Dünyanın en doğru haberi: AHİRET
Günlük Risae-i Nur dersi...
Bismillahirrahmanirrahim
Haşre mâni hiçbir şey yoktur;
muktazî ise, her şeydir.
Evet, mahşer-i acâib olan şu koca arzı âdi bir hayvan gibi imâte ve ihyâ eden ve beşer ve hayvana hoş bir beşik, güzel bir gemi yapan ve güneşi onlara şu misafirhânede ışık verici ve ısındırıcı bir lâmba eden, seyyârâtı meleklerine tayyâre yapan bir Zâtın, bu derece muhteşem ve sermedî Rubûbiyeti ve bu derece muazzam ve muhît hâkimiyeti, elbette yalnız böyle geçici, devamsız, bîkarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekâsız, nâkıs, tekemmülsüz umûr-u dünya üzerinde kurulmaz ve durmaz.
Demek,
Ona şâyeste,
dâimî,
berkarar,
zevâlsiz,
muhteşem bir diyâr-ı âher var,
başka bâkî bir memleketi vardır.
Bizi onun için çalıştırır. Oraya dâvet eder ve oraya nakledeceğine, zâhirden hakikate geçen ve kurb-u huzuruna müşerref olan bütün ervâh-ı neyyire ashâbı, bütün kulûb-u münevvere aktâbı, bütün ukûl-ü nurâniye erbâbı şehâdet ediyorlar ve bir mükâfat ve mücâzât ihzâr ettiğini müttefikan haber veriyorlar ve mükerreren pek kuvvetli vaad ve pek şiddetli tehdit eder, naklederler.
Hulfü'l-vaad ise, hem zillet, hem tezellüldür. Hiçbir cihetle celâl-i kudsiyetine yanaşamaz.
Hulfü'l-vaîd ise, ya afdan, ya aczden gelir. Halbuki, küfür cinâyet-i mutlakadır, (Haşiye) affa kâbil değil. Kadîr-i Mutlak ise, aczden münezzeh ve mukaddestir.
Şâhidler, muhbirler ise, mesleklerinde, meşreblerinde, mezheblerinde muhtelif oldukları halde, kemâl-i ittifak ile şu meselenin esâsında müttehittirler.
Kesretçe tevâtür derecesindedirler; keyfiyetçe icmâ kuvvetindedirler; mevkîce her biri nev-i beşerin bir yıldızı, bir tâifenin gözü, bir milletin azîzidirler; ehemmiyetçe şu meselede hem ehl-i ihtisas, hem ehl-i ispattırlar.
Halbuki, bir fende veya bir san'atta iki ehl-i ihtisas, binler başkalardan müreccahtırlar ve ihbarda iki müsbit, binler nâfîlere tercih edilir. Meselâ, Ramazan hilâlinin sübûtunu ihbar eden iki adam, binler münkirlerin inkârlarını hiçe atarlar.
Elhâsıl, dünyada bundan daha doğru bir haber, daha sağlam bir dâvâ, daha zâhir bir hakikat olamaz. Demek, şüphesiz dünya bir mezraadır, mahşer ise bir beyderdir, harmandır; Cennet, Cehennem ise birer mahzendir.
Haşiye: Evet, küfür mevcudâtın kıymetini ıskat ve mânâsızlıkla ittiham ettiğinden, bütün kâinata karşı bir tahkir; ve mevcudât aynalarında cilve-i esmâyı inkâr olduğundan, bütün esmâ-i İlâhiyeye karşı bir tezyif; ve mevcudâtın Vahdâniyete olan şehâdetlerini reddettiğinden, bütün mahlûkata karşı bir tekzib olduğundan, istidad-ı insanîyi öyle ifsad eder ki, salâh ve hayrı kabule liyâkati kalmaz. Hem, bir zülm-ü azîmdir ki, umum mahlûkatın ve bütün esmâ-i İlâhiyenin hukukuna bir tecavüzdür.
İşte, şu hukukun muhâfazası ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizliği, küfrün adem-i affını iktizâ eder. Muhakkak ki şirk pek büyük bir zulümdür. (Lokman Sûresi: 13.)) şu mânâyı ifade eder. (Sözler sh. 80)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
HAŞR : Yeniden dirilip toplanmak. ikinci diriliş.
MUKTAZÎ : Gerekçe, gereklilik.
