Dindar insan çevreye zarar veremez
Prof. İbrahim Özdemir ile yapılan röportajın ikinci ve son bölümü
Risale Haber-Haber Merkezi
Birinci bölüm için TIKLAYINIZ
II. BÖLÜM:
Din faktörü birçok toplum için hem eğitsel hem de ahlaki normlar açısından büyük önem taşıyor. Bu anlamda dinin verdiği nasihatlerin, emirlerin veya yasakların, çevre korumada bir eğitsel yararı olabilir mi? Peki bu argümanlar çevre eğitiminde ve korumasında gereğince kullanılıyor mu?
Tabii, bu din ve dindarlıktan ne anladığımıza bağlı. Dindarlıktan sadece ritüelleri anlarsak belki kapsamayabilir. Ancak ünlü antropolog Clifford Geertz’in sık sık vurguladığı gibi dinler bize bir “dünya görüşü” (world view) sunar. İnsanın kâinattaki konumunu belirler. İnsan nedir? Kâinat nedir? Kâinatın anlamı nedir? gibi soruları sembolik bir dil ile müntesiplerine öğretir. Bu açıdan baktığımızda dindarlık tüm evreni kucaklar.
Amerikalı kültür tarihçisi ve çevreci düşünür Thomas Berry de başta çevre sorunları olmak üzere, insanlığı tehdit eden diğer sorunların üstesinden gelebilmek için “yeni hikâye”lere ihtiyacımız olduğunu ısrarla vurgular. Berry’ni yeni hikâyeden kastı: etrafımızdaki âlemi yepyeni bir şekilde görebilmek.
Şunu da vurgulamak gerekir: Hepimiz belli bir kültür ve belli bir dini atmosfer içerisinde dünyaya geliriz ve bu elimizde değildir. Kendimiz, diğer insanlar, dünya ve doğayla ilgili değer yargılarımızı dinlerimiz ve kültürlerimiz oluşturur.
Bununun bir sonucu olarak, çevre krizi kutsal değerleri, semâvî dinleri ve hatta bazı ilkel dinlere ilgi duymamıza neden olmaktadır. Örneğin ben Din ve Ekoloji dersimde, Kızılderililerden günümüze her kültürün ve dinin çevre konusundaki görüşlerini öğrencilerime öğretiyorum. Farklı din ve kültürlerin bizi nasıl zenginleştirdiğini ve “ötekinin” anlamamıza yardımcı olduğunu yıllardı bizzat gözlemliyorum.
Ancak şunu da görmezden gelemeyiz. Aydınlanma projesine göre günümüzde dinin bırakın toplumları etkilemesi ve yönlendirmesi, kendisinin ortadan kalkması gerekiyordu. Ama din ortadan kalkmadı. Konuyu bilimsel olarak derinlemesine inceleyen Prof. Peter Berger’e göre din tarih boyunca toplumları etkilediği gibi günümüzde de etkilemeye devam eden güçlü bir kurum. Sadece üniversitelerde ve bazı aydın çevrelerde dinin etkisi yeterince önemsenmedi. Ancak tüm bunlar geride kaldı. Artık din tüm tartışmaların ortasındadır.
Güncel bir örnek vereyim. Bu soruya cevaplarken Paris’te UNESCO’nun 35. Genel Konferansına delege olarak katılıyorum. Bize “Değişen Bir Dünyada Su Raporu 3” adlı bir araştırma dağıtıldı. Araştırma dünyada su sorununu anlatılıyor bu sorun çözülmezse gelecekte bizleri nasıl etkileyeceği ve bilimsel verilerle ortaya konuluyor. Başta karar verme mevkiinde bulunan hükümetler olmak üzere, tüm insanlar duyarlı olmaya ve su konusunda bilinçli hareket etmeye davet ediliyor. Ama bu o kadar da kolay değil. İnsanların davranışlarının değiştirmenin ne kadar zor olduğunu Sosyoloji ve Psikoloji bize öğretmiş bulunuyor. Tepeden inme kararlarla ve güç kullanarak davranış değiştirmenin anlamsızlığını ve başarısızlığını 20. Yüzyılda yaşanan bazı olaylardan biliyoruz. Bu yöntemi kullanan ülkeler başta SSCB olmak üzere vazgeçtiler. İnsanların değerlerini, kültürlerini, kimliklerini ve dünya görüşlerini dışlamadan; onları ötelemeden sorunu birlikte çözmek gerekiyor.
