Erdem AKÇA
Azîz-Azîm-Kebîr İsimleri Arasında Bağlar ve Geçitler
İzzet ve azazût âlemlerinden ötesi ise “azamet ve azamût âlemleri”dir. Azamet kelimesi, temelde benzetmeye dayanan bir lafızdır. Azametle aynı kökten türeyen azm, Arapça’da, kemik demektir. Bu manada azamet de, kudretin hakikatini, sâbit ve kemik gibi kuvvetli ve değişmez boyutunu ifade eder. Bu çerçevede azamût ise, Bediüzzaman’ın bildirdiği üzere mübalağalı azamet demektir. Eğer İblîs, Hz. Âdem’e secde etseydi, Azâzîl olmaktan “Azâmîl” makamına terakki edecekti, tespitini yapabiliyoruz. Fakat o izzet-i nefis zannettiği gurur ve ucbundan ötürü şeytanlıkta karar kıldı.
Kişinin azamet ve azamût hakikatlerini idrakının enfüsî cephesi
- “Meyl-i taazzum” gibi hislerden sıyrılması,
- Kendi zâtî hakîrliğini ve cüceliğini görmesi,
- Fıtrat madenindeki âcizlik ve çaresizlik boyutlarını tam manasıyla idrak etmesi,
- Yaratılış âleminde Allah’ın kudretinin mucizelerini bir hücre, çekirdek, kıl ve kar tanesi gibi en cüz’î şeylerde dahi görecek bir külliyet idrakine ermesi,
- Toplum hayatı içinde riya ve şöhret gibi görünme hastalıklarından kurtularak “hafî” ve “mahfî” kalmayı tercih etmesi[1],
- Zuhur ve izharı, görünmeyi ve bilinmeyi, gösterilmeyi ve bildirilmeyi Allah’ın azameti ve hakkı olarak kavraması gibi esaslara dayanır.[2]
Bu noktada Bediüzzaman Kur’anın Melik-Kuddûs-Selam-Mü’min-Müheymin[3] silsilesinin Azîz-Cebbar-Mütekebbir şeklinde devam etmesine dayanarak azamet ve azamût âlemlerinden ötesini “cebr ve ceberut âlemleri” olarak ele alır. Cebr ve ceberut arasındaki ilişki aynı şekilde mülk-melekût arasındaki zâhir ve bâtın farkı gibidir. Bediüzzaman azamûttan cebr ve ceberut âlemine geçiş hakkında şöyle bir tarif verir: “Ceberût, azamûtun daha bâtını ve daha dâimîsi” demektir.[4] Bu çerçevede diyebiliriz ki cebr âlemi, azamûtun bâtını ve daimî halidir; ceberut âlemi ise azamûtun daha bâtını ve daha daimîsidir. Cebr ve ceberut âlemleri de Cebbar ismi ve cebbariyet sıfatının zâhir ve bâtın tecellisini ifade eder. Cebbar isminin, dilediği kişiye dilediği zaman o istemese de dilediği şeyi yapabilen ve yaptırabilen manası ve parçalanmış, bölünmüş şeyleri bir araya getirip bütünleştiren[5] yapısı gösterir ki bu âlemde İrade-i İlâhiye çok bârizdir; cebr ve ceberut âleminde başka iradelere yer yoktur veyahut mutlak âcizdirler. Ayrıca lafzî kök ilişkisinden dolayı diyebiliriz ki dört büyük melekten Hz. Cebrâil’in âlemi cebr ve ceberut âlemidir.
Bediüzzaman İhlas suresinin tefsir ettiği Şuaat-ı Marifetü’n-Nebi eserinde “ Allâhu’s-Samed” âyetinin “Rabb ve Kayyum” isimleri noktasında iki çeşit tevhidi ifade ettiği tespitini yapar. Rabb isminin, yaratmayı ve yarattıklarını geliştirmeyi istediğini vurguladıktan sonra Kayyum isminin ise yaratma fiilini ve yaratılış dünyasındaki etkinliği kendi kontrolünde tuttuğunu şöyle ifade eder: “Tevhid-i ceberuta telvihtir.” Yani Allah yaratmayı Cebbar isminin bir lütfu olarak ikram eder. Kulların iradesine bakmaz. Yaratılmak, dünya ve Âhiret bütünlüğü içinde, mutlak bir hayır ve mükemmellik olduğundan kulun iradesine sormaya gerek kalmayacak derecede özel bir ikramdır. Bu çerçevede ceberut hakikati ile Kayyum isminin, daha ötede Samed isminin ilişkileri olduğunu beyan eder.
