Muhyiddîn-i Arabî ve Bediüzzaman Said Nursî’nin Vahdet-i Vücud (Varlığın Birliği) Konusunda Görüşleri ve Telakkilerindeki Farklılıklar

Vahdet-i Vücud (Varlığın Birliği) denilince akla ilk gelen şahıs bir kutb-u irfan ve ferîd-i devrân olan Muhyiddin-i Arabî Hz.leridir (KS). Muhyiddin-i Arabî kendi görüşlerinin özünü özet olarak Füsûsu’l-Hikem isimli kitabında şerh etmiştir. Kitap Kur’anda ve hadislerde ismi geçen peygamberlerin hayatlarında veya şahsiyetlerinde sergiledikleri hakikatlerin ve hikmetlerin ele alınmasına dayanmaktadır. İbn-i Arabî her peygamberde farklı bir hakikat ve hikmeti okur, tespit ve teşhis eder. Mesela Hz. Hûd’da (AS) “Ehadî Hikmet”, Hz. Yahya’da (AS) “Celâlî Hikmet”, Hz. Muhammed’de (SAV) “Ferdî Hikmet” ve hakeza vardır, der. Fikirlerini beyan ederken Vahdet-i Vücud telakkisi ve meşrebi çerçevesinde âyet ve hadisleri nazara alarak kitapta beyanlarda bulunur. Bu makalede İbn-i Arabî’nin Füsus’taki görüş ve telakkileri ile son devrin bihakkın en büyük âriflerinden olan Bediüzzaman Said Nursi’nin (KS) eseri olan Risale-i Nur Külliyatı’ndaki Vahdet-i Vücud hakkında görüşleri ele alınarak, mukayese edilecektir.

Muhyiddin-i Arabî’nin Füsûsu’l-Hikem’deki Vahdet-i Vücud’a Dair Beyanları

İbn-i Arabi Füsûsu’l-Hikem’in son fassı olan “Hz. Muhammed’daki (AS) Ferdî Hikmet” fassının en sonunda Ahmed Avni Konuk tercümesinde şöyle der:

“Hâlbuki ilâh-ı mu’tekad, ona nâzır olan kimse için masnû’dur. O, onun san’atıdır. İmdi i’tikād ettiği şey üzerine onun senâsı, onun kendi nefsi üzerine senâsıdır; ve bundan dolayı onun gayrı olan mu’tekadı zemmeder; ve eğer insâf ede idi, onun için bu vâki’ olmaz idi...

Nitekim biz mu’tekid hakkında dedik ki, muhakkak o, ancak kendi mu’tekadında olan ilâha senâ eder; ve nefsini ona rabtetti; ve onun amelinden olan şey, ona râci’dir. Şu hâlde ancak kendi nefsine senâ etti. Zîrâ muhakkak san’atı medheden kimse, bilâ-şek sânii medheder. Çünkü onun hüsnü ve adem-i hüsnü, sâniine râci’dir...

Allah Teâlâ: “Ben abdimin zannı indindeyim” buyurdu ki, ister ıtlâk etsin, ister takyîd etsin, ona ancak kendinin mu’tekadı sûretinde zâhir olur demektir.

İmdi ilâh-ı mu’tekadâtı hudûd ahzeder. Ve o da, onun abdinin kalbi vâsi’ olduğu ilâhdır. Zîrâ İlâh-ı mutlak bir şeye sığmaz. Çünkü O, eşyânın “ayn”ıdır ve nefsinin “ayn”ıdır. Hâlbuki bir şey hakkında, kendi nefsine sığar ve sığmaz denilmez. İyi anla! Ve Allah hakkı söyler ve sebîle hidâyet eder.”[1]

İbn-i Arabî, Hz. Yusuf (AS) fassında şöyle der: “A’yân-ı mümkinât dahi neyyire değildir; zîrâ onlar ma’dûmdur; ve her ne kadar “sübût” ile muttasıf ise de “vücûd” ile muttasıf değildir. Zîrâ “vücûd” nûrdur.”[2]

“Senin idrâk ettiğin her bir şey, a’yân-ı mümkinâtta olan vücûd-ı Hak’tır. İmdi hüviyyet-i Hak haysiyetinden o, O’nun vücûdudur; ve kendisinde olan suverin ihtilâfı haysiyetinden o, a’yân-ı mümkinâttır. Şu hâlde sûretlerin ihtilâfiyle, nasıl ki ondan zıll ismi zâil olmazsa, suverin ihtilâfiyle ism-i âlem yâhud ism-i sivâ-yı Hak ondan öylece zâil olmaz. İmdi onun zıll olmasının ahadiyeti haysiyetinden o, Hak’tır. Zîrâ Hak, vücûd-ı Vâhid ve Ahad’dir. Ve suverin kesreti haysiyetinden o, âlemdir. İmdi benim sana îzâh eylediğim şeyi mütefattın ve mütehakkık ol! Ve emr benim sana zikrettiğim üzere oldukda, âlem mütevehhemdir, onun için vücûd-ı hakîkî yoktur; ve bu, hayâlin ma’nâsıdır.”[3]

“Ve tâ ki bilesin ki, nereden ve hangi hakîkat-i ilâhiyyeden, Hak nâstan gınâ ile ve âlemlerden gınâ ile muttasıf oldu. Ve âlem dahi gınâ ile muttasıf oldu, ya’ni nâstan ba’zısı ba’zısından şu vech ile gınâ ile muttasıf oldu ki, o vech onunla bâ’zısının âhara müftekir olduğu vechin “ayn”ıdır. [Ve âlem şübhesiz iftikār-ı zâtî ile esbâba müftekirdir; ve âlemin muhtâc olduğu en büyük sebeb dahi Hakk’ın sebebiyetidir.] Ve Hak için esmâ-i ilâhiyyeden gayrı, âlemin O’na müftekir olduğu bir sebebiyet yoktur. Ve muhtâcün-ileyh olan isim, muhtâcın misli olarak âlemden olsun veyâhud ayn-ı Hak’tan olsun, esmâ-i ilâhiyye, âlemin ona muhtâc olduğu her bir isimdir. İmdi O da Allah’dır, gayrı değildir. Bunun için Allah Teâlâ buyurdu: “Ey nâs, siz Allâh’a muhtaçsınız; ve Allah ganî ve hamîddir.” (Fâtır, 35/15)

Ve ba’zımızdan ba’zımıza bizim için iftikār sâbit olduğu ma’lûmdur. Böyle olunca bizim esmâmız esmâullahdır. Zîrâ iftikār, bilâ-şek O’nadır. Ve bizim a’yânımız ise, nefs-i emrde O’nun zıllıdır, O’nun gayrı değildir. İmdi O, bizim “hüviyet”imizdir; “hüviyet”imiz değildir. İşte biz sana tarîki temhîd ettik, nazar et!”[4]

-Devam edecek-

[1] Ahmed Avni Konuk, Füsûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, c. 2, s. 1565-1567.

[2] Ahmed Avni Konuk, Füsûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, c. 1, s. 599-600.

[3] Ahmed Avni Konuk, Füsûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, c. 1, s. 603-606.

[4] Ahmed Avni Konuk, Füsûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, c. 1, s. 622-624.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
12 Yorum