Selim GÜNDÜZALP

Selim GÜNDÜZALP

Duâ çınarları

Erkenden kalkar, abdestlerini alıp, seccadelerinin yönünden bakarlardı dünyaya. On parmağı ile tesbihi tutarlardı hep. Böyleydi daha düne kadar. Evlerimizde baş tacıydılar. Odalarda ışıklar erkenden yanardı. En erken onlar uyanırdı evlerde. Çok
konuşmazlardı. Lüzum oldukça ve bilgece derlerdi, diyeceklerini.

Kulağımıza gelen mırıl mırıl seslerden anlardık namaz da olduklarını ya da Kur’an okuduklarını. Gelen günü erkenden onlar karşılardı. 

Hayat, insanda fikirle uyanır. Fikir, zikirle; zikir, şükürle tamamlanır. Bir bardak suyun, bir yudum çayın, bir lokma ekmeğin,
o aziz ekmeğin kırıntısının dahi kıymetini bilirlerdi. Serçeler, kuşlar, daha nice erkenci sesler karışırdı zikirlerine. Onlar bu dünyada yapılacak ne kadar çok şey olursa olsun, yapılması gerekeni yaparlardı önce. Yani Allah’ı anmayı ve ibadeti. Fikreder, zikreder, şükrederlerdi.

Kolay değildi onlar için evden çıkıp sokaktaki kalabalıklara karışmak. Sokağın, çarşı pazarın tekin olmadığını bilirlerdi. Besmelesiz, âyet-el kürsisiz düşmezlerdi yollara. Duâları kuşanmadan çıkmazlardı asla. Ve yolların hakkını verirlerdi. İnsanları selâmlamadan geçmezlerdi. Birçoğunun sırtında hafif bir kambur vardır. Dik yürümekten çekinirlerdi. Gözlerini haramdan korumak için ayakuçlarına bakarlardı, buna özen gösterirlerdi. Başları hep hafif öndeydi. Nereye giderlerse gitsinler, hangi
topluluğa girerlerse girsinler, onları seven ve davet eden çıkardı hep. 

Akşamları eve erken dönerlerdi. Elleri hiç boş olmazdı. Kendi nefislerine sıkı ama ev halkına karşı cömert insanlardı. Hayrın da israf olmadığını iyi bilirlerdi. “Az veren candan, çok veren maldan” derlerdi.

Şimdi ne oldu bu insanlara? Nerdeler? Beyaz bulutlar gibi çekilip gittiler mi, yoksa mavi göklerdeler mi? Selâmın en hasını, merhabanın en içtenini dolu dolu söyleyen ağızlar, onlarınkiydi. Çalışmak için çalışmaz, yürümek için yürümez, yaşamak için yaşamazdı onlar. Çalışmayı, yürümeyi, konuşmayı, yaşamayı ibadet bilirlerdi. Bir günlerini bile anlatmak için bir hafta bile yetmez onların.

Ufaktım, hatırlarım, bu saygıdeğer ihtiyarlar dükkânımıza teşrif ettiklerinde, rahmetli babam hemen ayağa kalkardı. El bilmez, yabancı bilmezdik onları. Dede bilirdim, dede derdim. “Hüsnü Dede”, “Hüseyin Dede”… Hâlâ hatırladığımda onları, gözlerim buğulanır. Dedemden farklı değildir gönlümdeki yerleri. 

Nasıl bir ağaç çiçek açtığında, sevindirirse insanları, onlar da karşımıza çıktığında ya da hanemize misafir olduğunda, öyle sevinirdik. Her adım atışlarında, her davranışlarında sayısız hikmet vardı onların. O küçücük ellerimi sıkarken pamuk elleri, sırtımı sıvazlarken, başımı okşarken o yumuşacık elleri ne hoştu. 

Duâlıydı hep dilleri. Üzerimizde bir zırh gibi, sıcak bir iklim gibi, hâlâ dolaşır durur duâları, hissediyorum. Güneşin doğuşuyla güne başlamak, sonra akşam olunca eve dönmek değildi onların işleri. Böyle yaşamak, herkesin işi. Onlarınki, hayatı kul gibi incelikli yaşamaktı. Fikirli, zikirli, şükürlü. Bir baktılar mı, içiverirlerdi gözlerinin siyahlarıyla. Allah için ne varsa, bir nefes gibi çekerlerdi içine baktıkları her güzel şeyi. Fikirleri, zikirleriydi. Zikirleri, şükürleriydi. Kahramanımızdı bizim o ihtiyarlar, kahramanımız.