Bu sebeple UNESCO bir eylem planı yapmış. Çeşitli kesimler için somut olarak neler yapılabileceğiyle ilgili broşürler hazırlanmış. Hükümetler için mesajlar, STK’lar İçin Mesajlar, Gençler İçin Mesajlar vs. bunların içerisinde biri de “Dini Liderlere Mesajlar” adını taşıyor. İçeriğine baktığımızda tarih boyunca dinlerin bizlere öğrettiği temel değerler özetleniyor ve su konusunda daha duyarlı olmada dini liderlerin daha aktif ve etkin olmaları talep ediliyor:
• Bencil olmamanın fazileti,
• Toplumun ortak menfaatlerini dikkate alma ve topluma hizmet,
• Başkalarının faydasına olan eylemlerimizin farkında olmak ve sadce kendini düşünmemek,
• Fakire, yoksula ve engellilere şefkat ve yardım etmek,
• Doğal çevreyi koruyucu ve himaye edici davranışlar geliştirmek,
• Gelecek nesillere ve sürdürülebilir kalkınmaya önem vermek,
• İnsanlık onurundan hareketle, “herkesin suya erişim hakkına” hürmet etmek.
Mesela herhangi bir Müslüman dini lidere bunları söylediğimizde rahatlıkla sizlere peş peşe İslam dininin temel ahlaki ilkelerini de içeren Hz. Peygamberin sözlerini sayabilir:
• “Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz.”
• “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.”
• "İman yetmiş küsur bölümdür; En üstte 'Allah'tan başka ilâh yoktur' sözünü kabul etmek ve en altta 'insanlara sıkıntı veren bir nesneyi yoldan çekmek/kaldırmak' bulunmaktadır."
• “Komşusu aç iken, tok yatan bizden değildir.”
• “Kıyametin kopacağını bilseniz (bile) elinizdeki fidanı dikiniz”
• "Âmâya rehberlik etmen, sağır ve dilsize anlayacakları bir şekilde anlatman, muhtaç bir kimseyi ihtiyacını tedarik etmesi için gerekli yere götürmen, derman arayan dertlinin imdadına koşman, koluna girip güçsüze yardım etmen, konuşmakta güçlük çekenin meramını ifade edivermen, bütün bunlar sadaka çeşitlerindendir..."
BM ve UNESCO gibi uluslararası kuruluşların uzmanlarının yaptığı araştırmalar dinlerin hala büyük kitleler üzerinde etkili olmaya devam ettiğini ortaya koyuyor. Dünyadaki Hıristiyanların sayısı yaklaşık 2.1 milyar (dünya nüfusunun %33), Müslümanların ise 1.5 milyar (dünya nüfusunun %22) olduğu sanılıyor. Yani iki büyük din tüm dünya nüfusunun %55’ini oluşturuyor. Bu nedenle çevre konusundaki ortak bir duyarlılık ve işbirliği, sadece çevremiz için değil, tüm insanlar ve dünya barışı için de çok önemlidir. Bu rakama 900 milyon Hindu’yu, 376 milyon Budist’i ve 14 milyon Yahudi’yi de ilave etmek lazım.
Dinleri tarihi değiştiren ve dönüştüren temel güçlerden biri haline getiren de müntesiplerine sağladıkları dünya görüşü ve bunun onlar üzerindeki etkisidir. Bu çerçeveden bakıldığında dinlerin ve dini liderlerin “beş önemli” kapasiteleri olduğu görülmektedir:
