Halil KÖPRÜCÜOĞLU

Halil KÖPRÜCÜOĞLU

Eğitim Sistemi ve Fen Kitapları…

Risale-i Nurun İlim ve Fenlere bakışını, Medresetü’z Zehra Projesini anlatan temel metinlerinden örnekler…

Fransız İhtilâli’nden sonra bütün dünyada yaklaşık iki yüz yıldır, ilmin doğru verileri ilim adamlarınca maalesef hep pozitivist, materyalist Felsefe gözlüğüyle yorumlanıp takdim edildi. Yani Yaratıcı devreden çıkarılarak, O’nun yerine tabiat ve sebepler İlâh şeklinde gösterildi. Bir Yaratıcıyı nazara vermenin ve yaratılıştan bahsetmenin bilimsel olmadığı telkin hatta ısrarla iddia edildi. Sadece nasıl üzerinde durularak ileri basamaklara asla gidilmedi.

Bazı Müslümanlar da bütün yaratılmışlardaki harika verileri, sebepleri tamamen görmemezlikten gelerek, hatta takva, tevhit adına onları reddederek bir paradoksa onlarla birlikte sebep oldular!

Bediüzzaman Hazretleri ise:

1-Bir asır kadar önce Esbaba bakışa yeni bir boyut katar:

“…Cenâb-ı Hak, müsebbebatı esbaba bağlamakla, intizamı temin eden bir nizamı kâinatta vaz etmiş.

  • Ve her şeyi, o nizama müraat etmeye ve o nizamla kalmaya tevcih etmiştir.
  • Ve bilhassa insanı da,
  • o daire-i esbaba müraat ve merbutiyet etmeye mükellef kılmıştır.
  • Her ne kadar dünyada, daire-i esbab daire-i itikada galip ise de,
  • âhirette hakaik-i itikadiye tamamen tecellî etmekle,
  • daire-i esbaba galebe edecektir.
  • Buna binaen, bu dairelerin herbirisi için ayrı ayrı makamlar, ayrı ayrı hükümler vardır. Ve her makamın iktiza ettiği hükme göre hareket lâzımdır.
  • Aksi takdirde, daire-i esbabda iken tabiatıyla, vehmiyle, hayaliyle daire-i itikada bakan Mutezile olur ki, tesiri esbaba verir.
  • Ve keza, daire-i itikadda iken, ruhuyla, imaniyle daire-i esbaba bakan da, esbaba kıymet vermeyerek Cebriye mezhebi gibi tembelcesine bir tevekkülle nizâm-ı âleme muhalefet eder…(İ.İcaz,41) demiştir!

2-Doğru tevekkülü ve sebeplere müracaatı birleştirerek farklı açıklar:

Saadet istersen, tevekkül et. Fakat tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, müsebbebatı ve netaicini Hâlıktan istemektir. Esbaba teşebbüs, bir nevi dua-yı fiilîdir. Vesait ise, perde-i dest-i kudrettir” (İlk Dönem,89) diyerek bu probleme vahye ve Sünnete istinaden ciddi bir açılım getirmiştir.

3-Ayrıca da Kâinatı Rabbimizi gösteren bir farklı muarrif olarak anlatır:

“Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var:

  • Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini on üç Lem'a ile Arabî Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik.
  • Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ’dır (asm).
  • Birisi de Kur'ân-ı Azîmüşşandır.”(Sözler, 319) diyerek, üstte ifade edilen efkarının ayrı ve çok önemli bir yönünü dile getirmiştir.

4-Hele yine bir asır kadar önce Fenlerin ve Dini ilimlerin Mezcinden bahseder:

  • Fünun-u cedideyi,
  • ulûm-u medaris ile mezc ve derç ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak.

Sual: Şu mezcde ne hikmet var ki, o kadar taraftarsın, daima söylüyorsun?

Cevap: Dört kıyas-ı fâsit ile hâsıl olan (Haşiye)

  • safsatanın zulmünden
  • muhakeme-i zihniyeyi halâs etmek,
  • meleke-i feylesofanenin taklid-i tufeylâneye ettiği mugalâtayı izâle etmek...

(HAŞİYE)- İşte o kıyaslar:

  • Mâneviyatı, maddiyata kıyas edip Avrupa sözünü onda dahi hüccet tutmak.
  • Hem de bazıfünun-u cedideyi bilmeyen ulemanın sözünü ulûm-u diniyede dahi kabul etmemek.
  • Hem de fünun-u cedidede mahareti için gurura gelip, dinde de nefsine itimad etmek.
  • Hem de, selefi halefe, maziyi hâle kıyas edip haksız itirazda bulunmak gibi fasit kıyaslardır. Birader-i Ebu Lâşey) Abdülmecid)

Sual: Ne gibi?

Cevap:

  • Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir.
  • Aklın nuru, fünun-u medeniyedir.
    • İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder.
    • O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder.
  • İftirak ettikleri vakit,
    • Birincisinde taassup,
    • İkincisinde hile, şüphe tevellüd eder.” (Münazarat, 508)

İşte bu fikirlerle hemen en önemli projesi olan "Medresetü'z-Zehra"yı insanlığın Eğitim Sistemine kazandırmak için çırpınır. Talebelerin unu ön gerçekleştirmeyi de bir hedef olarak gösterir.

