Kur’an’dan Hakikat Noktaları ve Hikmet Nükteleri-11 (Kavl-i Leyyin ve Dine Hizmet)

İsra suresi 53. âyet diyor ki: “Kullarıma söyle, konuştukları ve söylediklerinde en güzel şeyleri söylesinler. Hak bu ki, şeytan aralarını bozmak ister. Hak bu ki şeytan, insan için apaçık bir düşmandır.” Bu âyet tebliğci için, yumuşak ve güzel ifadeler kullanmasını; muhatabını incitecek onu rahatsız edecek kelimeler kullanmamasını tavsiye ediyor. Bir açıdan da farz kılıyor. Çünkü şeytan, menfiliğin olduğu yerde hemen iş görür. Muhatabı kazanmak menfilikle çok zordur.

Mucizelerin Tahakkuk Sırrı

İsra suresi 59. âyet diyor ki: “Biz mucizeleri, yalnızca korkutmak için gösteririz.” Mucizeler, Allah’ın her şeye gücünün yettiğini, sebepler üstü izzet ve azametle icraatı olduğunu gösteriyor. Bu ise, kullarda Allah korkusu uyandıran bir haldir. Eğer hidayete niyeti varsa, “havfullah” doğar; eğer yoksa sadece kulun zulmü artar. Semud kavmine gösterilen deve, onların zulmünü artırdığı gibi…

Takva ve Mükerremiyet

İsra suresi 61-62. âyetlerde İblis’in, Hz. Âdem’e secde etmeyişini, Onun balçıktan yaratılışını nazara sunarak delillendirmesini ve sonra “Bunu mu benden, mükerrem tutuyorsun” diye itirazını bildiriyor. Alak suresinde bildirdiği üzere kerem ve keramet, mükerremlik ve ikram ilim ve hikmetledir. Bakara suresinde bildirdiği üzere, secde hadisesi öncesinde hilafete liyakatın isbatı için “ilm-i eşya” ve “hikmet-i eşya” konusunda bir imtihan var. İblis de bu imtihanda, kaybedenlerden… Mükerremiyet orada zaten isbat edildi. Fakat o, bunu kabullenmek istemiyor. Halen takıntılı kişiler gibi, Onun hilkatine takılıyor. Oysa O (AS), hilafeti, hilkati ile değil “ruh-u menfûh” boyutu ve fıtratıyla kazanıyor. Zaten sonraki İblis’in yapacağını vaad ettiği işler “Hz. Âdem şahsında bütün insanlığa karşı bir hınç” ifadesidir. Bu hınç, secdeden değil ilim ve hikmet imtihanında mağlubiyetin acısı ve sancısından geliyor. Üstünlük, Hak katında ilimle değil, kişideki takva iledir. Eğer ilim, hakikatini bulur da kişi havf, haşyet, huşu gibi takvanın alt yapısı olan duyguları uyandırırsa o zaman o ilim, ilm-i Âdemî (AS) olur. Aksi takdirde kişiyi Azîz-i Mutlak olan Allah’a karşı diklendiren bir enaniyet-i habisenin zeminini teşkil eder. İblis’te (Aleyhi'l-la'ne) gördüğümüz üzere…

Yatsı, Sabah ve Teheccüd Namazlarının Kazandırdıkları

İsra suresi 78. âyet diyor ki: “Öğlen namaz kıl, yatsı olunca da namaz kıl. Yani güneş tepede ve en zahir iken ve güneş batıp en görünmez iken, yani ay ihtişamıyla çıkınca da namaz kıl. Bir de güneşin doğuşu olan fecr vaktinde kıl. Ki o zamanki Kur’an okuyuşu ve salat, meşhûd’dur.” Bu âyetin bildirdiği üzere, sabah namazında kıraat, “cehrî” dir.

Hem sabah namazı özel bir namazdır; ehline şuhud ve müşahede kapısı açar. Bu manada sabah namazı, kalp gözünün körlüğünü giderir. Yani nura eriştiricidir. Nur-u iman, sabah namazı ile artar.