1. Kozmolojiyi (dünya görüşü) biçimlendirme kapasiteleri,
2. Ahlaki otoriteleri,
3. Geniş cemaat tabanları,
4. Önemli maddi kaynaklar
5. Topluluk oluşturma.
Dinlerin sahip olduğu bu güçten dolayı da, dünyanın ve torunlarımızın geleceğini düşünenler tüm din mensuplarına çağrıda bulunuyor: “Tek bir dünyamız var”. “Aynı gemideyiz”. Öyle ise karşı karşıya bulunduğumuz sorunları birlikte çözmek için işbirliği yapmalıyız. Ancak bu o kadar da kolay bir olay değil. Zira en azından aydınlanmadan bu yana ve pozitivist felsefe anlayışının da etkisiyle bazı kesimlerde olumsuz bir din imajı bulunmaktadır. Küresel sorunlar dinleri yeniden anlamamızı, dahası ortak bir dil ve inisiyatif oluşturmamızı gerektiriyor. Bunun aşılması için son yıllarda birçok girişime tanık olduk. Başlıcalar:
• 1986’da Din ve Çevre guruplarını bir araya getiren en önemli toplantı, İtalya’da yapıldı. World Fund for Nature (WWF), beş ruhani dinin temsilcisini bir araya getiren dinlerarası bu toplantıyla “işbirliği” önemli bir ivme kazanarak, “Ulusal Dinsel Çevre Ortaklığı”, “Din ve Çevre Koruma İttifakı” farklı inanç guruplarını bir araya getiren önemli “ağlar” oluşturuldu.
• Harvard Dünya Dinleri ve Ekoloji Konferansları (1996-98); Farklı dinlerden 800 araştırmacı din / ekoloji bağlantısı hakkında inceleme yaptı. Din ve Ekoloji Forumu oluşturuldu.
• 1988’de Dünya Kiliseler Birliği, iklim değişikliği krizine yönelik bir program hazırladı.
• Küresel Ruhani ve Siyasi Liderler Forumu (1990-1992-1993 ); 32 bilim adamı “Dünya çevresini korumak için” ortak sözde ve hareketlerde taahhütte bulunma çağrısı yaptı
• 1995’te Dünya Dinleri Parlamentosu dokuz dinden temsilci ve laik temsilciler bir araya gelerek dine dayalı çevre koruma projelerini tartıştı.
• Din, Bilim ve Çevre Sempozyumları (1994-1997-1999-2002); Suyla ilgili konularda dini liderleri ve gazetecileri bir araya getirdi.
• Binyıl Dünya Dini ve Ruhani Liderler Barış Zirvesi (2000); 1.000 den fazla lider BM’de bir araya geldi. Ele alınan başlıca konu çevre sorunları idi.
• Yaşayan Bir Gezegen İçin Kutsal Hediyeler Konferansı (2000); 4, 5 milyar kişiyi temsil eden 11 başlıca din, çevrenin korunmasına yönelik 26 hediye sundu. (Kaynak; Dünyanın Durumu 2003, TEMA Vakfı)
Bu bağlamda vurgulamak istediğim ikinci nokta ise, dindar insanların olarak yaptıkları her şeyden sorumlu olduklarına inanmaları ve bu inancın oluşturduğu bilinçle hareket etmektir. O zaman gerekmedikçe bir yaprağı bile koparamazsınız. Kedinizi ve köpeğinizi aç bırakamazsınız, saksıdaki çiçeğinizi susuz bırakamazsınız. Asla bir hayvana eziyet edemezsiniz. İçtiğiniz meyve suyunun kutusunu veya yediğiniz çikolatanın ambalajını arabanızın camından rastgele atamazsınız. Fabrikanızın atıklarını filtrelemeden kontrolsüz olarak deniz, göl ve nehirlere boşaltamazsınız. Sorumluluk bilinciniz bunu yapmanıza müsaade etmez. Bütün davranışlarımızla Allah’a teslim olmak budur. Sadece namaz, oruç, zekât ve hacla ideal bir Müslüman olamazsınız. Ünlü şair Halil Cibran’ın dediği gibi “din[ler] hayatın tüm saatlerini” kuşatır ve anlamlandırır.
Kutsal kitapların metinleri ile dinsel pratikler arasında ne kadar uyum var, çevre konusu bağlamında?
