Hilal ÇORBACIOĞLU

Hilal ÇORBACIOĞLU

Eğitimsizliğe dair...

Yolda  yürüyorsunuz, karşınızda sağdan sağdan yürüyen insanlar. Burun burunasınız. Belki inat edip de  “bu benim yolum” deseniz haklı çıkacaksınız. Derin bir nefes alıp yolun sonuna geçiyor, kıvrak bir hareketle hooop aynı yörüngeye dönüyorsunuz. Otobüse binmek  için size en yakın durağa yönleniyorsunuz tam o anda yanınızdaki su birikintisinden geçerken ayağınızı  gaz pedalına sertçe bastırmaktan zevk alan şoförün hain saldırısıyla önce bir sırılsıklam oluyorsunuz. Muhatabınız gözden pervasızca uzaklaşırken içinizdeki öfke, belki hakim olamadan kullandığınız cümleler yanınıza kar (!) kalıyor. Tam durağa yaklaşmışken yanınızdan geçen beyefendi görünüşlü insanın ayağınızın dibine amiyane bir davranışta bulunduğunu fark ediyorsunuz. İçinizden “Ya Sabır” çekerken, imdadınıza otobüs yetişiyor.

Sabırsızlıkla beklediğiniz otobüse adım atarken ya itiliyor ya da o anki karmaşadan faydalanan  gözü açıkların zaferlerinin ardından, az önceki kızgınlıklarınıza yenisini ekliyorsunuz. Çok şanslıysanız oturarak  yolculuk ediyorsunuz. Ve de  “diğerleri” gibi davranıp yüzünüzü cama çeviriyorsunuz. Birinin sizi yerinden kaldırmaması için.(!) Eğer insaf ve vicdani değerleriniz  hala yaşıyorsa yolculuğun geri kalanını ayakta “La havle”  çekerek geçiriyorsunuz. Yolculuk esnasında sosyal farkı, değerleri, kültürleri, insani halleri ve insaniyetsiz halleri görmeniz mümkün. Camlarında  kocaman “cep telefonunuzu kapalı tutunuz” yazısı ve resmine rağmen birden polifonik melodiler  duyuyor, insanların özel görüşmelerine istemeden şahit oluyorsunuz. Ayakta kaldığı için söylenen bir teyzeyi, onu duymamak için kulağındaki wolkmenin  sesini hafifçe dokunarak sesi yükselten henüz saçına ak düşmeyen  genci, arkada olup bitenler çok da umrunda olmayan  sadece sayı bazında arka tarafla ilgilenen şoförü velhasıl  toplumun çekirdek haline gelmişliğini izliyorsunuz.

Nerede yaşadığınızı düşünüyorsunuz  birden!

İçindeki karmaşaya mı, manzarasının güzelliğine mi, havasına mı, suyuna mı, ona adanan şiirlerin büyüsüne mi takıldığınız büyük bir şehirdesiniz. Ülkenin en gözde  şehrinde. İnsanların bazılarının “gezmek” için “ideal” gördükleri “yaşamayı” göze alamadıkları bir dünyanın içinde. Kültür seviyesinin bir zamanlar hayli yüksek olduğu, beyefendi ve hanımefendileriyle  sıkça yollarda anılan bir şehirde… Yolda yürürken bırakın yere tükürmenin  sigara içmenin bile ayıplandığı bir şehirde… Çocukların mahalle aralarında körebe, topaç çevirme, pilav pişti, uzun eşek, adım atlama, uçurtma uçurma, birdir bir, tahterevalli, seke seke ben geldim, saklambaç, yazı mı tura mı isimleriyle anılan oyunları oynadıkları, kış aylarında yokuşlarda kızak kaydıkları, birbirlerini kar topları ile topa tuttukları, ilkbaharda yumurta tokuşturdukları şehirde. Kuş geçimi mevsiminde ökse ve kapanca denilen tuzaklarla kuş tuttukları şehirde. Veya  çerçeveyi genişletelim ülke bazında  değerlendirelim neden  dörtte üçü Müslüman olan bir şehirde ahlaki ve kişisel sıkıntıların had safhada  olduğu bir memlekette.

Peki  şimdi ne oldu bize?

Gurbet kapısı ve ekmek ocağı haline dönüşen ve  kirletilmeye mahkum  edilmiş bir şehir… Neden artık denize pet şişe, sokaklara izmarit atak bu kadar doğal oldu? Neden çocuklarımızı sokağa rahatça yollayamıyoruz? Neden tek başımıza rahatça sahilde yürümek birkaç dakika sonunda  kabusa  dönüşüyor? Neden kapılarımıza kilit üstüne kilit taktırma ihtiyacı hissediyoruz? Neden yolda kalmış bir insana yardım etmek için kılı kırk yarıyoruz? Neden birbirimize güven konusunda bu kadar rahatsızız? Neden çocuklarımız “kendilerinden bir çıkarı olan” arkadaşlar edinmeyi tercih ediyor? Yoklukta mutlu olmayı başaran büyüklerimize inat edercesine varlıkla sıkıntıya düşen bireyler haline geliyor çocuklarımız? Kavram ve içerik olarak gayet iyi bilirken ifade ederken şükürü hayatımızdan neden bu kadar uzak ettik? Düğünde, sünnette, ölüde  bir olan imece usulü özel işlerde beraber olan bizler nasıl oluyor da  yan dairede bulunan  komşumuza uzak kalma konusunda  bu kadar  profesyonelleştik? Karnelerin hep sağ taraflarına  göz atmaktan neden kaçıyoruz ya da oradaki notları  verirken hep kafadan attık?

Oysa  ne yedi  yaşında okumayı öğrenmekle başlıyordu ne de yalnızca okulda  veriliyordu eğitim. Hemen  yanı başınızdaydı, doğru bildiğiniz şeylerin hemen ardında, örnek olduğunuz her davranışın içinde… Gözümüzü açtığımız ilk andan son kapanışına kadar…

Bir insan bir kitle demekse ardınıza baktığınızda etkileşiminizde olan insanları da  baz  alırsak algılayabiliriz yükünüzü! Bir hareketin kaç milyon tepkiye sebep olduğunu, bir cümlenin kaç milyon varlık üzerinde  etki bıraktığını hissedebilirsiniz. Aslında tüm bu dejenerasyonun kendinizin  gösterdiği küçücük bir hareketle nasıl sınırsız bağlantısı olduğunu,bir isyana bir harekete öncülük etmek için küçük gördüğümüz bir hareketin veya sözün liderlik etmesi için farkında olmadan nasıl hazırlandığımızı….

Artık görülmeye alışık ama fark edilmeye  yabancı olan , herkesin bakmaya  korktuğu  yöne kafalarımızı çevirmeli ve harekete geçmeliyiz.Dünyada olup bitene müdahil olabiliriz. “Bir şeyler yapmak lazım” kaidesince söylemek ve anlatmaktan öte harekete geçmeli, “bir şeyler yapmalıyız.”

[email protected]

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.