Sonraki âyet ise, gece vakti kılınacak teheccüdü bildiriyor. Bunu risalete has bir boyut ve nafile olarak sunuyor. Kılınması ile, makam-ı Mahmûd olan şefaate erişilebileceğini söylüyor. Muhammediyete nazaran Mahmûdiyet, şahsî kemalatı noktasında Hz. Resûl (ASM) için mühimdir. Hem şefaat, âciz ve zayıflara destek kuvvet olmadır. Bu manada teheccüd, imanı kuvvetlendirerek şefaate eriştirir. Taheccüd, iman kuvvetine vesile olduğu gibi sabah namazı da, imanı nuruna vesiledir, kişiyi nurlandırır. Kişi, “şâhid” ve “meşhûd” olur. Kişi bu ikisiyle, tam mümin olur. Tevhidi bu şekilde hissedip görür ve “nifak” tan tamamen halas olur. Yatsı namazı ile de, “şirk” ten halas olur.

Nifak ve Şirkten Halas Eden Namazlar

İsra suresi 82. âyet diyor ki: “Kur’an, kalb, ruh ve aklı yaralı müminler için şifadır. Manevi açıdan sağlıklılar içinse, rahmettir.” Yani Kur’an, manevi açıdan sağlıklı olanların iç dünyalarını açıp küllileştirir. Bu ise, ruh için rahmete mazhariyet demektir. Kur’anın bu şifa vericiliği, önceki âyetlerle beraber okunduğunda özellikle namazda gözükür. Çünkü namazda Kur’an okunur. Namazlar içinde de, sabah namazında görünür. Sabah namazı, şifa ve rahmete mazhariyetin belirdiği ve hissedildiği yerdir. Bu noktadan sabah namazı, nifaktan halas eder. Münâfık, kalbi hasta kişidir. Öğlen-ikindi-akşam namazlarına camiye gelir. Fakat yatsı ve sabahta zorlanır. Fakat bir münafık için en zor namaz, sabah namazıdır. Çünkü yatsıda uykusunu bölmesi gerekmiyor. Tevbe suresinin belirttiği üzere “Münafık, leştir.” Uyuduğunda, yani yarı ölümünde o leş gibi yatar. Sabah namazına kalkamaz. Oysa onun tam ilacı da sabah namazındadır.

Bir münafıka sabah namazından daha zor gelen namaz, manen dirilerin diriliklerini gösteren “teheccüd” namazıdır. Sabah namazına kalkamayan, teheccüde hiç kalkamaz. Bir münafıkın teheccüd namazı kıldığını düşünmek, fıtrata aykırıdır. O yüzden Kur’an namazları kolaydan zora doğru zorluk derecesine göre “öğlen-yatsı-sabah-teheccüd” şeklinde sıralıyor. Teheccüd de aynen sabah namazı gibi, kalbi tedavi eden bir namazdır. Kalpteki, iman kuvvetini artırır; kalbin yaralarını iyileştirir. Teheccüdle dirilen ve iyileşmeye başlayan bir kalp, sabah namazını cemaatle kılınca şifa ve rahmete mazhariyeti bariz ve zahir olur. Mirac’ın gece vakti olması ve Üstad Bediüzzaman’ın da yatsı namazını “Bir nevi miraca çıkmak” diye ifade etmesi gösterir ki, mirac denilen Tevhid yolculuğunu yaşatan yatsı namazı “şirk” ten halas eder.

Bir Ümmete Resul Ne Zaman Gönderilir?

İsra suresi 95. Ayet diyor ki: “İnsanlar yeryüzünde dünya hayatı ile mutmain olduklarında Allah, resûl gönderir. Gönderdiği resul de, meleklere melek cinsinden, insanlara insan cinsindendir.” İbrahim suresi de diyor ki: “Her kavme kendi lisanıyla bir peygamber ve resul gönderiyoruz.” Demek resullerin vazifesi, kalplerindeki aşk-ı bekayı onlara göstermek, İbrahim (AS) gibi “La uhibbu’l-âfilîn” hakikatini tekrar tekrar onlara duyurmak ve yaptırmaktır. “Benim kalbim fanileri ve batıp gidenleri sevmiyor. Aslında sizin kalbiniz de sevmiyor. Kalbinize sorun!” diyerek kişileri kalpleri ve fıtratlarıyla yüzleştirmek, dünyanın cazibedar güzelliğinin çekim alanından onları uzaklaştırmaktır.

İsrailoğullarına Yapılan Vaad

İsra suresi 103. âyet diyor ki:” Ey İsrail oğulları! Bu Filistin’de oturun. Ahiret vaadi gelince hepinizi toplayacağız.” Bu âyetteki “va’dü’l-âhireti” ifadesi “İkinci fitne çıkarıcılık zamanı veyahut sizin kıyamete yakın katledilme vaadinizin zamanı gelince siz oraya toplanacaksınız ve topluca katledileceksiniz” manasına da gelir.

