Niyazi BEKİ
Dört kelimelik bir imtihan dünyası
Bilindiği üzere imtihanlarda başarısız olanlardan çoğu, imtihan esnasında bir şekilde sorulara gereken dikkati yöneltemediğinden ve bu sebeple de doğru cevap veremediğinden şikâyetçi.
İnsan sözcüğü, etimolojik yapısı itibariyle iki önemli manaya gelir. Birisi: yaratılmışların gözbebeği anlamındaki “insan” kavramı; diğeri ise: unutkanlık anlamındaki “nisyan” kavramıdır.
Bu iki anlamıyla insan, birbiriyle çelişen iki ayrı yelpazede hayat sürdürmektedir. Bir taraftan kâinatın gözbebeği, yeryüzünün halifesi rütbesine terfi ettirilmiş ve bu sebeple de yüce Yaratıcı karşısında büyük bir sorumluluk üstlenmiş bir varlık. Diğer taraftan bu sorumluluğun gereğini yerine getirmesine engel olan unutkanlığı.
Örneğin: beş kuruşa değmeyen bir işi takip etmek için günlerini verirken, paha biçilmez değerdeki işleri unutuverir. Merak saikasıyla –belki de hiçbir yarar veya zararı olmayan- Ay’da ne var ne yok diye koca bir serveti ve koca bir ömrü harcar, fakat ölüm -yarar veya zararı muhakkak olan- ötesindeki hayatta ne var ne yok diye merak edip de günde birkaç dakikasını bu konuya ayırmaz.
Bediüzzaman Hazretleri, şu imtihan dünyasında asla unutulmaması gereken ve kendisinin kırk yılda öğrendiği dört sözcüğü şöyle açıklar:
“Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim; tafsilen beyan edilecektir. Burada yalnız icmalen işaret edilecektir. Kelimelerden maksad: Mana-yı harfî, mana-yı ismî, niyet, nazardır.”(Mesnevii Nuriye, 51-51)
Bu kavramları kısaca şöyle açıklayabiliriz:
Mana-yı Harfi: Arap edebiyatında harf diye ifade edilen edatlar vardır. Onların bağımsız bir manaları yoktur. Onlar sadece içinde bulundukları ifadenin manasının anlaşılması için vardır. Mesela: bir tahkik edatı olan “İnne” tek başına bir şey ifade etmez. Ancak “inne’l-mevte hakkun” ifadesinin başında yer aldığı zaman: “muhakkak ki ölüm haktır” şeklinde ölümün hak olduğunu tahkik, teyit ve tekit eder.
Buna göre, kâinata mana-yı harfiyle bakmanın anlamı; kâinatı bir edat olarak kullanıp asıl maksat olan yaratıcıyı bulmaktır. Yani sanat içeririnde sanatkâra bakmak, eser içinde eserin sahibini görmek; resmin arka planında hakiki ressamın ilim ve kudretini anlamaya; yaratıkların varlığı penceresinden yaratıcının vacibul-vücud/aklen zorunlu olan varlığını idrak etmeye çalışmak... İşte bunu asla unutmamak gerekir.
Mana-yı ismi: Gramer kuralı olarak her ismin bir anlamı vardır. İsmin anlamı bağımsız bir anlamdır. Mesela: İnsan, gök, yer, cennet, cehennem, kalem, defter, kainat, evren gibi kelimeler birer isimdir. Bu isimler anıldığında kendi öz anlamları akla gelir. Ancak, beyan felsefesi açısından bakıldığında, bu isimlerin iki ciheti olduğu görülür: Bir ciheti halka bakar, bir ciheti Hakka bakar. Örneğin bir A harfi, kendini kendi hacmi kadar gösterirken, yazarını hacminden kat be kat fazla gösterir. Sözgelişi, yazarının canlı, şuurlu, bilgili, okuma-yazması olan, eli kalem tutan ve benzeri bir çok vasfını gösterir.
Üstadın ifadesiyle: “Cenab-ı Hakk'ın masivasına (yani kâinata) mana-yı harfiyle ve Onun hesabına bakmak lâzımdır. Mana-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak hatadır. Evet her şeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakk'a bakar. Diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakk'a bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakk'a bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde gibi olmalıdır. Binaenaleyh nimete bakıldığı zaman Mün'im, san'ata bakıldığı zaman Sâni', esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.” (a.g.y). Bu husus imtihanın temel omurgasıdır, asla unutulmaya gelmez.
Niyet: İnsanın herhangi bir konu hakkında kendi içinde taşıdığı gaye ve amacı ifade eder. Nazar ise; bakış açısı demektir.
