Ahmet AY
Emre Dorman nereye koşuyor 12:Objektif olayım derken karşı tarafa geçmek
Emre Dorman nereye koşuyor 12: Objektif olayım derken karşı tarafa geçmek...
"Bâtıla çokça nazar etmek, kalpte hak marifetini söndürür." İbrahim b. Edhem (k.s.), Hilyetu'l-Evliya'dan... "Bâtıl şeylere çokça kulak vermek, kalpteki taat lezzetini söndürür." Abdullah b. Hubeyk (k.s.), Hilyetu'l-Evliya'dan... "Bâtıl şeyleri iyice tasvir, sâfi zihinleri idlâldir." Bediüzzaman Said Nursî, Hakikat Çekirdekleri'nden.
Bazıları da Emre Dorman gibi, Caner Taslaman gibi, Mustafa İslamoğlu gibi modernistlerin ateistlere verdikleri fen/felsefe karıştırmış cevaplarına; termodinamikten Newton yasalarına, oradan ver elini Kuantuma atlayan argümanlarına hasta oluyorlar. Fakat şunu unutuyorlar: Cevap vermek bir açıdan empati işidir. İster istemez, cevap veren kendisini 'soranın' yerine koyar. En azından soruya cevap aradığı/bulduğu ve bu cevabı ilettiği süre boyunca bir empati yaşamak zorundadır. Sadece şüpheyi irdelerken lazım olmaz bu ona. O şüpheye dair bulduğu argümanları düzenlerken de empatiye ihtiyaç duyar. Kendisini muhatabın yerine koyarak, onun anlayabileceği şekilde ve kabul edebileceği delillerle izah edebilmek de cevap verenin sorumluluğundadır. Bu açıdan, cevap vermek, insanın kendilik kalesini terkettiği bir zaman dilimidir denilebilir. Yani her cevap veriş, biraz 'öteki olmaktır' bir yönüyle. Sadece dilce değil, bakış açısıyla ve metotça da bir başkalaşma.
Mesela; çocuğa verdiğiniz cevapla, büyüğe verdiğiniz cevap aynı olmaz. Yine dinî bir konuda müslümana verdiğiniz cevapla hristiyana veya ateiste verdiğiniz cevap da aynı argümanları içermez. (Birisinde ortak bir kitap olarak kainattan örnek vermeye mecburken, diğerinde kainat ve bir kısım kutsalları, ötekinde ise artı olarak İslamî kaynakları kullanabilirsiniz.) Çünkü; "İstidlâlin birinci şartı, delilin neticeden daha zahir ve malûm olması lâzımdır."
Muhatabınızın anlayacağı ortak kavramlar/delilleri yakalamaya çalışırsınız mümkün mertebe. Bu da sizi kendinizi terketmeye zorlar. Bu terkediş şöyle izah edilebilir: Normalde o soruya dair sizde farklı argümanlarla birçok izah vardır. O izahlara bağlı bir yakîn vardır. Birisi zayıfsa ötekisi kuvvetlidir ve zayıflar kuvvetli olandan (veya yekûnun cesametinden) kuvvet alır vs... Her izahın da kendine özgü bir delili vardır. O delillerin tamamının sizde geçerliliği vardır. Ancak muhatabın o delillerden hepsine yakınlığı yoktur. Bu yüzden kabul edebileceği delillerle idare eder, gerisini geride bırakırsınız. Unutmaz veya inkar etmezsiniz, sadece 'şimdilik' kendinize saklarsınız.
"Maahaza, burhanların heyet-i mecmuasına terettüb eden matlubun kuvvet ve vuzuhunu her fertten istemek ve her fertte aramak, aklın hastalığına, zihnin cüz'iyetine işaret olup, matlubu red ve inkâr için bir zemin teşkil ediyor. Binaenaleyh, bir burhana bakıldığı zaman zâfiyetten dolayı vehimler başgösterirse, öteki burhanlardan süzülen kuvvetle ortada zâfiyet kalmaz; vehimler de dağılır. Maahaza bazı burhanlar suya benziyor; bir kısmı da havaya benziyor, bir kısmı da ziya gibidir. Binaenaleyh, bu gibi burhanları gayet lâtif ve dikkatli ince bir fikirle arayıp tutmalıdır ki, dökülmesin, sönmesin, uçmasın."