5-Bunu, Mana-i Harfi veya Tevhîdî Bakış diyerek özüne ait açıklamalar yapar:

  • “Hikmet-i Kur'âniye ile Hikmet-İ Fenniyenin farklarına
  • şu gelecek hikâye-i temsiliye dürbünüyle bak.
  • Bir zaman hem dindar,
  • hem gayet san'atkâr bir hâkim-i namdar istedi ki,
  • Kur'ân-ı Hakîmi, maânîsindeki kudsiyetine ve
  • kelimâtındaki i'câza şayeste bir yazı ile yazsın,
  • muciznümâ kamete harika bir libas giydirilsin.

İşte o nakkaş zat,

  • Kur'ân'ı pek acip bir tarzda yazdı.
  • Bütün kıymettar cevherleri yazısında istimal etti.
  • Hakaikının tenevvüüne işaret için,
  • bazı mücessem hurufatını elmas ve zümrütle ve
  • bir kısmını lü'lü' ve akikle ve
  • bir taifesini pırlanta ve mercanla ve
  • bir nev'ini altın ve gümüşle yazdı.
    • Hem öyle bir tarzda süslendirip münakkaş etti ki,
      • okumayı bilen ve bilmeyen herkes
      • temâşâsından hayran olup istihsan ederdi.
  • Bahusus ehl-i hakikatin nazarına,
  • o surî güzellik,
    • mânâsındaki gayet parlak güzelliğin ve
    • gayet şirin tezyinatın
    • işârâtı olduğundan,
      • pek kıymettar bir antika olmuştur…”(Sözler,191)

İlimlerin doğru, safi verileri çok önemlidir. Bütün insanlıkta bu hali ortak bir dil oluşturmuştur.

Bunun emsallerinden en önemli farkı, kâinattaki varlıkların sanat inceliklerine ve harikalıklarına baktırırken, sanatta sanatkârı, eserde ustayı, nimette o nimeti vereni göstermektedir.

6-Ayrıca Lemaatta İtikadın oluşmasının zor olduğunu anlatır:

“Dimağda merâtib-i ilim muhtelifedir, mültebise

  • Dimağda merâtip var,
    • birbiriyle mültebis,
    • ahkâmları muhtelif.
  • Evvel Tahayyül olur,
  • Sonra tasavvur gelir.
  • Sonra gelir taakkul,
  • sonra tasdik ediyor,
  • sonra iz'an oluyor,
  • sonra gelir iltizam,
  • sonra itikad gelir…(Sözler, 958) diyerek,

imanın teşekkülünde, bir başka deyişle Yaptırım Gücüne Ulaşmasında aşılması gereken yedi basamaktan bahseder. (Geniş bilgi için Bkz: Risale Haber’deki bu konudaki yazım). Adeta bu basamakları tedricen yeterli şekilde yaşamaktan sonra imanın itikat seviyesine ulaşabileceğini anlatır.

7-10. Notada, yine imanın elde edilmesindeki önemli ölçüleri anlatır;

  • “…Cenâb-ı Hakkın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve
  • âyât ve şahitlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve
  • berâhin ve deliller mesâmâtıyla temâşâ etmek iktiza ediyor ki,
  • senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve
  • tereddüt eliyle tenkit etme.
  • Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma.
  • Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur.
  • Çünkü, ben müşahede ettim ki, marifetullahın şahitleri, burhanları üç çeşittir:

Bir kısmı su gibidir.

Görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz.

Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir.

Tenkit parmaklarıyla tecessüs edilmez; edilse akar, kaçar.

O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez.

İkinci kısım, hava gibidir.

Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur.

Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesîmine karşı teveccüh et,

kendini mukabil tut.

Tenkit elini uzatma, tutamazsın.

Ruhunla teneffüs et.

Tereddüt eliyle baksan, tenkitle el atsan, o yürür, gider.

Senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz.

Üçüncü kısım ise, nur gibidir.

Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur.

Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve

gözünü ona tevcih et, bekle.

Belki kendi kendine gelir.

Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz.

Belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır.

Eğer haris ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir.

Çünkü öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda giremez,

kesîfi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez.” (Lemalar, 222-223)

(Geniş bilgi için bkz: Risale Haber’deki bu konudaki yazım.)

8-Ayrıca 11.Sözde yine bu manaları takviye için, resmin bütününden farklı bir bakış açısını bizlere sunar:

Yemin olsun güneşe ve aydınlığına ve onu takip eden aya ve onu gösteren güne ve onu örten geceye ve gökyüzüne ve onu bina edene ve yeryüzüne ve onu yayıp döşeyene ve nefse (kişiye) ve onu intizamla yaratana."

Tespitlere, Şems Sûresi, 91:1-7. Âyet-i Kerimesiyle başlar…

“Eğer hikmet-i âlemin tılsımını ve hilkat-i insanın muammasını ve hakikat-i salâtın rumuzunu bir parça fehmetmek istersen, nefsimle beraber şu temsîlî hikâyeciğe bak:

Bir zaman bir Sultan varmış.

  • Servetçe onun pek çok hazineleri vardı.
  • Hem o hazinelerde her çeşit cevahir, elmas ve zümrüt bulunuyormuş.
  • Hem gizli, pek acaip defineleri varmış.
  • Hem kemâlâtça sanayi-i garibede pek çok mahareti varmış.
  • Hem hesapsız fünun-u acibeye marifeti, ihatası varmış.
  • Hem nihayetsiz ulûm-u bediaya ilim ve ıttılaı varmış.