Bu sorunun cevabı aslında yukarıda verdiğimiz bilgilerde ifade edilmeye çalışıldı. Özetlersek, çevre sorunları yeni bir olgudur. Tarihe baktığımızda insan-doğa ilişkilerinde günümüzdeki kadar bir sorun yok. İlk insanla birlikte insan-doğa ilişkisi de başlamış ve insan sürekli doğadan yararlanmıştır. Ancak bu hiçbir zaman modern bilim ve teknolojinin verdiği imkânlarla doğayı “kendine yenilemeyecek” şekilde tahribine yol açmamış. Ancak sorunların ortaya çıkmasıyla birlikte dini liderler ve bilginler de geleneklerine ve kutsal metinlerine yeniden bakmışlar. İnsan-doğa ilişkileriyle ilgili yeni yorumlar geliştirmişler. Gelenekte olan iyi örnekleri öne çıkarırken, olumsuz uygulamaları ise (özelikle Hıristiyan teolojisi açısından) “tarihsel bir olgu” olarak yorumlamışlardır. Zaten dinlerin hala yaşıyor olması yeni durumlarla ilgili yorum yapma güçlerinden kaynaklandığını düşünüyorum.
Çevre ve doğa ilişikleri anlamında Osmanlı medeniyetini ve kültürünü değerlendiren bir çalışmanız da var sanırım. Bize biraz da ondan bahsedebilir misiniz?
Söz konusu çalışmam çok ilgi topladı ve Arapçaya da tercüme edilerek Kahire’de yayınlandı. Müslüman Osmanlı toplumunun insan ve çevreyle ilgili değer ve davranışlarını araştırırken amacım tarihimizdeki uygulamaları ortaya çıkarmaktı. Leslie Lipson’un da ifade ettiği gibi, “atalarımızın bulduğu çözümleri taklit etmekten çok, onların sorunlara yaklaşımından veya gösterdikleri canlılık ve enerjiden cesaret alacak kadar bilge olmak” ve kendi sorunlarımızı çözmede tarihimizden olumlu ve yapıcı bir şekilde yararlanmanın imkânlarına işaret etmekti. Ya da onların yaptığı ve bugün net olarak görülen hataları tekrar etmemek. Osmanlı toplumunun çevre anlayışının iyi anlaşılması aslında İslam toplumlarında çevre ile ilgili değerleri oluşturan ve bunlara hayat veren bu temel prensiplere de işaret emektedir.
Tabii burada açıklığa kavuşturulması gereken önemli bir nokta da, Osmanlı toplumu ile neyin kast edildiğidir. Zira Devlet-i Âliye, kozmopolit, çok milletli ve çok dinli bir yapıya sahipti. Millet sitemi Yahudi ve Hıristiyanların barış içerisinde ve kendi hukuk sistemlerine göre yaşamalarına imkân veriyordu. Bu¬rada özellikle Osmanlının hâkim zümresi olan ve devletin belkemiğini oluşturan Müslüman halkalar [millet-i hâkime] kastedilmektedir.
Tarih boyunca insanoğlunun oluşturduğu her medeniyetin ve bu medeniyetin şekillendirdiği ve hayat verdiği kurumların kendine has özellikleri olduğu görülmektedir. Aslında bir medeniyeti, diğerinden ayıran ve medeniyetler arasında karşılaştırmalar yapmayı mümkün kılan da bu temel niteliklerdir. Başka bir ifadeyle, medeniyetler belirli dünya görüşlerinin veya felsefelerinin müşahhaslaşmış örnekleri olarak görülebilir. Örneğin İslam medeniyeti “manevi bir esasa dayalıdır; insanın varlık bütünüyle ilişkisini ve varlık içindeki yerini iyi kavramasına önem verir. İnsan bu kavrayış bazında iman düzeyine ulaşınca, imanı onu nefsini arındırma, kalbini temizleme ameliyesini sürdürmeye çağırır, kalbini aklını yüksek ilkelerle beslemeye davet eder: Kanaatkârlık, onurluluk, kardeşlik, sevgi, iyilik ve takva ilkeleri…”.