Bu tıpkı yabancı bir dilde konuşurken kendi dilinizdeki kavramları ve kelimeleri terketmek zorunda kalmanız gibidir. Cenab-ı Hak da kullarıyla muhatap olurken, değil muhtaç olduğundan, fazlından dolayı tenezzül etmiştir. Yani bizim seviyemize inmiştir. Kendisine ve marifetine dair argümanları insanların anlayabileceği/görebileceği örneklerden seçmiştir. Bu, o örneklerin basitliğine değil, bizim zihnimizin ve fehmimizin basitliğine işaret eder.
Harflerin 'bize göre' basit olması, mesajın basitliği anlamına gelmez. Yoksa o örnekler de büyük hakikatlerin uçlarıdır ve insanlığın fehmi arttıkça bize söyleyecekleri daha birçok şey vardır. Bediüzzaman'ın zamanın ihtiyarlamasıyla Kur'an'ın gençleşmesi arasında kurduğu doğru orantı, murad-ı ilahîyi anlamak noktasında değil; murad-ı ilahînin üzerinden bize ulaştığı kelamın yüceliğini/derinliğini daha iyi anlamak noktasındadır. (Kendisi de bu gençleşmeden kastını 'rumuzu tavazzuh ediyor' ifadesiyle açar.) Yoksa murad-ı ilahînin ne olduğunu sahabe, tabiin, tebe-i tabiin olmak üzere bütün selef-i salihîn açıklıkla anlamışlardır. Ve bu idrakin pâk mirası nesilden nesile ümmet içinde taşınmıştır.
"Evet, zaman geçtikçe Kur'ân-ı Hakîmin daha ziyade hakaiki inkişaf eder demektir. Yoksa—hâşâ ve kellâ—Selef-i Sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur'âniyeye şüphe getirmek değil. Çünkü onlara iman lâzımdır. Onlar nasstır, kat'îdir, esastırlar, temeldirler. Kur'ân ("Bu Kur'an'ın lisanı apaçık Arapçadır...") fermanıyla, mânâsı vâzıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlâhî o mânâlar üzerine döner, takviye eder, bedâhet derecesine getirir. O mensus mânâları kabul etmemekten—hâşâ sümme hâşâ—Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin fehmini tezyif etmek çıkar."
Soru ve empati arasındaki ilişkiye geri dönelim. Diyelim ki: Siz bir kimyager veya fizikçisiniz. Sizin kendi ilim dalınızda bir delil yönteminiz var ve ismi deney. Yani siz "Kimyada şu oluyor..." veya "Fizikte şu var..." derken bunu sahada uygulamayla da gösterebiliyorsunuz. Fakat karşınızda bir matematikçi olduğunu düşünün. Onun da kendisine göre bir delil yöntemi var. Onun için iki kere ikinin dört olması deneysel değil, işlemsel birşey. Denklemle sınıyor herşeyi. Ve kimyanın/fiziğin ispat metotlarını anlayamıyor. (Edebiyat gibi, müzik gibi, resim gibi sanatları daha katmadık bile...) Yahut da diyelim ki: Bu matematikçi sizden çok uzak bir şehirde yaşıyor. Ona, deney sonucu ulaştığınız bilgiyi ileteceksiniz. Bunu nasıl yaparsınız? Onun anlayacağı bir dile, yani formüllere, dökerek değil mi?
İşte 'filanca atomla filanca atomdan oluşma bir karışım, şu ısıya kadar ısıtılınca ve şu kadar zaman geçince böyle olmaktadır...'ı çeşitli formüllerle yazar ve gönderirsiniz. Ki zaten genelde kitabî bilgi böyle şeylerle taşınır. Bugün bizim okullarımızda da fizik ve kimya deneyden ziyade formüldür. Yerçekimi, kaldırma kuvveti veya moment bizim için sınavda çıkacak formüllü sorulardan ibarettir. Hiçbirimiz makaralarla ilgili bir soruya makara sistemi kurarak cevap vermeyiz. Fakat gün gelip mühendis olursak veya öğrendiğimiz o formülün pratiğinin gerektiği bir işte çalışırsak, artık diğer isbat yoluna dönmüş oluruz. Ve bakarız: Hakikaten öyle mi oluyor? Hakikaten o yoğunlukta bir sıvı, bu kadar kütlede birşeyi, o kadar mı kaldırıyor? Yer bu kadar mı çekiyor?