Hayatta her şey, düşünceyle başlar. Onların ağır hareket eden o dudakları, bir şeyler konuşmaya başladı mı, kulak kesilirdik hemencecik. Ah, o en basit hatıralar bile, ne kadar da değerli olurdu o zaman. Gökyüzü genişlerdi birden. Ağaçlar uyanırdı hemen. Kederler, dertler, varla yok arasıydı onlar konuşurken. Acılar da öyle, soğuklar da öyle. Kahramanlarımızdı onlar. Güneş gibi adamlardı onlar. Neşe ve moral kaynağımızdı. Yerden göğe kadar sırtımızı yasladığımız sağlam duvarlardı.

Ey mübarek ihtiyarlar! Girdikleri mekânı ısıtan insanlar… Gölgelerinden bile sessizdi attığı adımlar. Bir değişim geçiriyor şimdi dünyamız. Nereye gitti bu mübarek insanlar, nereye? Şimdi ne oldu bu insanlara? Nerdeler? Bulutları çekilip gitmiş mavi göklerdeler mi? Güller sararıp solar; geriye tohumları kalır. Güneş söner gider; içimizde ışıkları kalır. Bu insanlar nereye
gittiler, nereye? Bir koku, bir renk yok mu onlardan geriye?

Biri çıkıp gelse de, onlardan biri, bir selâm verse, bir merhaba dese… Selâmıyla dolsa, taşsa evlerimiz, sokaklarımız… Aşk
içinde, iman içinde, ümit içinde yaşardı onlar. Ne bitti, ne gitti de, kayboldu onlar? Bilmem hangi canlının dünyadan çekilip gidişine bu kadar kafa yoran aklı evveller, kendi türünden bu mübarek insanların nereye gittiğini niye merak etmezler
ki, niye arayıp sormazlar ki? Anlamak zor. Dinozorları incelemekten, bu mübarek insanların neslinin niye tükenmek üzere olduğunu araştırmaya vakit yok hâlâ.

Yaşadılar, bitti ve gittiler mi? Hepsi bu kadar mı? Yazık, çok yazık. Bırakın ağacı, koparılan bir dala bile ağlardı onlar.
Düşen çocukların yaralarını en evvel onlar sarardı. Yağmur gibi insanlardı onlar. Rahmet, onlarla beraber inerdi ve ardından güneş… Geceye, gündüze doğan güneşti onlar evlerimizde. Güneşe karşı güneştiler. Bir çaresi, bir yolu yordamı olmalı bu işin. Nereye gittiyse o mübarek ihtiyarlar, eğer eski bir odanın, ya da eski bir ihtiyar kahvesinin içindeyse, hangi mescidin,
hangi caminin hangi köşesindeyse, çıkıp gelsinler artık.

Pamuk ellerinde kehribar tesbihleriyle… ne olur gelsinler? Bekliyoruz yıllardır. Limonlu çaylar, ıhlamurlar da onları bekliyor. Gül kokan, karanfil kokan odalar, cam önleri de.

Bırakın konuşmayı, bir bakışları yeterdi bazen her şeyi anlatmaya. Farkında mısınız? Yalnızız artık. Yapayalnız… Kuşatırlardı etrafımızı şefkat dolu, rahmet dolu tavırlarıyla bir orman gibi. Ormanlardaki ağaçlar, ağaçlardaki cıvıl cıvıl sesler gibi…
Onlar, bizim için yaşarlardı. Söylemeseler de bakışlarından anlardık. Bir çocuk, bir de ihtiyar… Hayatın iki ucu. Onlar susadığında, yağmur yağardı. Onlar üzüldüğünde, güneş açardı. Onlar konuştuğunda, kuşlar susardı. Fikirleri, zikirleri, şükürleri vardı. Sıra sıra uğurladık. Bir büyük yolculuğa çıktı onlar. Ve dünyamız onlar gitti gideli, yapayalnız, ıssız kaldı.

Belli olmaz bir de bakmışsınız, çıkıp gelivermişler bir sabah uyandığımızda, yine aramızda olurlar belki. Ya da biz gözümüzü açıvermişiz onların diyarında… Her şey mümkün. Kim bilir? Kim bilebilir Allah’tan başka? Gittiği yerden dönen mi var diyeceksiniz ama bizim ki yine bir ümit işte. Gerçekleşmeyeceğini bilsek de bekleyeceğiz onları.

Şimdi anlıyoruz, insan sadece sofradaki nimetlerle beslenmezmiş. Ruhun da gıdası varmış. İhtiyarlar, o mübarek insanlar, hayatımızı besleyen sebillermiş, çeşmelermiş. Rahmet, oradan yayılırmış, onların üzerinden inermiş, evimize öylece gelirmiş.
Ey evinde ihtiyarlar olan, yaşlı insanlar, analar, babalar, teyzeler, nineler, dedeler bulunan aileler! Kıymetlerini bilin. Aman ha, elinizden kaçmasın bu hazineler. Bir tay gibi hızlıdır gidişleri. En çok onlar, torunlar üzülecek. Bizim için normal her şey. Alışmak kolay gidişlerine. Ama torunlar, için kolay değil. En güzel bakışlar onlarındı. En güzel duâlar, en güzel şükürler de. Şükrü güzel olanın fikri çirkin olur mu, zikri çirkin olur mu hiç?