Ünlü medeniyet tarihçisi Marshall Hodgson’un ifadesiyle “İslâmî inanç bağları, gerçekte, Müslümanların tüm hayatın ilâhî esaslar istikametinde tahavvüle uğraması yönündeki ısrarlı talepler yüklüdür. (…) İslâm, bütün olarak kültürün bir ucundan diğer ucuna, hatta kültürün en az dinî olduğu yerlere kadar, geniş ölçüde dallanıp budaklanmış olan yaratıcı itkiler sunar”. Aslında Müslüman toplumların tarih boyunca dünyanın muhtelif coğrafyalarında oluşturdukları medeniyetler ile bu medeniyetlerin meydana getirdiği başta şehirler olmak üzere diğer kurumlar incelendiğinde zikredilen bu ilkelerin etkisi “açık-seçik” olarak görülebilir. İslâmî âlem tasavvuru anlaşılmadan bu kurumları anlamanın ve doğru olarak yorumlamanın mümkün olmadığını düşünüyoruz.
Bunun en güzel örneklerinden birisi İsfahan, Kahire, Şam, Marrakeş, Bursa ve İstanbul gibi İslam şehirlerinin oluşumudur. İslam şehirleri konusunda uzman olan Fransız bilim adamı Jean-Louis Michon, Müslüman ümmetinin ve bütün İslam şehirlerinin varoluş nedeninin “Bir ve Tek olan [Allah’a] ibadet olduğunu” vurgular.
Osmanlı toplumunda hâkim olan çevre bilincinin günlük hayattaki uygulamasını çeşitli düzeylerde görmek mümkündür. Yöneticilerin uygulamaları, mahkeme kararları (şeriyye sicilleri) ve toplum hayatından bazı kesitler buna örnek olarak verilebilir.
Osmanlı Yöneticilerinin Çevreyle İlgili Bazı Uygulamaları
Osmanlı Padişahlarının çevreyle ilgili kararlarının (irade, ferman, nişan-ı hümayun vs.) ilki Fatih’e aittir. Haliç’in dolmaması için önlemler alan Fatih’in, Kağıthane deresi havzasında hayvan otlatılmasını, bina yapılmasını ve tarla açılmasını yasakladığı görülmektedir. Ayrıca erozyona müsait yamaçların ağaçlandırıldığı ve ormanlardan ağaç kesiminin yasaklandığı bilinmektedir. [21. Yüzyıldaki tüm bilimsel ve teknolojik gelişmelere rağmen, İstanbul’daki sel felaketini önceden görmeyen, göremeyen ve gerekli tedbirleri alamayanların kulakları çınlasın].
Konuyla ilgili diğer bir belge ise Kanunî Sultan Süleyman’ın devrine ait bir Nişan-ı Hümayundur olup, Edirne’nin mahalleleri, sokakları ve çarşılarının temiz tutulmasıyla ilgilidir.
Bu ve benzeri belgelerde zamanın idarecilerinin halkın ruh ve beden sağlığının korunması ve toplumun ortak olarak kullandığı mekânların temiz tutulması, şehrin estetik görünümünü bozacak herhangi bir çarpıklık ve çirkinliğe yer verilmemesi için tedbirler aldıkları ve bunların uygulanması konusunda titizlik gösterdikleri görülmektedir.
Ancak konuyla ilgili belgelere bakıldığında hayvanların korunması, yerlerinin temiz tutulması gibi hususlara da ayrıca dikkat çekildiği görülmektedir. Yerleşim yerlerinin havasının temizliği ve bunun halk için oluşturduğu tehditle ilgili belgelere de rastlanmaktadır. Tabii buradaki hava kirliliği sanayileşmenin sonucu olarak ortaya çıkan kirlilikten farklı olup, şehrin havasını bozan bataklıkların ıslahı ile ilgili olduğu görülmektedir.
Mahkeme Kararları
Her toplumda olduğu gibi Osmanlı toplumunda da teamüllere uymayanlar hukuki yaptırımlarla karşı karşıya kalmışlardır. Çevreyle ilgili ahlakî ve hukukî kurallara uymayanlar hakkında çeşitli kararlar
Çağdaş insan için “hayvan haklarının” tamamen son zamanlarda ortaya çıkmış yeni bir konu olduğu bilinmektedir. Hayvan hakları bir yana, insan haklarıyla ilgi sorunların çözülemediği, insanın insana düşman olduğu; modern insanın “öteki” olarak tanımladığı hemcinslerinin hakkını, hukukunu, maddi ve manevi şahsiyetini yok etmeye çalıştığı, etnik temizliklerin yapıldığı bir zamanda yaşıyoruz. Osmanlı toplumunda hayvanların korunması ve onlara herhangi bir şekilde zulüm ve işkence edilmemesi için de bazı kanuni tedbirlerin alındığını görüyoruz. Böylece, “hayvanlara iyi bakma ve zulüm etmeme” ilkesinin insanların vicdanına ve kişisel kararlarına bırakılmayarak, konuyla ilgili gerekli önlemlerin alındığı görülmektedir.