İşte her cemâl ve kemâl sahibi kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o sultan-ı zîşân dahi istedi ki,

  • bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin,
  • ta nâsın enzarında
  • saltanatının haşmetini,
  • hem servetinin şaşaasını,
  • hem kendi san'atının harikalarını,
  • hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin.
  • Ta, cemâl ve kemâl-i mânevî sini iki vech ile müşahede etsin:
  • Bir vechi, bizzat nazar-ı dekaik-âşinâsıyla görsün.
  • Diğeri, gayrın nazarıyla baksın…” (Sözler,177)

9- 32. Sözdeki o dönemde bilinen en küçük madde olan atom ile en büyük varlık olan yıldızlara kadar bütün boyutlarda şirki reddederken o sahanın ilmî verilerini ortaya koyarak, şirki reddeder, tevhidi anlatır.

Ayet-i Kerime ve Hadisleri sıralayıp söze başlar.

"Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harap olup giderdi." Enbiyâ Sûresi, 21:22.

"Allah'tan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. O birdir ve hiçbir şeriki yoktur. Mülk umumen Onundur; hamd bütünüyle Ona aittir. Hayatı veren de, ölümü veren de Odur. O, kendisine ölüm ârız olmayan Hayy-ı Ezelîdir. Bütün hayır Onun elindedir. Onun kudreti herşeye yeter. Herkesin ve her şeyin dönüşü de O’nadır."(Onlarca Hadis-i Şerif kaynağında bulunur)

  • “Bütün tabiatperest, esbabperest ve müşrik gibi umum envâ-ı ehl-i şirkin ve küfrün ve dalâletin tevehhüm ettikleri şeriklerin namına bir şahıs farz ediyoruz ki,
  • o şahs-ı farazî,
  • mevcudat-ı âlemden bi rşeye rab olmak istiyor ve hakikî mâlik olmak dâvâ etmektedir.
  • İşte, o müddeî, evvelâ mevcudatın en küçüğü olan bir zerreye rast gelir. Ona rab ve hakikî mâlik olmakta olduğunu, zerreye
    • Tabiat lisanıyla,
    • Felsefe diliyle söyler.
  • O zerre dahi,
    • Hakikat lisanıyla ve
    • Hikmet-i Rabbânî diliyle der ki:
  • "Ben hadsiz vazifeleri görüyorum.
  • Ayrı ayrı her masnua girip işliyorum.
  • Eğer bütün o vezâifi bana gördürecek, sende ilim ve kudret varsa—
  • "Hem benim gibi had ve hesaba gelmeyen zerrat içinde beraber gezip iş görüyoruz.
  • Eğer bütün emsalim o zerreleri de istihdam edip emir tahtına alacak bir hüküm ve iktidar sende varsa—

Hem

  • kemâl-intizamla cüz olduğum mevcutlara,….hakikî mâlik ve mutasarrıf olabilirsen, bana rab olmak dâvâ et, beni Cenâb-ı Haktan başkasına isnad et…

"Hem

  • bana rab olmadığın gibi, müdahale dahi edemezsin.
  • Çünkü, vezâifimizde ve harekâtımızda
  • o kadar mükemmel bir intizam var ki,
  • nihayetsiz bir hikmet ve muhit bir ilim sahibi olmayan, bize parmak karıştıramaz.
  • Eğer karışsa, karıştıracak. Halbuki,
  • senin gibi câmid, âciz ve kör ve iki eli tesadüf ve tabiat gibi iki körün elinde olan bir şahıs, hiçbir cihette parmak uzatamaz."
  • "….Eğer
  • güneş gibi bir dimağım ve
  • ziyası gibi ihatalı bir ilmim ve
  • harareti gibi şümullü bir kudretim ve
  • ziyasındaki yedi renk gibi muhit duygularım ve
  • gezdiğim her yere ve işlediğim her mevcuda müteveccih birer yüzüm ve
  • bakar birer gözüm ve
  • geçer birer sözüm bulunsaydı,
  • belki senin gibi ahmaklık edip kendi kendime mâlik olduğumu dâvâ ederdim.
  • Haydi, def ol git, sen benden iş bulamazsın!"

Dedirtir, Sonra devamla:

Zerre, o müddeîyi küreyvât-ı hamrâya havale eder. Küreyvât-ı hamrâ onu hüceyreye, hüceyre dahi beden-i insana, beden-i insan ise nev-i insana, nev-i insan onu zîhayat envâından dokunan arzın gömleğine, arzın gömleği dahi küre-i arza, küre-i arz onu güneşe, güneş ise bütün yıldızlara havale eder. Her biri der: "Git, benden yukarıdakini zaptedebilirsen, sonra gel, benim zaptıma çalış. Eğer onu mağlûp etmezsen beni ele geçiremezsin." Demek, bütün yıldızlara sözünü geçiremeyen, birtek zerreye rububiyetini dinletemez” diyerek Kâinatta şirki reddederken, ilmin safi verilerine dayanan bilgileri kullanarak Tevhidi çok yeni, önemli ve farklı bir tarzda ortaya koyar.

10-Kâinatta olan iki türlü Âyetten bahsederek adeta bir çığır açar:

“O Zât-ı Zülcelâlin

  • iki vasf-ı kemâlden
  • iki şer'î tecellî,
    • vasf-ı iradeden gelen meşietle takdirdir.
    • O da şer-i tekvînî.
  • Vasf-ı kelâmdan gelen şeriat-i meşhure.
  • Teşriî evâmire karşı itaat, isyan

Nasıl olur.