MAHŞER-İ ACÂİB : Herkesi hayrete sevkeden toplanma. Veya toplanma yeri. * Hayret edilecek harika şeylerin bulunduğu yer.
ARZ : Yer, dünya; sunma, takdim etme
İMÂTE : Ölü hâle getirmek, öldürmek; fena, heder etmek.
İHYÂ : Diriltme, hayat verme.
BEŞER : İnsan.
SEYYÂRÂT : Gezegenler. Bir yerde durmayıp yer değiştiren şeyler.
TAYYÂRE : Uçak.
SERMEDÎ : Ebedî, sürekli.
RUBÛBİYET : Cenâb-ı Hakkın her zaman, her yerde ve her mahlûka muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onu terbiye etmesi ve idâresi altında bulundurması vasfı.
MUHÎT : İhâta eden, herşeyi kuşatan ve herşeyi içerisine alan; etraf, çevre.
BÎKARAR : Kararsız, yerinde durmayan.
MÜTEGAYYİR : Değişmiş, başkalaşmış, bozulmuş.
BEKA : Varlığı devam ettirme; devamlılık, sonsuzluk.
NÂKIS : Noksan, eksik, tamam olmayan.
TEKEMMÜL : Olgunlaşma, kemâle doğru gitme.
UMÛR-U DÜNYA : Dünya işleri.
ŞÂYESTE : Uygun, yaraşır, lâyık.
BERKARAR : Kararlı. Yerleşmiş. Devamlı.
ZEVAL : Zâil olma, sona erme.
DİYÂR-I ÂHAR : Başka memleketler.
KURB-İ HUZUR : Allah'a manevî yakınlık.
MÜŞERREF : Şereflenen.
ERVAH : Ruhlar.
NEYYİR : (Nur. dan) Nurlu, parlak, ışıklı cisim.
ASHÂB : Sahipler, arkadaşlar.
MÜNEVVERE : Nurlanmış, aydınlanmış.
AKTAB : Velilerin üzerinde tasarrruf edebilen büyük mürşidler, kutuplar.
ŞEHÂDET : Şâhitlik; Allah tarafından Peygamberimize bildirilen herşeyi kabul ve tasdik etme.
MÜCÂZÂT : Cezâlar.
HULFÜ'L-VAAD : Ahdinden dönme, verdiği sözü yerine getirmeme.
ZİLLET : Aşağılık, horluk, alçaklık.
TEZELLÜL : Alçalma, hor ve hakir olma, zillete düşme.
CELÂL : Sonsuz büyüklük, haşmet, ululuk, yücelik ve haşmet sahibi olan Allah.
HULFÜ'L-VAİD : Ahdini isteyerek yapmama
ÂCZ : Güçsüzlük, kudretsizlik.
MÜNEZZEH : Kusur ve noksanlıktan uzak olan, hiçbir şeye muhtaç olmayan, pâk, kusursuz.
MUKADDES : Kudsî, temiz, pâk, ârî.
MUHBİR : Haber veren, ihbâr eden.
MÜTTEHİD : Birleşmiş, birleşik.
TEVÂTÜR : İçinde yalan ihtimâli bulunmayan ve birbirlerine kuvvet veren haberlerden oluşan büyük bir topluluğa ait haber.
İCMÂ : Fikir birliği. Bir meselede âlimlerin ittifak etmesi.
MÜRECCAH : Daha üstün kabul edilen, tercih edilen.
MÜSBİT : İspat eden.
NÂFİ : Menfaatli, faydalı, şifalı.
SÜBÛT : Sabit oluş. Kesin olarak meydana çıkmak.
MÜNKİR : İnkârcı, kabul etmeyen.
MEZRAA : Tarla. Ekilip mahsul alınan mülk, yer.
BEYDER : f. Ekin harmanı.
MAHZEN : Hazîne veya defîne gibi şeyleri koruyacak yer; erzak yeri
ISKAT : Düşürmek, hükümden kaldırmak.
TAHKİR : Hakaret etme, horlamak, aşağılamak.
TEZYİF : Çürütme, küçük düşürme, küçük görme, alaya alma.
MAHLÛKÁT : Yaratılmışlar. Varlıklar.
TEKZİB : Yalanlamak, bir işe inanmayıp inkâr etmek, yalan olduğunu söylemek.
LİYÂKAT : Lâyık olmak, iktidar, ehliyet.