Bediüzzaman Ehad ve Samed isimlerini beraber işlediği 2. Şua eserinde şöyle der: “ Bu kâinatta, gözle görünen hakîmâne ef'âlin ve basîrâne tasarrufatın şehadetiyle, bu masnuat, bir Hâkim-i Hakîmin, bir Kebîr-i Kâmilin hudutsuz sıfât ve isimleriyle ve nihayetsiz, mutlak olan ilim ve kudretiyle yapılıyor, icad ediliyor. Evet, bir hads-i kat'î ile, bu eserlerden, o Sâniin hem rububiyet-i âmme derecesinde hâkimiyeti ve âmiriyeti, hem ceberutiyet-i mutlaka derecesinde kibriyası ve azameti, hem ulûhiyet-i mutlaka derecesinde kemâli ve istiğnâsı, hem hiçbir kayıt altına girmeyen ve hiçbir hadd-i nihayet bulunmayan faaliyeti ve saltanatı var olduğu anlaşılır ve kat'î bilinir, belki görünür.”[6] Bediüzzaman’ın ceberutiyet-i mutlaka ile azamet ve kibriya bağını vurgulaması, Aziz ve Mütekebbir isimleri arasında Cebbar isminin bulunmasını bir okumadır. Ehl-i tasavvuf, Cebrâîl (AS) gibi ruhanilerin huzur-u İlâhîde mutlak aczlerini Hz. Peygamber (SAV) gibi müşahede ettikleri veya yakinen bildiklerinden ruhlar âlemine ceberut âlemi adını vermişlerdir.[7] Eğer İblîs Hz. Âdem’e (AS) secde etseydi, bir ihtimal Hz. Cebrâîl’e (AS) ayna olacak bir kudsiyeti elde edecek, Ruhu’l-Kudüs hakikati ve manasını hayatında yansıtacak ve cinler âleminin bir resulü haline gelecekti. Resul olmadı fakat milyarlarca cin ve insanın ebedî Cehenneminin mes’ulü oldu. Gurur, kibir, ısrar ve inadından dolayı…[8]
Cebr ve ceberutiyet hakikatinin idraki noktasında enfüsî temeller olarak
*Kendini emir-komuta zincirinde bir asker olarak bilmek, görmek ve buna iman etmek,
*İlâhî emir ve yasakları sorgulamadan uygulamak,
*Allah’ın onun hayrını ondan daha fazla istediğini yaratılışın saf hayır oluşunda, canlılığın saf mükemmellik oluşunda okuyarak kavramak ve teslim olmak,
*İlâhî iradenin mutlak hür olduğunu idrak etmek ve her türlü kayıttan Onu tenzih etmek,
*Kendisinin her boyutuyla sınırlı olduğunu idrak edip kabullenmek,
*İlâhî irade kendisi hakkında neyi takdir etmiş ve vermişse huzur-u kalble kabul etmek ve bunu yapma konusunda Cebbar-ı Mutlak’ın mutlak hak sahibi olduğunu görerek teslim olmak,
*Her hâlükârda kendisinin Ona mecbur-u mutlak ve muhtaç, Onun mutlak hür ve serbest olduğunu görmek ve inanmak gibi hususlar gösterilebilir.
Cebr ve ceberut âleminden ötesi, Kur’anın Cebbar-Mütekebbir sıralamasıyla bildirdiği üzere “Kibriya ve keberût” âlemidir. Kebîr isminin zâhiri, “kibriya âlemi”; bâtını ise “keberût âlemi” dir. Kibriya âlemi ise, kendinden önceki ceberut âleminin bâtını ve daimisidir. Cenab-ı Hakk, kibriyasını Mütekebbir ismi ile gösterdiği, kulların âcizliği, hiçliği ve çaresizliği içinde küçüklükleri göründüğü, secde hakikatinde bu küçüklük ve büyüklük hakikatleri ayrıştığından dolayı Hz. Âdem’e (AS) secde hadisesi “itikadî ve tevhidi” bir olay olarak Kur’anda gösterilmiş, İblis’in secde etmemesinin perde arkasında “istikbar” (büyüklenmeye çalışmak ve büyük olmayı istemek) yattığı ifade edilmiştir.[9] Kibriya, Allah’ın zâtına mahsus bir sıfat olduğundan İblis’in bu tavrı, bir “küfür” olarak kabul edilmiştir. Âyet bu meseleyi şöyle ifade eder: “ Ve iz kulnâ li’l-melâiketiscüdû li Âdeme fesecedû illâ İblîse. Ebâ vestekbera ve kâne mine’l-kâfirîn”[10] (Biz meleklere “Âdem için secde edin!” dedik. Secde ettiler, İblîs hariç… O, secdeden kaçındı, büyüklenmek istedi ve kâfirlerden oldu.) Cenab-ı Hakk kibriya sıfatının kendisine mahsus olduğunu “Ve lehül kibriyâu fi’s-semâvâti ve’l-ard”[11] (Göklerde ve yerde görünen kibriya tecellileri Onun zâtına aittir) âyetiyle bildirdiği gibi İblîs’in büyüklük iddiasına ise “Kale fehbıt minha femâ yekûnu leke en tetekkebbera fiha fahruc inneke mine’s-sâğirîn” (Allah hemen, buyurdu: İn oradan! Ne haddine ki orada tekebbür edesin, büyüklenesin. Haydi çık! Çünkü sen hakikaten ve hakikati itibariyle küçüklerdensin, küçüklüğün ne olduğunu ve nasıl bir şey olduğunu kendinde sergileyen ve küçüklüğüyle tanınır hale gelensin.)[12] âyetiyle işaret eder.