  • Öyle de, tekvînî evâmire itaat ve isyan olur.
  • Birincisi galiben dâr-ı uhrâda görür

Mücâzâtı, sevabı.

  • İkincisi ağleban dâr-ı dünyada çeker mükâfat ve ikabı.
  • Meselâ, nasıl sabrın mükâfâtı zaferdir, atâletin mücâzâtı sefalet.
  • Öyle de, sa'yin sevabı olur servet.
  • Sebatta da galebedir mükâfat.
  • Zehirin ikabı bir maraz,
  • panzehirin sevabı bir sıhhattir. (Sözler, 984) diyerek,
  • Felsefenin Tabiat Kanunları dediği bize göre Adetullah, Sünnetullah olan bütün kanunları şer-i tekvînî olarak ifade ederek, kainatı adeta kevni Âyetlerin yazıldığı bir kitap olarak anlatır

11-Dua çeşitlerine ait çok yeni ve farklı efkârıyla da ayni meseleyi destekler:

  • “Dua bir sırr-ı azîm-i ubûdiyettir.
  • Belki ubûdiyetin ruhu hükmündedir. … dua üç nevidir.
  • Birinci nevi dua: İstidat lisanıyladır ki, bütün hububat, tohumlar, lisan-ı istidatla Fâtır-ı Hakîme dua ederler ki, "Senin nukuş-u esmânı mufassal göstermek için bize neşvünemâ ver. Küçük hakikatimizi sümbülle ve ağacın büyük hakikatine çevir."
  • Hem şu istidat lisanıyla dua nev'inden birisi de şudur ki:
  • Esbabın içtimaı, müsebbebin icadına bir duadır.
  • Yani, esbab bir vaziyet alır ki,
  • o vaziyet bir lisan-ı hal hükmüne geçer;
  • ve müsebbebi, Kadîr-i Zülcelâlden dua eder, isterler.
  • Meselâ su, hararet, toprak, ziya, bir çekirdek etrafında bir vaziyet alarak,
  • o vaziyet bir lisan-ı duadır ki,
  • "Bu çekirdeği ağaç yap, yâ Hâlıkımız" derler.
  • Çünkü, o mu'cize-i harika-i kudret olan ağaç,
  • o şuursuz, câmid, basit maddelere havale edilmez, havalesi muhaldir.
  • Demek, içtima-ı esbab bir nevi duadır.

İkinci nevi dua: İhtiyac-ı fıtrî lisanıyladır ki,

  • bütün zîhayatların iktidar ve ihtiyarları dahilinde olmayan hâcetlerini ve matlaplarını ummadıkları yerden,
  • vakt-i münasipte onlara vermek için,
  • Hâlık-ı Rahîmden bir nevi duadır.
  • Çünkü, iktidar ve ihtiyarları haricinde, bilmedikleri yerden, vakt-i münasipte onlara bir Hakîm-i Rahîm gönderiyor.
  • Elleri yetişmiyor; demek o ihsan, dua neticesidir.
  • Elhasıl, bütün kâinattan dergâh-ı İlâhiyeye çıkan, bir duadır.
  • Esbab olanlar, müsebbebâtı Allah'tan isterler.

Üçüncü nevi dua: İhtiyaç dairesinde zîşuurların duasıdır ki, bu da iki kısımdır.

  • 1-Eğer ıztırar derecesine gelse veya ihtiyac-ı fıtrîye tam münasebettar ise veya lisan-ı istidada yakınlaşmışsa veya sâfi, hâlis kalbin lisanıyla ise, ekseriyet-i mutlaka ile makbuldür.
  • Terakkiyât-ı beşeriyenin kısm-ı âzamı ve keşfiyatları, bir nevi dua neticesidir.
  • Havârık-ı medeniyet dedikleri şeyler ve
  • keşfiyatlarına medar-ı iftihar zannettikleri emirler,
  • mânevî bir dua neticesidir.
  • Hâlis bir lisan-ı istidatla istenilmiş, onlara verilmiştir.
  • Lisan-ı istidatla ve lisan-ı ihtiyac-ı fıtrî ile olan dualar dahi, bir mâni olmazsa ve şerâit dahilinde ise, daima makbuldürler.

2-İkinci kısım: Meşhur duadır. O da iki nevidir:

  • Biri fiilî,
  • Biri kavl (Klasik, ele açıp lisanımızla istemek olandır).
  • Meselâ çift sürmek fiilî bir duadır. (Tarımdaki kanuna uymaktır)
  • Rızkı topraktan değil; belki toprak, hazine-i rahmetin bir kapısıdır ki,
  • rahmetin kapısı olan toprağı sabanla çalar…”(Mektubat,423)

12-Nimetten in’ama geçmek, Nimeti idrak edip, Onu vereni hatırlamak:

Esasen külliyatının pek çok yerinde bu manayı tekrar tekrar işler, Tevhit adına önemine dikkat çeker:

  • “..nimetten in'âma bak,
  • in'âmdan Mün'im-i Hakikîyi düşün.
  • Bu düşünmek bir şükürdür.(Nimeti gönerene teşekkür)
  • Sonra o zâhirî vasıtaya istersen dua et;
  • çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi.
  • Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, iktiran tabir edilir,
  • Bir birine illet zannetmeleridir.
  • Hem birşeyin ademi,
  • bir nimetin mâdum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki,
  • o şeyin vücudu dahi o nimetin vücuduna illettir.
  • Şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer.
  • Çünkü bir nimetin vücudu,
  • o nimetin umum mukaddemâtına ve şerâitine terettüp eder.
  • Halbuki o nimetin ademi, birtek şartın ademiyle oluyor.(Mesnevi, 227)

12-“Zikir, şükür fikir” manalarını, muhatap olunan nimetlere bir fiyat olarak anlatırken de bu konuya temas eder:

  • “Başta "Bismillâh" zikirdir.
  • Âhirde "Elhamdü lillâh" şükürdür.
  • Ortada, bu kıymettar harika-i san'at olan nimetler
  • Ehad, Samed'in mucize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir.
  • Bir padişahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise,
  • öyle de, zahirî mün'imleri medih ve muhabbet edip Mün'im-i Hakikîyi unutmak, ondan bin derece daha belâhettir.