"İ'lem eyyühe'l-aziz! Ehl-i ilhad ile ve bilhassa Avrupa mukallitleriyle münazara ile iştigal edenler büyük bir tehlikeye mâruzdurlar. Çünkü, nefisleri tezkiyesiz ve emniyetsiz olması ihtimaliyle tedricen hasımlarına mağlûp olur ki, bîtarafâne muhakeme denilen munsıfâne münazarada nefs-i emmâreye emniyet edilemez. Çünkü, insaflı bir münâzır, hayalî bir münazara sahasında, ara sıra hasmının libasını giyer, ona bir dâvâ vekili olarak onun lehinde müdafaada bulunur. Bu vaziyetin tekrarıyla dimağında bir tenkit lekesinin husule geleceğinden, zarar verir. Lâkin, niyeti hâlis olur ve kuvvetine güvenirse, zararı yoktur. Böyle vaziyete düşen bir adamın çare-i necatı, tazarru ve istiğfardır. Bu suretle o lekeyi izale edebilir."
Ben; Emre Dorman gibi, Caner Taslaman gibi, Mustafa İslamoğlu gibi, Yaşar Nuri Öztürk gibi, Mustafa Öztürk gibi modernistlerin sorunlarından birisinin de bu olduğunu düşünüyorum. Sapıttıkları noktanın böylesi bir empatiyi 'objektiflik/tarafsızlık' kisvesinde içselleştirme olduğu kanaatindeyim. Hatta bundan yüzyıllar önce, İslam coğrafyasının felsefeyle en çok haşir neşir olduğu zamanlarda ortaya çıkan Mutezile'nin de böylesi bir etkilenmişlikte olduğu düşüncesindeyim. Mutezile, her ne kadar murad-ı ilahîyi aramaktaki samimiyetiyle bugünün modernistlerine beş bassa da, etkilenmişlik noktasında benzerlikleri vardır.
Örneğin; bu mezhebin önderlerinden birçoğunun, başka din mensuplarıyla yaptıkları münazaralarla binlerce kişinin İslamiyete girmesine vesile oldukları anlatılır. Ancak Mihne Olayı diye bilinen Kur'an'ın mahlukiyeti tartışmaları da bu cedelciliğin bir sonucudur. (Ki Ahmed b. Hanbel Hazretleri gibi daha niceleri bu sürecin mağdurudur.) Âl-i İmran sûresinde geçen ve Hz. İsa'yı (a.s.) Allah'ın kelimesi olarak zikreden ifadeden hareketle hristiyanların sorduğu: "Siz Allah'ın kelamına ezelî diyorsunuz. Sizin kelamınızda İsa da Allah'ın kelimesi olarak geçiyor. Eğer Allah'ın kelimesiyse, İsa da ezelîdir. Dolayısıyla mahluk değildir. O da bir ilahtır!" tarzı bir soruya ehl-i sünnetin çizgisinde yaklaşmamış, kelam-ı ilahîye de (yani Kur'an'a da) 'mahluktur' diyebilme cüreti göstermiştir. Bu sapmanın ardından yaşanılanlar ise tarih kitaplarında kayıtlıdır.
İşte modernistlerin de yaşadığı bir açıdan buna benzer bir durumdur. Yani 'soruya cevap bulayım derken hakikatten olma.' Kendi dinî miraslarının sahip olduğu delil türleri ve özellikle naklî deliller; seküler ilim erbabı ve seküler modern dünya karşısında 'geçerli' görünmeyince, delillerini savunup (veya Kâfirûn sûresinde buyrulduğu gibi; 'sizin dininiz size, bizimkisi bize...' diyerek) kendileri kalmak yerine, delili inkâr edip objektiflik adına karşı tarafa geçmeyi kabul etmişlerdir. (Yani objektifliği karşı tarafın ilkelerini de kabul etmek olarak anlamışlardır.) Bediüzzaman özeleştirel bir metninde bu tehlikeye de dikkat çeker:
"Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim."
