Risale-i Nur Ders Notları-38: Dört Kelime Dört Kelam

Risale-i Nur Külliyatının özü ve özeti “Dört kelime ve Dört kelam” olarak Üstad tarafından Katre Risalesi'nin mukaddemesinde ifade edilir. Dört kelime: Mana-yı harfî, mana-yı ismî, niyet ve nazar olarak Üstad tarafından sıralanır ve kısaca izah edilir.

Mana-yı harfî ve mana-yı ismî Arapça sarf ve nahiv kitaplarının temel bir dersidir. İsim ile harf arasındaki mana farkını anlatır. Üstad gramere dair bu farkı, kâinata uygulayarak tevhid algısına dair bir tecdid yapar; müceddid olduğunu gösterir.

Niyet ve nazar, insanı insan yapan şuurî ve kontrol edilebilir yönlerdir. Niyet, iradeye dayanır. Nazar ise, aklın penceresi ve gözüdür. Akıl ise, zihnin çalışma şeklidir. Akıl ile öğrenir, niyet ile yaşarız. Bu manada nazar, imanı ve inancı elde ettirir. Niyet ise, amelleri şekillendirir. Üstad'ın işaret ettiği üzere bütün kitaplar, hatta mukaddes kitaplar ve yaratılış âlemi bu dört kelime üstüne dönerler.

Mana-yı harfî, tevhid bakışı ve Hakiki Varlık olan Allah ile her şeyin var olabildiğini, her şeyin Onun mahluku olduğunu bulma ve bilmedir. Nesneleri, kendi başına var olma algısından azletmedir. Bizzat var olmayı sadece Allah'a mahsus görmedir. Mana-yı ismî ise her şeyi bizzat kendisi var olarak görmedir. Bu manada mana-yı harfî, tevhid ve imanın temeli; mana-yı ismî ise şirk ve küfrün özüdür.

İnsan nazar ve niyetini, mana-yı harfî ve mana-yı ismî şeklinde iki tarzda kullanabiliyor. Mana-yı harfî üzere bir nazar, kişiye tevhid, iman, ilim, nur ve hikmet hediye eder. Mana-yı ismî ile bir nazar ise şirkin, cehl-i mürekkebin, gafletin ve dalaletin sebebidir.

Niyette mana-yı harfî, amellere ihlas kazandırır; ameli Allah için, Allah rızası için yapmaya çevirir. Niyette mana-yı ismî ise, ameli kendi memnuniyeti, menfaati, başkalarına kendini sevdirme ve nihayetinde “riyâ” için yapar hale getirir. Bu manada ihlas, mana-yı harfî ile kazanılır; niyette mana-yı ismî ise, münafıklığın ve nifakın temelidir. [Risale-i Nur'un Temeli: Mana-yı Harfî, Mana-yı İsmî, Niyet, Nazar (Badıllı Mesnevi-i Nuriye, Katre)]

Cenab-ı Hakk insana malikiyet hissini vermiş; fakat hakikatini vermemiş. İnsan hakiki malikiyete mazhar olamaz. Bunun sebebi gerçek malikiyetin mutlak kudrete ve mutlak kudret üzerinde otorite sahibi olmaya dayanmasıdır. İnsan kendi bedenindeki güçlere dahi hâkim olmaktan âcizdir. Sayısız cinayetler bunun delilidir. Öfke gücüne hükmedemeyip hayatı kendine zindan eden biri nasıl gerçek mâlik olarak bütün kâinattaki kuvvetlere hâkim olabilir? Daha ötede Cenab-ı Hakk’ın zâtî özelliği olup Kendisinden ayrı düşmeyen, düşemeyen ve düşünülemeyen Onun zâtî kudretine nasıl hâkim olabilir ki? Mâlikiyet hakikati, Üstad Bediüzzaman’ın 40 yılda tahsil ettim ve sindirdim dediği bir mevzudur.

Malikiyetin enfüsî boyutta sindirilmesi, Ehadiyet hakikatinin idrakine dayanır. Yani malikiyet, vâhidiyetiyle kâinatta kendini gösterdiği gibi, Ehadiyetiyle de insanda kendini gösterir. Bu ise enfüsi tefekkürle görülebilecek, aşk hakikati içinde yaşanılacak, kalbde hissedilecek bir meseledir. Aşk hakikati içinde insan bütün duygularının Kayyum-u Sermedî, Samed-i Mutlak'ın kontrolünde olduğunu yaşar. Enfüsteki İlâhî malikiyeti kabullenmeyen bir kişi malikiyet boyutunda tevhid hakikatinin kapısından giremez. Giremediği için başka kişilerin de Allah'ın mülkü olduğu meselesi onda yerleşemez. Bu cihetten malikiyet hakikatinin mutlakıyetinin ve külliyetinin anlaşılabilmesi, ikinci bir gerçek malikin olamayacağının kavranılması; kulların birbirlerine karşı mülkiyet iddiasının normal, kulların Allah'a karşı mülkiyet iddiasının hurafe ve saçma olduğunun anlaşılması temel bir meseledir.