Ey nefis!

  • Böyle ebleh olmamak istersen,
  • Allah namına ver,
  • Allah namına al,
  • Allah namına başla,
  • Allah namına işle, vesselâm.(Sözler,29)

13-Besmeledeki açılımlarla bu tefekkürü, kâinatı kitap gibi okumayı oraya da taşır.

  • “Biri, kâinatın heyet-i mecmuasındaki
    • teavün, tesanüd, teânuk, tecavübden tezahür eden
    • sikke-i kübrâ-yı Ulûhiyettir ki,
    • bismillâh ona bakıyor.
  • İkincisi, küre-i arz simasında,
    • nebâtat ve hayvanâtın tedbir ve terbiye ve idaresindeki
    • teşabüh, tenasüp, intizam, insicam, lûtuf ve merhametten tezahür eden
    • sikke-i kübrâ-yı rahmâniyettir ki,
    • Bismillâhirrahmânirrahîm ona bakıyor.
  • Sonra, insanın mahiyet-i câmiasının simasındaki
    • letâif-i refet ve
    • dekaik-i şefkat ve
    • şuâât-ı merhamet-i İlâhiyeden tezahür eden
    • sikke-i ulyâ-yı Rahîmiyettir ki,
    • Bismillâhirrahmânirrahîm'deki er-rahîm ona bakıyor. (Lem’alar, 171)

14-Mesleğindeki acz, fakr, tefekkür ve şefkat esaslarını anlatırken bu konuyu destekler:

  • “Cenâb-I Hakka vâsıl olacak tarikler pek çoktur.
  • Bütün hak tarikler Kur'ân'dan alınmıştır.
  • Fakat tarikatlerin bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor.
  • O tarikler içinde, kàsır fehmimle
  • Kur'ân'dan istifade ettiğim "acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür” tarikidir.
  • Evet, acz dahi,
  • aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider.
  • Fakr dahi rahmân ismine isal eder.
  • Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, rahîm ismine isal eder.

Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tariktir ki, hakîm ismine isal eder.” (Sözler, 641)

15-Dokuzuncu Sözdeki namazın hakikatinin üç kelimeyle, yüksek bir tefekkürle anlatılması, namaz Tespihatında bunların zikrinin önemi:

Burada da hep bu konumuz ayrı yönlerden işlenir.

  1. “Namazın mânâsı,
  2. Cenâb-ı Hakkı tesbih ve tâzim ve şükürdür. Yani,
  3. celâline karşı kavlen ve fiilen Sübhânallah deyip takdis etmek;
  4. hem, kemâline karşı lâfzen ve amelen Allahu ekber deyip tâzim etmek;
  5. hem, cemâline(Rahmanlığına) karşı
  6. kalben ve
  7. lisanen ve
  8. bedenen Elhamdülillâh deyip şükretmektir.

Demek, tesbih ve tekbir ve hamd,

  • namazın çekirdekleri hükmündedirler.
  • Ondandır ki, namazın harekât ve ezkârında, bu üç şey her tarafında bulunuyorlar.
  • Hem ondandır ki, namazdan sonra,
  • namazın mânâsını tekid ve takviye için,
  • şu kelimât-ı mübareke,
  • otuz üç defa tekrar edilir;
  • namazın mânâsı şu mücmel hülâsalarla tekid edilir. (Sözler, 70)

16-Her gün kılınan namazlarda, 40 defa Fatiha’da “Elhamdülillahi Rabbil Alemin” diyerek, tekrarıyla ayni tefekkürün emredilmesi:

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ

"Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü Allah'a mahsustur." Fatiha 1:2. (İ.İcaz, 36)

Bu kelimeyi mâkabline bağlattıran cihet-i münasebet,

Rahmân ve Rahîm'in delâlet ettikleri nimetlerin

Hamd ve Şükürle karşılanması lüzumundan ibarettir.

Kâinatın ve dolayısıyla insanların hilkatindeki hikmet ve gaye,

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ

"Cinleri ve insanları ancak Bana îman ve ibadet etsinler diye yarattım." Zâriyat, 51:56.

ferman-ı celîlince, ibadettir.

Hamd ise, ibadetin icmâlî bir sureti ve küçük bir nüshasıdır.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ 'ın bu makamda zikri, hilkatin gayesini tasavvur etmeye işarettir.

Rabian: Hamdin en meşhur mânâsı, sıfât-ı kemâliyeyi izhar etmektir.

Şöyle ki:

Cenâb-ı Hak, insanı, kâinata câmi bir nüsha ve

on sekiz bin âlemi hâvi şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır.