Kibriya ve keberûtiyet hakikatleri ve âlemlerinin idraki için enfüsî temeller
*Kendi zâtî aczi ve hiçliğini mutlak boyutuyla hakka’l-yakîn olarak bilmek ve hissetmek,
*Her türlü hamd ve medih, sena ve minnetin Zât-ı Akdes’in hakkı olduğunu bilerek kendini medhettirecek hususlardan kaçınmak,
*Daima Allah’ı ve kitabını, Resulünü ve sünnetini diğer insanlara kemalât menbaı olarak göstermek ve dikkatleri daima onlara çevirmek,
*Sindirmediği ve yaşamadığı meseleleri dile getirmemek ve anlatmamak, “Kebüra maktan indallahi en tekûlü mala tef’alûn”[13] (Yapmayacağınız ve yapmadığınız şeyleri söylemeniz Allah katında kibriyâlı bir nefret ve öfke ile karşılanır) âyetini daima göz önünde bulundurmak,
*Söz verdiği zaman “Öl söz verme, öl sözünden dönme” sırrına mahkûmiyetini ve mecburiyetini yaşamak ve sözünü ne olursa olsun yerine getirmek,
*Hayatını Allah’ın ekberiyetinin ilanından ibaret bir ezan hâline getirerek, hakkın kibriyâsının ve hakikatin azâmetinin halis ve muhlis dili olmak,
*Kullara karşı tevazuu ve mahviyeti, Hakikat-i Mutlaka’ya karşı fenâyı ve Hakk-ı Ebedî için fedâî olmayı gaye-i hayal etmek ve bu uğurda ebedî yaşamak,
*Allah uğrunda ölmeyi veya öldürülmeyi en büyük şeref, haysiyet ve itibar olarak görmek,
*Allah’ın Zât’ı için feda edilmeyecek hiçbir şey olmayacağı hakikatini “şevk-i mutlak”, “terk-i hestî” ve “terk-i terk” kurallarını yaşamakla göstermek ve ilan etmek gibi hususlardır.
[1] Bu seviyeyi yaşayan Allah dostlarına “ahfiya” adı verildiği gibi Abdülkadir Geylani Hz.leri (KS) böylesi Allah dostlarına Hakk katında kemikleşmiş, kırılmaz hale gelmiş iman kuvvetlerinden dolayı “azîm” adı verildiğini Cilâu’l-Hâtır isimli eserinde bildirir. (Bkz. sayfa 44) Ahfiya konusunda Üstad Bediüzzaman’ın eskiden Melami tarikati şeyhi olan talebesi Hasan Feyzi Yüreğil Afyon hapishanesinde şiddetli bir zehirlenme vakası geçiren ve ölme raddesine gelen Üstad Bediüzzaman hakkında şöyle der: “ Zâten şimdiye kadar sana ‘Gavs’ dedik, ‘Münci’ dedik, ‘Kutub’ dedik, hiç birini kabul etmedin. ‘Veli’ dedik, ‘Hazret’ dedik, asla iltifat etmedin. İsmini ve resmini, nam ve nişanını hep unutmak ve unutturmak istedin. ” Hasan Feyzi Yüreğil bu ifadeleriyle üstadı Bediüzzaman’ın “ahfiya” makamında bir veliyy-i kâmil olduğunu ifade ediyor. (Sirâcü’n-Nur)
[2] Bediüzzaman bu noktada 7. Şua eserinin Osmanlıca’sının mukaddimesinde “şiddet-i zuhur hakikatinin azametten neş’et ettiğini” ve “azametin diğer bir adı olduğunu” ifade eder.