Vakıflar ve Çevre
Osmanlı dönemi vakıflarının hizmet alanının herhangi bir ayırım yapmaksızın bütün mahlukata dönük olduğunu görüyoruz.
Batılı bir ilim adamının çok güzel ifadesiyle “vakıflar kuruldukları günden beri, Müslüman toplumuna değeri ölçülemeyecek hizmetlerde” bulunmuşlar; başta “camiîlerin, üniversitelerin, yurtların, zaviyelerin, hastane, tımarhane ve mezarlıkların bakımı ve bazen de inşa edilmesini” üstlenmişlerdir. Dahası “şehir savunması, hıfz-ı sıhha, yolların aydınlatılması, yargıçların (kadı) ve diğer din görevlilerin maaşlarının ödenmesi”nin yanı sıra, “vakfı bağışlayan şahısların kişisel istekleri doğrultusunda hayvanların korunması ve beslenmesi, eşekler, leylekler ve güvercinler, şehir pazarlarına içme suyu temin edilmesi” ve hatta “durumu müsait olmayan genç kadınlara çeyiz hazırlanması” gibi çeşitli konularda maddi destek sağlamışlardır.
Yine vakıfların muhtaçlara “aynî-nakdî yardımlarda bulunma, yoksulların doyurulması, hastaların tedavi edilmesi, çevrenin temizliği, şehirlerin yol ve kaldırımlarının tamiri” gibi toplumsal hizmetlerin yanında, bugün belediye teşkilatlarının yaptığı birçok hizmeti de karşılıksız olarak ve sivil toplum ruhuyla yaptığı görülmektedir.
Konumuz açısından en dikkate değer olan vakıf türü ise hayvanlarla ilgili kurulan vakıflardır. Hayvanlar için kurulmuş olan vakıfların iki kısma ayrıldığı görülmektedir. Birincisi, geçici vakıflardır. En yaygın olan hayvan vakıfları bu türden olanlardır. Hayırsever kimseler, ya belirli bir miktar para ayırarak bunu kasap ve fırıncılara veya görevlendireceği herhangi bir kimseye vererek, her gün sahipsiz kediler ve köpeklere et ve ekmek dağıttırır veya kendisi her gün et veya ekmek satın alarak onları doyururlardı.
Osmanlı insanının, sadece hayvanların bakım ve beslenmeleri için vakıflar kurmakla yetinmedikleri, ayrıca hastalandıkları zaman, tedavi işleriyle de uğraştıkları; bu maksatla hayvanlar için özel hastaneler açtıkları da görülmektedir. XVII. Yüzyılda Osmanlı ülkesini gezmiş olan Fransız avukat Guer Şam’da hastalanan kedilerle köpeklerin tedavisine mahsus bir hastanenin varlığından bahsetmektedir.
Osmanlı toplumundaki insan-çevre ilişkisini en iyi tasvir edenlerden biri ünlü Fransız şair Lamartine’dir:
“…canlı ve cansız mahlûkatın hepsiyle iyi geçinirler: Ağaçlara, kuşlara, köpeklere, velhasıl Allah’ın yarattığı her şeye hürmet ederler; bizim memleketlerde başıboş bırakılan veyahut eziyet edilen bu zavallı hayvan cinslerinin hepsine şefkat ve merhametlerini teşmil ederler. Bütün sokaklarda mahalle köpekleri için muayyen (belirli) aralıklarla su kovaları sıralanır; bazı Türkler, ömürleri boyunca besledikleri güvercinler için, ölürken vakıflar kurarak, kendilerinden sonra da (bu hayvanlara) yem serpilmesini sağlarlar” .
Osmanlının çevreyle ilgili bakış açısını görebileceğimiz bir diğer alan ise minyatür ve tezhiplerdir. Bunlar dikkatle incelenirse, insanoğlunun hayalindeki, stilize edilmiş, ağaç, kuş, çiçek ve hayvan figürleri; masmavi göğü, yeşil çimenleri, çiçeklerle bezeli dağları, masmavi akan dereleri ile bu resimlerin adeta cennetin irem bağlarını temsil etmekte oldukları görülür. Yine bu minyatürlerdeki insan figürlerine dikkat edilirse, bunların sol elinde İslamî temizliği, tazeliği ve inceliği sembolize eden bembeyaz bir mendil; sağ elinde ise, insan-çevre uyum ve dengesini sembolize eden bir gonca gül bulunduğu görülür. Bu tablo bize, Osmanlı kültür medeniyetinin insanın çevresi ile bir bütün olduğunun örneğini apaçık olarak göstermektedir.
Sonuç olarak, Osmanlı Müslüman toplu¬munun, hem insana, hem de diğer tüm varlıklara karşı sevgi ve hürmete dayanan bir anlayış geliştirdikleri görül¬mektedir. Bu anlayışın bir sonucu olarak, farklı din, dil, ırk ve kültüre mensup insanlarla olumlu ilişkiler geliştirirken, tabiî çevreyle de sevgi, merhamet ve emanete dayalı bir anlayış ve tavır geliştirdiği görülmektedir. Bu anlayışın dayandığı temel irdelendiğinde ise, diğer unsurların yanında asıl belirleyicinin İslâmî Dünya görüşü olduğu görülmektedir. Bu temel ve belirleyici değerlerin Padişahtan tutun da sıradan halka kadar toplumun tüm kesimlerine nüfuz ettiğine ulaşabildiğimiz mevcut veriler tanıklık etmektedir. Bununla beraber, bu değerlere göre davranmayan ve çevreye zarar verenleri ise, yine bu değerlerin vücuda getirdiği hukukî müeyyidelere muhatap oluşlardır.
Eklemek istedikleriniz?
Tabii, çevre konusunda çok şey söylenebilir. Ya da söylenemez. Bu sizin bakış açınıza bağlı. Ancak sadece kendimiz için değil, ailemiz, çocuklarımız, torunlarımız ve dünya denen gemide birlikte yolculuk ettiğimiz diğer canlılar bizim için önemli ise, çevre sorunlarına duyarlı olmak mecburiyetindeyiz. Çevreci kuruluşlara işbirliği yapmak zorundayız. Aksi takdirde dünyayı ve doğal kaynakları sömürüp talan eden bir zihniyet, sadece bizim değil, çocuklarımızın ve torunlarımızın geleciğini de mahvedecekler. Bu konuda hepimizin çok duyarlı olması gerekiyor. Çevreciliğin bana öğrettiği derslerden birisi de dini, inancı, kültürü, rengi ve dili farklı insanlarla aynı dava için çalışabilmemdir. Zira içinde yaşadığımız ve Mevlana’nın “anamız” olarak tanımladığı tabiata sahip çıkmayı; etrafımızdaki her tür biyolojik zenginliği anlama ve korumayı insanlığın ortak bir davası olarak görüyorum.
Özetlersem, çevrecilik bir moda değil. İnancımızın özünden kaynaklanan ve etrafımızdaki âlemi yepyeni bir şekilde algılamanın adıdır. Dünyamızı evimiz olarak algılamak ve evimize sahip çıkmak; onu temiz tutmak, dengesine dikkat etmektir. Temiz tutmayı çok geniş anlamda kullanıyorum. Başta insanlar olmak üzere hiçbir canlıya zulmetmeme; vicdanını kirletmeme olarak anlıyorum. Dünya denen bu evde bizden başka insanların ve canlıların yaşadığını çevre bilim bize gösteriyor. Biyolojik zenginlik gibi, kültürel çeşitliliği ve farklılıkları da insanlığın bir mirası olarak görüp saygı duymak durumundayız.
Bu kitap projesini düşünenlere ve düşünceden fiiliyata geçirenlere kendim ve mensubu olduğum canlılar âlemi adına teşekkür etmek isterim.