Ve Esmâ-i Hüsnâdan

her birisinin tecellîgâhı olan

herbir âlemden bir örnek, bir nümune, insanın cevherinde vedîa bırakmıştır. (İ.İcaz,37)

17- Rabbimizin, Kainattaki tasarrufatının kanunlarla olduğunu anlatır:

  • Kadîr-i Alîm ve
  • Sâni-i Hakîm,
  • Kanuniyet şeklindeki âdâtının gösterdiği nizam ve intizamla
    • Kudretini ve
    • Hikmetini ve
    • Hiçbir tesadüf işine karışmadığını izhar ettiği gibi;
  • Şuzûzât-ı kanuniye ile,
  • Âdetinin harikalarıyla,
  • Tagayyürat-ı sûriye ile,
  • Teşahhusatın ihtilâfâtıyla,
  • Zuhur ve nüzul zamanının tebeddülüyle
    • Meşietini,
    • İradetini,
    • Fâil-i muhtar olduğunu ve
    • İhtiyarını ve hiçbir kayıt altında olmadığını izhar edip
      • yeknesak perdesini yırtarak ve
  • her şey, her anda, her şe'nde, her şeyinde
  • Ona muhtaç ve rububiyetine münkad olduğunu ilâm etmekle
    • Gafleti dağıtıp
    • İns ve cinnin nazarlarını
  • Esbabdan müsebbibü'l-esbaba çevirir.
  • Kur'ân'ın beyanatı şu esasa bakıyor. (Sözler,281)

18-Bediüzzaman Hazretlerinin, Münacaat’ında hep kâinattaki nimetlere ait tefekkür ve onlarla Marifetullaha ulaşmak tarzı söz konusudur:

  • "Göklerin ve yerin yaratılmasında,
  • gecenin ve gündüzün değişmesinde,
  • insanlara faydalı şeylerle
  • denizde akıp giden gemilerde,
  • Allah'ın gökten su indirip onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde, her türlü canlıyı yeryüzüne yaymasında,
  • rüzgârları sevk etmesinde ve
  • gökle yer arasında Allah'ın emrine boyun eğmiş bulutlarda,
  • aklını kullanan bir topluluk için
  • Allah'ın varlık ve birliğine,
  • kudret ve rahmetine işaret eden nice deliller vardır."

(Bakara Sûresi, 2:164)

Bu Risale-i Münâcât,

    • Hem vücûb-u vücud,
    • Hem vahdet,
    • Hem ehadiyet,
    • Hem haşmet-i rububiyet,
    • Hem azamet-i kudret,
    • Hem vüs'at-i rahmet,
    • Hem umumiyet-i hâkimiyet,
    • Hem ihata-i ilim,
    • Hem şümul-ü hikmet gibi
    • En mühim esasat-ı imaniyeyi
    • Hârika bir îcaz içinde
    • Fevkalâde bir kat'iyet ve hâlisiyet ve yakîniyet ile ispat eder.”

Yâ İlâhî ve yâ Rabbî,

  • Ben imanın gözüyle ve
  • Kur'ân'ın talimiyle ve nuruyla ve
  • Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın dersiyle ve
  • ism-i Hakîmin göstermesiyle görüyorum ki,
  • Semâvâtta hiçbir deveran ve hareket yoktur ki,
  • böyle intizamıyla
    • Senin mevcudiyetine işaret ve delâlet etmesin.”

Evet,

  • câmid, şuursuz bulut,
  • âb-ı hayat olan yağmuru,
  • muhtaç olan zîhayatların imdadına göndermesi,
  • ancak Senin rahmetin ve hikmetinledir;
  • karışık tesadüf karışamaz.

Hem

  • elektriğin en büyüğü bulunan ve
  • fevâid-i tenviriyesine işaret ederek
  • ondan istifadeye teşvik eden şimşek ise,
    • Senin fezadaki kudretini güzelce tenvir eder.

Hem

  • yağmurun gelmesini müjdeleyen ve
  • koca fezayı konuşturan ve
  • tesbihatının gürültüsüyle gökleri çınlatan ra'dat dahi,
  • lisan-ı kàl ile konuşarak
    • Seni takdis edip, rububiyetine şehadet eder.

Hem

  • zîhayatların yaşamasına en lüzumlu rızkı ve
  • istifadece en kolayı ve nefesleri vermek ve nüfusları rahatlandırmak gibi çok vazifelerle tavzif edilen rüzgârlar dahi,
  • cevvi âdeta bir hikmete binaen
  • "Levh-i mahv ve isbat" ve "yazar, ifade eder sonra bozar tahtası" suretine çevirmekle,
  • Senin faaliyet-i kudretine işaret ve
  • Senin vücûduna şehadet ettiği gibi,
  • Senin merhametinle bulutlardan sağıp
  • zîhayatlara gönderilen rahmet dahi,
  • mevzun, muntazam katreleri kelimeleriyle
    • Senin vüs'at-ı rahmetine ve geniş şefkatine şehadet eder.

Ey Mutasarrıf-ı Fa'âl ve ey Feyyâz-ı Müteâl,

  • …heyet-i mecmuasıyla,
    • Keyfiyetçe birbirinden uzak,
    • Mahiyetçe birbirine muhalif olmakla beraber,
    • Birlik, beraberlik, birbiri içine girmek ve
    • Birbirinin vazifesine yardım etmek haysiyetiyle,
  • Senin vahdetine ve birliğine gayet kuvvetli işaret ederler.