Şu imtihan dünyasında çok önemli bir yer tutan sözlerin ve işlerin mahiyetini değiştiren niyet ve nazar, iç içe giren girift birer unsur olduğu için Bediüzzaman hazretleri ikisini bir arada kullanmıştır: “Ve keza nazar ile niyet, mahiyet-i eşyayı tağyir eder/eşyanın mahiyetini değiştirir. Günahı sevaba, sevabı günaha kalbeder. Evet niyet âdi(adetten olan basit) bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbeder. (nitekim), Maddiyata esbab hesabıyla bakılırsa cehalettir. Allah hesabıyla olursa, marifet-i İlâhiyedir.(Mesnevi-i Nuriye ( 51 - 52 )
Sözkonusu mana-yı harfi çerçevesinde şekillenen niyet ve nazar/bakış açısı ile kâinata bakan; kozmik, jeolojik, biyolojik, embriyolojik ve zoolojik manzaralara dikkat eden, arkeolojik ve sosyolojik fenomenleri teemmülle temaşa eden bir kimsenin yüce yaratıcıyı unutması mümkün olmadığı gibi ölümü ve ölüm ötesini de unutması mümkün değildir.
Yukarıdaki dört kavramdan oluşan hayat kompozisyonda şu dört ana fikir büyük önem kazanmaktadır:
Birincisi: Ben kendi kendime malik değilim. Benim malikim, ancak kâinatın da maliki olan Allah’tır. O halde benim vücudum benim mülküm değil ki, onda istediğim şekilde tasarruf hakkına sahip olayım. Bilakis, ruhum ve bedenimin maliki Allah olduğuna göre, onun rızası dışında bunları kullanma yetkisine sahip değilim. Bu fani dünya hayatında unutmamak gereken en önemli bir gerçek budur. Asıl mal sahibinin mülkünü onun izni dairesinde kullanmak gerekir. Yoksa emanete hıyanet cezası mukadder olacaktır.
İkincisi: “Ölüm haktır.” Evet bu hayat ve bu beden şu azîm dünyaya direk olacak kabiliyette değildir. Zira onlar demir ve taştan değildir. Ancak et, kan ve kemik gibi mütehalif/farklı şeylerden terekküb etmiş. Kısa bir zamanda içtimaları, birleşmeleri varsa da, iftirakları ve dağılmaları her vakit melhuzdur. “Her nefis mutlaka ölümü tadacaktır” mealindeki ayetin külliyetinde şu mânâlar ifade edilmektedir: "Nev'-i insanî bir nefistir, dirilmek üzere ölecek. Ve Küre-i Arz dahi bir nefistir, bâki bir surete girmek için o da ölecek. Dünya dahi bir nefistir, âhiret suretine girmek için o da ölecek!"(Lemalar, 231). İşte asla unutulmaması gereken bir husus da ölüm ve ölüm ötesidir.
Üçüncüsü: “Rabbim birdir” demek, Allah’ın birliğine iman etmek. Evet herkesin bütün saadeti, bir Rabb-ı Rahîm'e olan teslimiyete bağlıdır. Aksi takdirde pek çok rablere muhtaç olur. Çünki insan, câmiiyeti itibariyle bütün eşyaya ihtiyacı ve alâkası vardır. Ve her şeye karşı (hissederek veya etmeyerek) teessürü elemleri vardır. Bu ise tam cehennem gibi bir halettir. Fakat erbab(rab olarak) tevehhüm edilen esbab yed-i kudretine bir perde olan Rabb-ı Vâhid'e teslimiyet, firdevsî bir vaziyettir.
Dördüncüsü: اَنَا ile tabir edilen “benlik”, yani insanın kendine bir vücut, bir varlık, bir değer, bir kıymet vermesidir. Ancak bu varlığa bakışı iyi ayarlamak gerekir. Bu benliğe mana-yı harfiyle bakmak, Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarını ve şuunatını bilmek için bir santral ve bir vâhid-i kıyasî olduğu nazarıyla değerlendirmek gerekir. (Mesnevi-i Nuriye, a.g.y )
Son sözümüzü Üstadın şu şirin sözleriyle bitirelim:
“Evet bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve safi lezzet elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenab-ı Hakk'ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen; nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten mübtela olur.
Evet şu perişan dünyada, âvâre nev'-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta; sahibsiz, hâmîsiz bir surette; âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder. İşte bu âvâre nev'-i beşer içinde, bu perişan fâni dünyada; insan, sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar bîçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh (o korkunç yalnızlık yeri olan) dünya, bir tenezzühgâha (gezinti yerine) döner ve bir ticaretgâh olur.(Asa-yı Musa, 226 ).
Bir insan olarak -DÖRT KELİMELİK BİR İMTİHAN DÜNYASINDA- unutkanlık tarafımızı unutup, kâinatın göz bebeği olmaya ne dersiniz…!
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.