Can eriğimizdi bizim onlar, can eriğimiz. Sevgili dedelerimiz, ninelerimiz… Bir karışlık köşelerinde âhiret yolculuğu için kefen paraları saklardılar. Sıralı, sayılı istasyonlardan, nefes nefese ama hiç israf etmeden geçişleri ne harikaydı. Ve bir gün bizi çağırıp yanlarına, bilgece konuşmalarıyla, tozumuzu alırlardı. İlk defa bakardık gerçeğin penceresinden. Gözlerimiz büyür, açılır
kocaman olurdu. 

Konuştular mı, Allah namına konuşurlardı. Ağızlarından ilk çıkan söz, duâlı bir söz olurdu. Ve sonra kesintisiz bir deniz gibi… Söyledikleri bizim sahillerimize de vururdu. Kendimize gelirdik, biz olurduk. Gül kokar, güneş olurduk. Boşluk yok, karanlık yok, ölüm yok olurdu. Onları dinlemek, ibadet olurdu. Şimdi birçok insan kendi acılarına bile katlanamazken, onlar değil bir ailenin, mahâllenin bile acılarına derman olurlardı. Biz en iyisine ulaşalım, biz en güzeline kavuşalım diye geride duran duâ çınarlarıydı onlar. Hayatın içindeki hikmeti keşfetmişti onlar.

Attar dükkânıydı sanki her biri. Her endişenin, her derdin ilâcı vardı sözlerinde. Hoş bir koku vardı, fikirlerinde, zikirlerinde ve şükürlerinde. Bir dal gibi uzayıp giderlerdi onlar içimizde. Boşuna yaşamazlardı. Allah için yaşamak… İşte onların işi buydu. Yaşamak bir sanattı, Allah için yaşamak, en büyük bir sanattı onlar için.

Yollar, evler, kapılar, pencereler, onlarla güzeldi. Oturdukları yerlerde yeşillikler biterdi. Siz gökyüzündeki bulutların öteye beriye boşuna mı koşuştuğunu zannedersiniz? Onlar nöbet beklerlerdi. Sıcak bir günde bir ihtiyarın başını gölgelemek için yolunu gözlerlerdi. Onların bulunduğu sofralar ne güzeldi. Peygamber âdeti diye başlardık besmeleyle, sonunu ‘elhamdülillahla’
bitirirdik. Onlar ise, her lokmada, her yudumda hiç zahmetsiz ‘bismillah’ derlerdi.

Er ya da geç, ansızın gideceklerini bilirlerdi. Hazırlıklıydılar. Onun için kolları hep açıktı. O kollara sığacak kaç gönül, kaç insan vardı… Şimdi bir yanımız üşüyorsa, şarkılar, sözler içimizi ısıtmıyorsa, bu duâlı ağızların yokluğundandır. Nereye gitti bu insanlar? Nereye gitti bu mübarek ihtiyarlar, nereye? Baktıkları yere doğru gittiler. Aynı yerden bakın bakalım onların gözüne görünen, size de gözükecek mi? 

Ey imanlı ihtiyarlar, dedeler, nineler, babaanneler, anneanneler, nerdesiniz? Nerelerdesiniz? Özledik! Kalbimizin kapısı açık. Size bütün kapılar açık. Kıymetinizi bilemedik. Gittiğiniz yerden duâlar gönderiniz. Unutmayınız bizleri. Ey mübarek ihtiyarlar… Yine avutunuz, uyutunuz bizi. Fikrinizle, zikrinizle, şükrünüzle… Sizi hatırladıkça mes’ud her şey. Dün öyleydi, bugün de öyle. Hayata yeniden başlardık sizleri görünce. Şimdi yine öyle. Hayata yeniden başlayacağız sizleri anınca. Ne bereketli insanlarsınız sizler. Bitmek tükenmek bilmeyen hazineler bıraktınız geride. Gelecek günlerin güzelliği, iyiliği, ümidin, neş’enin en dolusu, en hası, sizleri anar anmaz, yine doluyor dünyamıza. Özledik hayat şekerlerinizi. Özledik pamuk ellerinizi. Zikirlerinizi,
şükürlerinizi, fikirlerinizi özledik. 

Soğuk evlerde niye üşümezdik, şimdi anlar olduk. Siz sadece evleri değil, sokakları, şehirleri bile ısıtıyordunuz. Peşiniz sıra rahmeti götürüyordunuz. Ya gelin yine dünyamıza, ya da bizi de alın yanınıza…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum