmaklarından az. En çok bilinen ve en çok kabul göreni: Fethullah Gülen... Onun da aslî sermayesi: Risâle-i Nur... Mülliften çok; ufku geniş, kitleleri harekete geçirmekte başarılı bir hâreket adamı, çığır tahkimcisi... Dil dâvâsında daha kararlı, daha sağlam bir tavır sergilemesini beklemeye hakkımız var. İnsanımızın önünde, geçmiş şanlı bin yılından daha muhteşem bir geleceğin olduğundan emin değiliz, dünyanın ömrünün de bu kadarına el verip vermeyeceği meçhûl. Geçmişimizi ölüme mahkûm edenlerin maksadı: Geleceğimizi mahvetmek. Anadolu insanının târihini Cumhuriyetle başlatmak, milleti diri diri gömmektir; hâfızasını tahrib, aklını söküp atmaktır. Risâle-i Nur Külliyatı’nın dilini muhafaza ve sadakat, bu gürül gürül akan kaynaktan içen herkes için hayat, imân, haysiyet ve şeref borcudur.
“Ne yapalım, anlayamıyoruz?” diyen genç nesillerin tâleblerini karşılamak için Risale-i Nur Külliyatı’nın diline dokunmak, cinnetin büyüğü olur. Zirâ, umman ırmağa bağlanmaz, bağlanılamaz. Bu günün üç beşyüz kelimeye gerilemiş dili Risâle-i Nur’un irfânını taşıyamaz. Hiçbir kabiliyet, Bediüzzaman’ın düşünce ve ruh dünyasını bu sığ, bu şekilsiz ve mûsikîsiz yeni ucube dile aktaramaz. Merkebe trenin yükünü yükleyemezsiniz. Tahayyülü bile aklın zıddına delâlet eder...
Dil dâvâsını kaybedenler, eteklerimden çekip hisarın duvarlarından aşağıya indirmeye çalışıyorlar. Anlaşılmadığımdan yakınanlar, düşünmüyorlar ki Risâle-i Nurların cihânşümûl hizmeti bu dilin yaşamasına bağlı. Sadece ders esnasında yapılan açıklamalarla daha fazla yürüyemezsiniz, bu kaybedilmiş büyük dâvâyı kazanmanın yegâne şartı: Risâle-i Nurların diline dokunmamak ve yaşaması için mücadele vermektir.
Mevcut dil ile edebî tek metin yazamazsınız, düşünce ummanlarına açılamazsınız. Yazarın mükellefiyeti, dilin bütün imkânları ve bütün zenginliklerini kullanmaktır. Aksi takdirde sokaktaki adamdan ne farkı kalır?
Sonra üslûb, mevzuun tabiatına bağlıdır, ona göre şekillenir. Uçurumdan düşen kazazede çığlık atar, Dede Efendi’den bir beste terennüm etmez. Sevgilinin hâlvetgâhına mehter marşlarıyla girilmez. Kabristanda oynak bir türkü tutturamazsınız...
Basınımızın en şöhretli kalemlerini bile okumak ciddi bir tahammül gerektiriyor: Hepsinde aynı sığlık, aynı zevksizlik, aynı dil fukaralığı.. Ne yazarsa yazsın beş yıl sonra yazdıkları okunabilecek kalem yok; denecek kadar az. Ahmed Altan’ın yazılarındaki çarpıcılığı mevzuda arayanlar yanılır, Altan’ın sırrı: Dilin imkânlarından iyi faydalanmak.
Hayır, köylüyü delirten bu yağmur suyundan içmeyeceğim... Aklımdan vazgeçmektense delilerin delilik ittihamını son nefesime kadar göğüslemeye devam edeceğim. Zirâ, dil dâvâsı Türkiye şartlarında din dâvâsı gibidir... Dilimizi öldürmeye çalışanların asıl maksadı kullandığımız kelimeler değil, o kelimelerin varlığını devamlı hatırlatıp yaşamasını mümkün kıldıkları dindir.
Bir matematik dersinin tahsili için on beş yıl ile birlikte hatırı sayılır bir sermaya harcayanların irfânlarına hazinedarlık yapan dillerine karşı bigâne oluşlarını reddediyorum, hemfikir değilim. Mecrasından saptırılan bu büyük nehir, Bediüzzaman’ın rehberliğinde yine mecrasına dönecektir. Onun rehberliğine hizmet etme mükellefiyetini kaybetmeyeceğim. Harf inkılâbının arkasındaki aslî maksada kalemimi teslim etmektense, kırmayı tercih ederim.
Bugün
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.