Ayrıca “Mahşer meydanı Orta Doğu merkezli olacak” manasına da gelir. Ki hadis-i şerifler her iki manaya da işaret ediyor. İlk mana zaten tahakkuk etmeye başladı. Yahudiler, Filistin’de toplandılar. Sıra onların fitnebazlıklarının neticesi olan savaşa geldi. Bu savaş onların katliyle neticelenecek. Haşir de tahakkuk edecek. Gazze vakası bu sürecin başladığını bilfiil gösteriyor.

Kur’an’ın Hakiki İlim Ehline Etkisi

İsra suresi 105. âyetle Allah bildiriyor ki: “Kur’an, 114 bölümdür. Besmele ile ayrılır. Böyle olmasını biz istedik. Kur’anı bölüm bölüm okunsun istiyoruz. Ayrıca daha ufak kısımlar halinde de okunsun diye nüzulünü peyderpey yaptık. Namazlarda okunması da böyle olmalı.”

Sonraki âyetler ise, kendilerine ilim verilen kulların ve özellikle ehl-i kitap âlimlerinin Kur’andaki hikmetleri ve ilmi duyunca secdeye kapandıklarını, ağladıklarını ve onların huşu’unun arttığını bildiriyor. Demek ki hakiki ehl-i ilmin, aklı da cismi de Kur’an karşısında secde eder. İblis gibi kibirlenmezler; onlar derler ki:

“Rabbimiz, Sübhân’dır, kusursuz ve eksiksizdir. Rabbimizin vaadi olan kıyamet mutlaka yapılacak ve gerçekleşecektir. Bütün ölümlerle zaten küçük kıyametler vuku buluyor. Bir gün kıyametle de büyük insan olan kâinat da ölecek.” Secde ve secdedeki dua, hisleri harekete geçirir. Kişide gözyaşı ve kalpte de huşu hasıl olur.

Arkada gelen âyetler der ki: “Hakiki ehl-i ilim ve ehl-i hikmet olan bu kullar daha sonra ağlayarak secde ederler. Bu ağlayış, onların huşu’unu artırır.”

İster Allah de, İster Rahman de!

İsra suresi 111. âyet ile Allah diyor ki: “Hamd, O Zât’a layıktır ki, O doğurmaz ve evlat edinmez. Hem O’nun mülkünde şerik ve ortağı yoktur. Hem âcizlikten kaynaklanan bir zilletten dolayı veli edinmeye ihtiyacı da yoktur.” Demek ki, hamde liyakat ebediyet, mâlikiyet ve aziziyet ile olabilir. Allah, ehadiyeti ile tecelli edip ruhları yapar. Fakat ruhlar, Onun mülkünde ortağı olamazlar. Çünkü zâtî manada âciz ve zâtî manada fakirdirler. Öyle ki, onların sonsuz ihtiyaçlarının karşılanmasında Samediyet tecelli eder. Kullar en fazla, Ona yakınlıkla izzet kazanıp “veli” olurlar. Fakat Allah’ın ne insana, ne insanlığa, ne onların varlığına, ne velayetine, ne imanına, ne hidayetine, ne cihadına ne de herhangi bir cihetine ihtiyacı yoktur. Allah, insansız olabilir ama insan Allah’sız olamaz.

O yüzden İsra suresi bundan önceki âyetle şöyle diyor: “İster Onu aczinizin penceresinden görüp “Allah” diye Onu duada anın; ister fakrınızın penceresiyle Onu “Rahman” diye görüp Onu duada anın. Bütün güzel isimler Onundur…”

Sonra da şu ifadeyle sureyi bitiriyor: “Ve kebbirhu tekbira” (Onu, kibriyası noktasında, gayb ve şehadetin ötesi boyutuyla, mutlak ihtiyaçsızlık ve istiğnası içinde akla gözüken büyüklüğü ile devamlı surette anın!)

Her namaz, rükuundaki azamet-i Sübhaniye; secdelerindeki a’lâiyet-i Sübhaniyelerin ifadesiyle Allah’ın tekbirinden ibarettir. Kibriya, azamet ve ulviyetin toplamına verilen isimdir.

Din, tekbirdir. Tekbir de, dindir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum