İsmail AKSOY
Din, ta’vîz kabul etmez
İslâm bilginleri dini şöyle tarif ederler: “Dîn, akıl sâhibi insânları, kendi irâdeleriyle, bizzât hayr olan şeylere sevk eden İlâhî kánûnlar manzûmesidir.”
Bu tanımda vurgulanan iki esas vardır:
1.Hak din, İlâhîdir. Yani Allah tarafından konulmuş kanunlar manzumesidir. Şâri’ yalnız Allah’dır. Beşerin fikir, irade ve onayına müracaat edilmemiştir.
Kehf sûresinin 51. âyet-i kerîmesinin açık delaletiyle yaratma husûsunda şeytânı ve onun yolunda gidenleri şâhid tutmadığı gibi, icrâat ve ef’âlinde de hiçbir beşere mürâcaatı, Tekvînî ve teklifî kanunlarında saltanat ve Rubûbiyetine ortaklığı asla kabul etmemiştir.
Buna göre din, aslâ ta’vîz kabûl etmez. Çünkü, İlâhî kánûnları ihtivâ etmektedir. Beşer ise; o İlâhî kánûnları, dînin tesbît ettiği káideler içinde aklı ile anlamaya ve cevârihiyle yaşamaya çalışır.
2. Dîn, peygamberler vâsıtasıyla bir káide, bir kánûn, bir sistem dâhilinde beşere teblîğ edilmiştir. Dîni gönderen Allah olduğu gibi; o dînin hayâta nasıl geçirileceği ve uygulama biçimini de bizzât kendisi, nümûne-i imtisâl olan peygamberler aracılığıyla insanlığa teblîğ buyurmuş, İslâm âlimleri ise bu tebliğ ve irşad sistemini devam ettirmişlerdir.
Demek, dîne hizmet, ancak peygamberler ve onların vârisleri olan İslâm ulemâsının hizmet metoduna tâbi’ olmak ve hak yol olan bu sırât-ı müstakímde gitmekle mümkündür. Aksi hâlde dîn hizmeti, indî ve şahsî olur, her kafaya göre değişik şekillere bürünerek ümmeti selâmet sâhiline çıkarmaktan yoksun kalır.
Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri, asrın müceddidi olarak bin bir türlü işkence ve baskılara rağmen dinden ve inançlarından asla ta’vîz vermemiştir. “Hücûmât-ı Site” adlı eserinde tesbît ettiği gibi; dîn hizmeti adı altında dînde ta’vîz verenler, gelecek sebeblerden dolayı ta’vîz vermektedirler:
1.“Hubb-i câh” denilen şan, şöhret, makám ve mevki için,
2.“Tama’” denilen dünyâ menfaati için,
3.“Havf” denilen küfür ehlinin ve zındıka komitesinin tehdîdlerinden, tuzak ve kötülüklerinden, işkence ve baskılarından korktukları için,
4.“Menfî milliyyet” denilen kendi ırkını tutup dînin esaslarını bu uğurda fedâ ettikleri için,
5.“Enâniyyet” denilen ilmine ve bilgisine i’timâd ettiği için,
6.“Tenbellik ve tenperverlik” denilen hevâ-i nefsin arzularını yerine getirmek için.
İşte, dîne hizmet adı altında İslâm’dan ve inançlarından taviz vererek dine hizmet iddiasında olan İslâmî ölçülerle örtüşmeyen eğlence, şatafat, gösteriş, Süfyanizme yaranma, Şeriat ölçüleriyle bağdaşmayan ve barışmayan sistemlerin hizmetkârlığına soyunmak, olarla barışık yaşamak suretiyle öncelikle kendilerini aldatmaktadırlar. Çünkü emrolundukları çerçeveden çıkıp istikamet dairesini terk ettikleri için ta’viz vermek suretiyle zâlimlere ve kâfirlere yanaşmış oluyorlar. Hûd sûresinin 113. âyet-i kerîmesinin ifâdesiyle kendilerini Cehennem’e müstehak ediyorlar.
Hâlbuki, Hazret-i Âdem’den tâ peygamberlik silsilesinin son halkasını teşkîl eden Fahr-i Kâinât Efendimize kadar gelen ve Hak din İslâm’ın tebliğcileri olan peygamberler, evliyâ, asfiyâ, müçtehid ve imamlar aslâ istikámetten ayrılmamışlar, zâlimlere ve kâfirlere meyletmemişler, insânları hakka da’vet ederken en küçük bir ta’vîz vermemişler ve vermeleri de mümkün değildi.
Bu nur kafilesi, bu kadar ağır bir vazîfeyi yerine getirirken, karşı çıkanlar tarafından pek çok zulme, haksızlığa ve işkenceye ma’rûz bırakıldılar. Meselâ; Yahûdîler, Hazret-i Yahyâ (as)’dan dînî bir mes’ele hakkında ta’vîz vermesini isteyince ;
يَا يَحْيى خُذِ الْكِتَابَ بِقُوَّةٍ
“Ey Yahyâ! Bütün gücünle sım sıkı bir şekilde kitâba sarıl, sakın ha ta’vîz verme!”(1) emrine uyan Hazret-i Yahyâ (as) ta’vîz vermedi, onların isteklerine boyun eğmedi ve netîcede Yahûdîler hem onu, hem babası Zekeriyyâ (as)’ı şehid ettiler, Hazret-i Ísâ (as)’ı da çarmıha germek istediler.
Böyle binlerce misâl gösteriyor ki, nice peygamberler ve onların yolunu takip edenler, dinî meselelerde ta’vîz vermektense, şehâdet şerbetini içmeyi, kâfirler tarafından ezâ ve cefâyâ Ma’rûz kalmayı tercîh etmişler, dünya ve dünya mefaati adına yapılan bütün teklîfleri reddetmişler, Hakk’ın rızâsından başka bir şey gözetmemişlerdir.
Resûl-i Ekrem (asm)’dan sonra İmâna, Kur’âna ve İslâm’a hizmet eden başta sahâbelere ve sırr-ı verâset-i nübüvvete mazhar olan zâtlara bakıyoruz ve görüyoruz ki; onlar da zulme, baskıya, hapse, haksızlığa, şehâdete râzı olmuşlar, ama zerre mikdar dînde ta’vîz vermemişlerdir. Meselâ; Asrımızın Müceddidi Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri, dînde ta’vîz vermediği için 28 yıl hapse, esârete, nefye/sürgünlere mahkûm edilmiş ve defalarca zehirlenmiştir. Bu Mücâhid Zât , bunca çile ve işkenceye rağmen aslâ ta’vîz vermemiş, zâlimlere ve zulme en ufak bir meyil göstermeyerek bütün dünyaya şecâat ve cesâret dersi vererek “Zâlimler için yaşasın Cehennem!” diye haykırmıştır.
Ve notunu şöyle düşmüştür tarihe: “Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra fedâ edilmez.” (2)
Ne yapalım, bu asırın icabı böyle gerektiriyor. Şayet böyle davranmazsak, böyle yapmazsak hizmet yürümüyor. Katı olmamak lâzım. Dînde ba’zı mes’elelerde ta’vîz vermezsek dîn yayılmaz gibi sözler ve inançların İslâm’a hizmetle ve dîn ile bir alâkası yoktur. Belki bu tür düşünceler, o gizli ecnebî komitenin planlarından birisidir ve mason ve müsteşrikler tarafından ortaya atılan zehirli fikirlerdir. Bu emellere ve arzulara hizmet bağlamında yapılmak istenen, hatta yer yer yapılan bazı davranış ve yöntem tuzakları, mason, siyonist ve müsteşrikler ve onlara tâbi’ olanlar tarafından ortaya atılan plânlı ve programlı çalışmaların ürünü olmaktan başka bir şey değildir.
Dînin emirlerini yerine getirmemek ve yaşamamak başkadır; dîne hizmet adı altında dînden ta’vîz vermek bütün bütün başkadır. Birincisi, günâhtır. İkincisi ise; dîni tahrîf etmek ve dîn nâmına yeni bir çığır açmak hükmünde olduğundan dînden sapma ve dalâlettir.
Yine Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri şöyle buyuruyor:
“Ey kardeşlerim! Eğer ehl-i ilhâdın dalkavukları, sizi korkutmak ile kudsî cihâd-ı ma’nevînizden vaz geçirmek için size hücûm etseler; onlara deyiniz:
“‘Biz hizbü’l-Kur’ânız. اِنّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَ اِنّا لَهُ لَحَافِظُونَ sırrıyla, Kur’ânın kal'asındayız. حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ etrâfımızda çevrilmiş muhkem bir surdur. Binler ihtimâlden bir ihtimâl ile, şu kısa hayât-ı fâniyyeye küçük bir zarâr gelmesi korkusundan, hayât-ı ebediyyemize yüzde yüz binler zarâr verecek bir yola, bizi ihtiyârımızla sevk edemezsiniz!’ ”(3)
Dîne hizmet, ancak edille-i şer’ıyyenin tesbît ettiği ölçülere göre olmalıdır. Bu dâirenin dışına çıkanlar, dîn nâmına dînden ta’vîz vermektedirler. Ehl-i küfre müsâmaha gösterip, müslüman kardeşini suçlu ilân ederek küfre ve kâfire yaranma çabasıyla dînde ta’vîz vermek ise dalâlettir. Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umûr-i dîniyyede müsâmaha veyâ teşebbühle medenîlere yanaşmayın. Çünkü, aramızdaki dere pek derindir. Doldurup hatt-ı muvâsalayı te’mîn edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihâk edersiniz veyâ dalâlete düşer boğulursunuz!”(4)
Dipnotlar:
1.Meryem sûresi, 19/12
2.Dîvân-ı Harb-i Örfî, 36
3.Mektûbat,446
4.Mesnevî-i Nûriye, 115
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.