[3] Bu âyetin son kısmının “Sübhânallâhi ammâ yüşrikûn” (Allah onların ortak koştuklarından yüce, mukaddes ve münezzehtir) şeklinde bitmesi gösterir ki, bu silsilede sayılan isimlerin her biriyle alakalı şirkler insanlık dünyasında görünecektir. Bu noktada Kur’an Firavun iktidarını bu şirk sürecine model sunar. Firavun’un vezirinin ve taş işçilerinin başının adı olan “Hâmân” isminin (Kasas, 6, 8 ve 38), “Müheymin” ismiyle” aynı kökten olması Müheymin ismini… Firavun ve taraftarları öldükten sonra Duhan suresinde “Ente’l-azîzü’l-kerîm” (Yalnızca siz izzet ve kerem sahibiydiniz ya!) (Duhan suresi, 49) şeklinde eleştirilmesinde görünen Azîz ismini… Hz. Musa’yla (AS) mücadele eden sihirbazların asâ-yı Musa (AS) mucizesi karşısında iman etmeleri üzerine” Firavun’un: 'Ben size izin vermeden önce O'na iman ettiniz, öyle mi?” (A’raf suresi, 123) sözünde gözüken kendinden başka iradeleri yok sayan ceberut ve cebbariyet Cebbâr ismini… Hz. Musa’nın (AS) ve mümin-i Âl-i Firavun’un art arda (Mü’min suresi, 27 ve 35) Firavun hakkında mütekebbiriyetini ima eden beyanları Mütekebbir ismini gösteriyor. Ki bu isimler ve hususiyetleri, Uluhiyet hakikatinden ayrı düşünülemeyen zâti hususiyetler olduğundan Zât-ı Ulûhiyet kendini bu vasıflarıyla Haşir suresinde ve Kâinattaki kusursuz icraatlarında tavsif ederken sahte ilah konumunda bulunan Firavun ve emsali de bu sıfatların kendilerinde olduğu iddiasında bulunuyorlar.
[4] Lem’alar, 29. Lem’a, 4. Bab, 1. Fasıl.
[5] Hz. Ali Celcelûtiye kasidesinde Allah’a “Eyâ Câbira’l-kalbi’l-kesîri mine’l-habet” (Ey kırılmış kalpleri tamir eden ve vahdete eriştiren Zât-ı Câbir-i Mutlak!) diye seslenir.
[6] Şualar, 2. Şua, 2. Makam, Birincisi.
[7] Bkz. DİA, Hazarat-ı Hamse maddesi, c.17, s. 115-116.
[8] Gurur sıfatı, kişiyi hak ve hakikatten gayrıya müstağni kılan ve boyun eğdirmeyen “izzet-i nefs” adlı olumlu sıfatın bozulmuş ve hastalanmış halidir. İblis, şeytaniyetle bu hastalıkta o kadar ileri gitmiştir ki Kur’anda “garûr” (mübalağa derecede gurura müptela olmuş) adı kendisine verilir. Kendisi kendindeki İlâhî emanetler olan nurlara aldandığı gibi insanlara da gurur damarından saldırır, meta-i gurur olan dünya ile onları aldatır, Allah’ın gazabını unutturarak rahmetine güvendirir, biçare cin ve insanları hak ve hakikat yolundan saptırır. (Fatır suresi, 5)
[9] Melekler, Hz. Âdem’in (AS) kalbi ve ruhunda ilim ve hikmetle parıldayan “İlâhî nûr” a (Kâbe’ye doğru secdede olduğu gibi) secde emriyle muhatap olup secde-yi tevhid ettiler. İblîs ise, Hz. Âdem’in (AS) topraktan yaratılan kalıbı ve cismiyle kendi ateşten hilkatini mukayese ederek “tevhid secdesi” ni reddetti ve kibirlendi. Kibrinin perde arkasında “gurur” u, gururunun perde arkasında “ucb” u (kendini ve yaptıklarını beğenmeyi) taşıdığı ve ucub hastalığı ile, kendine emaneten verilen İlâhî güzellikleri kendinin zâtî malı bilip onların Allah ile bağını kopardığı ve örttüğü için “kâfir” oldu. İblîs, “enfüsî tevhidi” sindiremediği için yaşadığı bu imtihanda onu sebeplerle imtihan ederek geliştirmek isteyen Rabbine ebedî düşman haline geldi. Evet, “ucb” un zıddı “hamd” dir ve hamdi yaşamak, hakikaten zor bir mesele ve şuur sahiplerine ilim verilişindeki temel sırdır. İlim sindirildiğinde “İlâhî nur” olur, yüceltir. İlim sindiril(e)mediğinde ise Azâzîl’i, şeytan haline getirir.
[10] Bakara suresi, 34.
[11] Câsiye suresi, 37.
[12] A’raf suresi, 13.
[13] Saff suresi, 3.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.