Hem hiç bir hayvan yoktur ki,

  • Zaafiyet ve ihtiyacının derecesine göre verilen rahîmâne rızkıyla ve
  • Yaşamasına lüzumlu bulunan cihazatın hakîmâne verilmesiyle,
    • Senin varlığına ve birliğine şehadeti olmasın.

Hem

  • her baharda gözümüz önünde icad edilen
  • nebatat ve hayvanâttan hiçbir tanesi yoktur ki,
    • san'at-ı acîbesiyle ve
    • lâtif ziynetiyle ve
    • tam temeyyüzüyle ve
    • intizamıyla ve
    • mevzuniyetiyle
      • Seni bildirmesin.

…..

Hem,

  • hava, su, nur, ateş toprak gibi hiçbir unsur yoktur ki,
  • şuursuzluklarıyla beraber
  • şuurkârâne, mükemmel vazifeleri görmesiyle;
  • basit ve istilâ edici, intizamsız, her yere dağılmakla beraber,
  • gayet muntazam ve mütenevvi meyveleri ve mahsulleri
  • hazine-i gaybdan getirmesiyle,
    • Senin
      • Birliğine ve
      • Varlığına şehadeti bulunmasın. (Lem’alar, 644-645)

19-Tabiat Risalesinde,

Şirkin bütün ihtimallerini sebepler üzerinden, ilmen çürütür:

"Peygamberleri onlara dedi ki: Gökleri ve yeri yoktan var eden Allah hakkında şüphe olur mu?"( İbrahim Sûresi, 14:10.) ile söze başlar.

“Birincisi: Evcedethu'l-esbab, yani, "Esbab bu şeyi icad ediyor."

İkincisi: Teşekkele binefsihî, yani, "Kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor."

Üçüncüsü: İktezathu't-tabiat, yani, "Tabiîdir, tabiat iktiza edip icad ediyor."

Evet,

  • madem mevcudat var ve inkâr edilmez.
  • Hem, her mevcut san'atlı ve hikmetli vücuda geliyor.
  • Hem madem kadîm değil, yeniden oluyor.
  • Herhalde, ey mülhid,
  • bu mevcudu, meselâ bu hayvanı,
  • ya diyeceksin ki, esbab-ı âlem onu icad ediyor,
  • yani esbabın içtimaında o mevcut vücut buluyor;
  • veyahut o kendi kendine teşekkül ediyor;
  • veyahut, tabiat muktezası olarak, tabiatın tesiriyle vücuda geliyor;
    • veyahut bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretiyle icad edilir.

Madem

    • aklen bu dört yoldan başka yol yoktur.
    • Evvelki üç yol
    • muhal, battal, mümteni, gayr-ı kabil oldukları kat'î ispat edilse,
    • bizzarure ve bilbedâhe,
    • dördüncü yol olan tarik-i vahdâniyet şeksiz, şüphesiz sabit olur.”

Diyerek her bir iddiayı üçer örnek ile, imkansızlığını ilmen, mantıken, sebepler üzerinden çürütür. Önce esbaba bakar. Eczane örneğinde tıb ve kimya ilminin mantığını ortaya koyar.

“Eğer herşey,

  • Vâhid-i Ehad olan Kadîr-i Zülcelâle verilmezse,
  • belki esbaba isnad edilse, lâzım gelir ki,
  • âlemin pek çok anâsır ve esbabı,
  • herbir zîhayatın vücudunda müdahalesi bulunsun.
  • Halbuki, sinek gibi bir küçük mahlûkun vücudunda,
  • kemâl-i intizamla, gayet hassas bir mizan ve tamam bir ittifakla,
  • muhtelif ve birbirine zıt, mübâyin esbabın içtimaı
  • o kadar zâhir bir muhaldir ki,
  • sinek kanadı kadar şuuru bulunan, "Bu muhaldir, olamaz" diyecektir.

Evet,

  • bir sineğin küçücük cismi, kâinatın ekser anâsır ve esbabıyla alâkadardır, belki bir hülâsasıdır.
  • Eğer Kadîr-i Ezelîye verilmezse,
  • o esbab-ı maddiye, onun vücudu yanında bizzat hazır bulunmak lâzım;
  • belki onun küçücük cismine girmek gerektir.
  • Belki, cisminin küçük bir nümunesi olan gözündeki bir hücresine girmeleri icap ediyor.
  • Çünkü, sebep maddî ise, müsebbebin yanında ve içinde bulunması lâzım geliyor.
  • Şu halde, iki sineğin iğne ucu gibi parmakları yerleşmeyen o hücrecikte,
  • erkân-ı âlem ve anâsır ve tabâyiin,
  • maddeten içinde bulunup,
  • usta gibi içinde çalıştıklarını kabul etmek lâzım geliyor.
  • İşte, Sofestâînin en eblehleri dahi böyle bir meslekten utanıyor.” Der.
  • Sonra:
  • "Bir mevcudun vahdeti varsa, elbette bir vâhidden, bir elden sudur edebilir."
  • Hususan o mevcut, gayet mükemmel bir intizam ve hassas bir mizan içinde ve câmi bir hayata mazhar ise,
  • bilbedâhe, sebeb-i ihtilâf ve keşmekeş olan müteaddit ellerden çıkmadığını,
  • belki gayet kadîr, hakîm olan birtek elden çıktığını gösterdiği halde;
  • hadsiz ve câmid ve cahil, mütecaviz, şuursuz, karmakarışıklık içinde,
  • kör, sağır esbab-ı tabiiyenin karmakarışık ellerine
  • —hadsiz imkânat yolları içinde ve içtima ve ihtilâtla o esbabın körlüğü, sağırlığı ziyadeleştiği halde—
  • o muntazam ve mevzun ve vâhid bir mevcudu
  • onlara isnad etmek,
  • yüz muhali birden kabul etmek gibi akıldan uzaktır.”…(Lem’alar,295)

Diyerek hep mantık, ilim esaslı olarak, kendi kendine, tesadüfen olamayacağını, kendisi yapılmışlardan meydana gelen Tabiata verilemeyeceğini, varlıkların tabiatında, fıtratında, tab’ında böyle sıfatlar olamayacağını anlatıp bütün şirk yollarını çürütür ki bu da Mezcinde bizlere iyi ve önemi bir örnektir.