Nitekim yine bu zümrenin hadisler hakkında duyduğu şüpheler, hadis ilminin kıstasları konusunda usûl yönüyle buldukları hatalardan değil (zaten ne yerine koyabilecekleri ne yeni bir usûlleri ne de bu konuda tefekkürleri vardır) bilakis naklî bilginin nasıl bir delil oluşturabileceğini anlayamayışlarındandır. Yine bir naklî delil olan Kur'an-ı Hakîm'i reddetmeyişleri ise onu bükebilme konusunda daha rahat tavır takınabilmelerindedir. Yani aslında Kur'an onlar için dediği sorgulanmayacak bir vahiy değil, üzerine konuşulabilecek bir akıl yürütme aygıtıdır. İstenirse kırk kere fikir değiştirilir aynı metin üzerinde. (Nitekim Ebubekir Sifil Hoca, böyle fikir değiştirmelere Yaşar Nuri Öztürk örneği üzerinden Modern Fetvalar Çağdaş Hurafeler kitabında dikkat çeker.) Diğer din müntesiplerinin günümüzde kendi dinî metinlerine gösterdikleri saygıdan fazlasını göstermezler ona... Ama diğer dinlerde 'hadis' diye birşeyin olmayışı, hadisi koyacak yer bulmakta zorlanmalarına neden olmaktadır.
Sorulara karşı dikkatli olunmalıdır. Sorulara 'tarafsız' muamelesi yapılmamalıdır. Çünkü muhatabınız sizden cevap beklerken aslında sizi yönetiyor/yönlendiriyor olabilir. Her soruya, soruyu sorgulamadan cevap vermenin veya objektiflik adına 'bitarafane muhakemenin' bazen 'taraf-ı muhalifi iltizam' olabileceğine dair Bediüzzaman'ın 15. Söz'ün Zeyli'nde söyledikleri ne kadar da anlamlıdır:
"Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir."
Yine bu sadetten, bir moderniste (Mustafa Öztürk) cevaben kaleme aldığı Modern Düşüncenin Kur'an Anlayışı (Rıhle Kitap) isimli eserinde merhum Prof. Dr. Salim Öğüt Hoca şunları söyler:
"Bir mümin, akademisyen de olsa, Allah, Allah'ın sıfatları ve cümleden olarak Allah'ın kelamı konularında objektif olamaz. Objektif olma iddiası taşırsa mümin olamaz. Çünkü bu konular 'iman' ile alakalıdır ve imanla alakalı her konunun işte böyle bir karakteri vardır. Yani teslimiyet, hem de tam bir teslimiyet gerektirir. Eleştirel düşünce, ancak teslimiyet sınırlarının dışındaki alanlar için geçerlidir."
Yani dostlar, bence esas sorun hadis ilminde falan değil, bu arkadaşların Batı medeniyeti karşısında hissettikleri eziklikle aşağıdan bir savunma yapmalarında. Rüştlerini ispat etmek için çok kasılmalarında. Kâfirûn sûresinin musırrane emrettiği gibi; 'Sizin dininiz size, bizimkisi bize...' diyememelerinde. Kendilerini muhatabı iknaya mecbur bilmelerinde. Bu aşağıdan savunma sırasında onların anlayacağı argümanları bulup kullanmaya çalışırken, durduğu yeri şaşırıp, onlar gibi olmalarında. Herşeye onlar gibi bakmaya başlamalarında...
Bu insanların aynı zamanda menkıbe türü dinî kıssalar/hikayeler konusunda takıntılı olmaları tesadüf değil. Bunlar, modern zaman insanlarından daha üst/güvenilir insanların tarihin bir yerinde varolduğuna inanamıyorlar. Bunu kabullenmek seküler kıstaslara göre mümkün görünmüyor. Yalan sözden kaçınmak noktasında sahabe, tabiin, tebe-i tabiin kadar hassaslaşmış; 'bineğini, elinde yem varmış gibi kandırıyor' diye o kişiden hadis almaktan vazgeçen böylesi insanlar onlar için Marvel karakterlerinden bile daha inanılmaz duruyor. Teslimiyetlerini yitiriyorlar böylece. Tıpkı Bediüzzaman'ın dediği gibi: "Onun için, senin desisenle, şu zamanda, bîtarafâne muhakeme sureti altında çokları imanlarını kaybediyorlar."
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.