Mâlikiyetin temeli, muhabbettir. Çünkü sevmek, bir çeşit sahiplenmek ve temellüktür. İnsanın kendini kendine malik saymasının temelinde ise, “ucub” (kendini beğenme) hastalığı yatar. Beğenmek ise, sevmenin temelidir. Beğenmenin temelinde ise, kendinde bir güzellik görmek ve o güzelliği kendine ait saymak ve nisbet etmek bulunur. Ucub hastalığı aşılmadığı sürece kişinin dünyasında tasarrufat-ı İlâhiyeyi kavrama ve sindirmede hep bir kör nokta kalmaya mahkumdur. Tasarruf ise, mülkiyet hakikatinin ve malikiyetin en temel bir sırrı ve hakikati olup hakiki malikiyetin zuhurudur. (Badıllı Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, Mukaddeme)

Üstad Bediüzzaman'ın 40 yıllık ömrümün mahsulü dediği iki cümle "Rabbi Vâhidün" ve "Ene" dir. Yani "Rabbim birdir, tektir" ve "Benlik hakikati…" Hayat yolculuğu insan ruhu için bir terbiyeden ibarettir. "Elestü bi Rabbiküm"[1] (Sizin Rabbiniz, hâkiminiz ve terbiye ediciniz değil miyim?) hitabıyla başlayan ruhun yolculuğu, "Men Rabbüke" (Rabbin kim?) sorusuyla meyvesini verir. Hayat, Rabb ismiyle ihata edilmiştir. Elest bezmi, evvel-i rububiyete; kabir meclisi, âhir-i rububiyyete; dünya hayatının maddi cephesi zâhir-i rububiyyete ve dünya hayatının manevi cephesi ise bâtın-ı rububiyyete bakar. Ruhun karşılaştığı her şey ve bulunduğu her âlem Celal ve İkram sahibi Rabb'in bir rububiyet tecellisidir.

Ruhun ömür boyu karşılaştığı her nesne, kişi ve yaşadığı her olay ya nimettir veya musibettir. Nimet, rahmet-i rububiyyet; musibet, hikmet-i rububiyettir. Nimet, şükr-ü Rabbani ister; musibet, hamd-i rububiyet-i sübhaniye ister. Nimet ve musibet, rububiyet ve terbiye tezgâhıdır. Terbiye ise kemale erdirmek içindir. Başkasını kemale erdirmek ise, katıksız bir rahmettir. Bu cihetten Kur’an’da yaratılış Rahmaniyet ve Rububiyetin ortak tecellisi olarak işlenir. Rahmaniyet ve Rububiyet, bir madalyonun iki yüzü gibidir. İnsan terbiye sürecinde acz-i ruhî ve fakr-ı kalbî idrakıyla gelişir. Ubudiyette kemale ve zirveye yükselir. Ubudiyetin kemali, hilafet yönünün kemal yolculuğunu başlatır. Hilafetin kemali, başkalarını kemale erdirecek şekilde ilerlemektir. Kur'an bu seviyeye gelenlere "Rabbânî"[2] ve "İbâdürrahman"[3] adını verir. Onlar rububiyyetin tesirli dili, Rahmaniyetin merhametli sevgisi olurlar.

İnsan benliği, insanın şuurudur. İnsan benliği, bir ölçü ve kıyaslama birimidir. Cenab-ı Hakk kendisinin sıfatlarını ve özelliklerini tecelli tarzında insan benliğine bir his olarak koymuştur. Rububiyet hissini insana vermiş fakat Rububiyet hakikatini vermemiştir. Kendindeki hissi gerçek zannederek, bu hissin gereğini sergilemeye çalışan kişi "Ene Rabbükümü'l-A'lâ" (Ben sizin en yüce Rabbinizim)[4] diyen bir Firavun haline gelebilir. Fakat kendindekinin bir his olduğunu, bu hissin Cenab-ı Hakk'ın hakikatli Rububiyetini tanımak için verildiğini fark eder ve “marifet-i Rabbaniye” için kullanırsa benlik ve şuur, ebedî surette gelişecek bir yolculuğa girer. Şükrü, şükürler doğurur; hamdi, yeni hamdler yapabilme fırsatı kazandırır. İlmi, hikmeti, aşkı, şevki, şükrü, hamdi her yönü ezelden ebede yayılacak derecede bir külliyet ve mutlakıyet elde eder. Bu yolculuğun nihayetinde kazanan, insan olur. Çünkü Allah’ın insanın imanına, ameline, cihadına, fedakârlığına ihtiyacı yoktur. Fakat bütün bu ebedî hakikatlerle, ebedî varlık ve hayatı kazanmaya insan muhtaçtır. (Badıllı Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, Mukaddime, 3. ve 4. Kelamlar)

[1] A’raf suresi, 172.

[2] Âl-i İmran suresi, 79.

[3] Furkan suresi, 63.

[4] Naziat suresi, 24.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.