20-Şükür Risalesinde yine çok farklı bir bakışla yine tevhide dikkat çeker:

  • Hâlık-ı Rahmân'ın, ibâdından istediği en mühim iş şükürdür.
  • Furkan-ı Hakîmde gayet ehemmiyetle şükre davet eder.
  • Ve şükür etmemekliği, nimetleri tekzip ve inkâr suretinde gösterip,
        • فَبِاَىِّ آلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ
  • "Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?"(Rahmân,55:13 vd.)
  • fermanıyla, Sûre-i Rahmân'da şiddetli ve dehşetli bir surette otuz bir defa şu âyetle tehdit ediyor,
  • şükürsüzlüğün bir tekzip ve inkâr olduğunu gösteriyor.
  • Evet, Kur'ân-ı Hakîm, nasıl ki şükrü netice-i hilkat gösteriyor.
  • Öyle de, Kur'ân-ı Kebîr olan şu kâinat dahi gösteriyor ki,
  • netice-i hilkat-i âlemin en mühimi şükürdür.
  • Çünkü, kâinata dikkat edilse görünüyor ki,
  • kâinatın teşkilâtı şükrü intac edecek bir surette,
  • herbir şey bir derece şükre bakıyor ve ona müteveccih oluyor.
  • Güya şu şecere-i hilkatin en mühim meyvesi şükürdür.
  • Ve şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsulâtın en âlâsı şükürdür.
  • “…şu lezzetli rızık ve nimet, kısa ve muvakkat bir lezzet-i zâhiriyesiyle beraber, daimî, hakikî, hadsiz bir lezzeti ve zevki taşıyan iltifat-ı Rahmânîyi şükürle kazandırır.
  • Yani, rahmet hazinelerinin Malik-i Kerîminin hadsiz lezzetli olan iltifatını düşündürüp,
  • şu dünyada dahi Cennetin bâki bir zevkini mânen tattırır.
  • İşte rızık, şükür vasıtasıyla o kadar kıymettar ve zengin bir hazine-i câmia olduğu halde,
  • şükürsüzlükle nihayet derecede sukut eder.
  • … lisandaki kuvve-i zâika,
  • Cenâb-ı Hak hesabına, yani mânevî vazife-i şükraniye ile rızka müteveccih olduğu vakit,
  • o dildeki kuvve-i zâika,
  • rahmet-i bînihaye-i İlâhiyenin
  • hadsiz matbahlarına şâkir bir müfettiş,
  • hâmid bir nâzır-ı âlikadr hükmündedir.
  • Eğer nefis hesabına olsa,
  • yani rızkı in'âm edenin şükrünü düşünmeyerek müteveccih olsa,
  • o dildeki kuvve-i zâika,
  • bir nâzır-ı âlikadr makamından,
  • batn fabrikasının yasakçısı ve
  • mide tavlasının bir kapıcısı derecesine sukut eder.” …

…Derken, hep nimetlerin hakiki malikine dikkat çeker. Daha sonra ise bu konuyuu daha ince bir detayla örneklendirir:

  • Hem şükür içinde sâfi bir iman var; hâlis bir tevhid bulunur.
  • Çünkü, bir elmayı yiyen ve "Elhamdü lillâh" diyen adam, o şükürle ilân eder ki:
  • "O elma doğrudan doğruya dest-i kudretin yadigârı ve
  • doğrudan doğruya hazine-i rahmetin hediyesidir" demesiyle ve itikad etmesiyle,
  • her şeyi, cüz'î olsun küllî olsun, Onun dest-i kudretine teslim ediyor.
  • Ve her şeyde rahmetin cilvesini bilir.
  • Hakikî bir imanı ve hâlis bir tevhidi, şükürle beyan ediyor.” Diyerek hep tevhide ulaştırır. Şükür Risalesi böyle örneklerle doludur. (Bkz:Mektubat, 506)

Bediüzzaman Hazretleri, bütün bu metinlerle, hatta Risale-i Nur Külliyatının hemen her tarafındaki anlatımlarıyla, ilmin, realiteye uygun verileriyle Varlıkların Dilinden Yaratıcıyı Tanıma kolaylığı sağlıyor. Bizlere yepyeni bir üslup ve anlayışla kâinat kitabını mütalaa ettirip Marifetullahta terakki ettiriyor. Bununla da bütün insanlığın önüne iki cihanda saadetimizi temin edecek asrın idrakine uygun bir yol açıyor.

Bu çalışmalarda her ilmin kendi dilinden, o ilmin prensip ve düsturları muvacehesinde, tatlı ve akıcı bir üslupla kâinata yeni ve inançlarımızla da örtüşen bir bakışı bizlere sunulmaktadır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum