Erdem AKÇA
Sosyal Hayat ve Sabır
Hayat yolculuğunda her bir insan çeşitli zorluklar, engeller, musibetler ve sıkıntılar ile ala külli hal karşılaşıyor. Bunlardan yaşlılık, hastalık v.s. gibi kısmı doğrudan doğruya İlâhî takdire bağlı tecelli ediyor. Haksızlıklar, hatalar, saldırılar v.s. tarzı ise, insanlar ve diğer irade sahibi sebeplerin eliyle geliyor. Her insan, bu şekilde sosyal hayat dergâhında bir irşada tabidir. Ayrıca idealist kişilerin oluşturdukları, hak ve hakikate, iman ve islama hizmet amaçlı gruplar; devleti savunma amaçlı kurulmuş askeriye gibi resmi kuruluşların ferdlerinin yaşadıkları zorluk ve sıkıntılar daha çetrefilli ve karmaşık bir seviyeye yükselir. Şeytanlar, düşmanlar ve zararlı yapılar, bu grupların ve askerî yapının birlik ve bütünlüğünü bozmak, kuvvetlerini kırmak ve dağıtmak için her türlü yolu denedikleri gibi, Allah da ihlas ve samimiyetlerini ortaya çıkarmak, cihad aşklarını artırmak, yapacakları vazifenin içinden nefis ve benliklerini çıkartmak için imtihanlarını daha da yoğunlaştırır. Bu noktada Kur’an der: “Yâ eyyühellezîne âmenusbiru ve sâbirû ve râbitû vettekullâhe leallekum tuflihûn”[1] (Ey iman ile kendilerini inşa edenler! Benden gelen zorluklara sabredin. Birbirinize karşı da sabredin. Benim yolumda nöbet tutun ve aranızda irtibatı artırın. Benim azabımdan korkun ve çekinin ki, felaha erişesiniz.) Bu âyet,
* “İsbirû” diyerek, doğrudan İlâhî İrade’den gelen zorluklara karşı sabrı;
* “Sâbirû” diyerek, insanlar ve diğer irade sahibi varlıklardan gelen olumsuzluk dikenlerine karşı sabrı emrediyor.
* Sabır, ruhu olgunlaştırdığı ve ruhlar arası bağlantıya da “râbıta” denildiğinden, aranızda şefkat ve anlayışla “ruh bağı oluşturun” manasında âyet ileri aşama için “râbitû” diyor.
Bu 3 aşama ile o grup çok bedenli tek bir ruh haline geldiği gibi, ekip ruhu ve takım ruhu denilen sosyal bir ruh da ortaya çıkar. Bu külli ruh ve sosyal kişiliğin ortaya çıkması ve devamlılığının sağlanmasında Kur’an “bir birine hakkı ve sabrı tavsiye etme” yi vurgular.[2] Sabır ve merhameti bir birine tavsiye etmeyi şiar edinmiş kulları “Ashâb-ı Meymene” (İmanın nuruna ve yümnüne ermiş kişiler) olarak isimlendirir.[3]
Sabır hakikati, bir grup ve cemaatin devamını sağlayan unsurdur. Bu hayatî yönü Kur’an Enfal suresinde şöyle ifade eder:
46. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz, gücünüz ve ruhunuz gider. Sabırlı olun. Hakikaten Allah sabredenlerle beraberdir.
Sabır unsuru, askerî düzen açısından önemli bir terminoloji olarak Kur’anda zikredilmiş; bir ordunun kalite göstergesi olarak Enfal suresinde sayılmıştır:
65. Ey Peygamber! Mü'minleri savaşa teşvik et. Eğer içinizde sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde yüz kişi bulunursa, inkâr edenlerden bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir kavimdir.
66. Şimdi ise, Allah yükünüzü hafifletti ve sizde muhakkak bir zaaf olduğunu bildi. Eğer içinizde sabırlı yüz kişi olursa iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde bin kişi olursa, Allah'ın izniyle iki bin kişiye galip gelirler. Allah, sabredenlerle beraberdir.
Dikkat edilirse, Kur’an asker sayısı büyüdükçe “sabır” lafzını kaldırıyor. Sayı azlığında meydana gelecek psikolojik açığı, sabrın kapatacağını ifade ediyor. Sayı çokluğunda kişi, kendini güvende hissettiği için, sabrı zikretmiyor.
Dünya hayatı gerek ferdî gerekse sosyal boyutlu olsun, hayatını sabır, merhamet ve hak eksenli geçiren herkes için büyük ve geniş bir medrese, kudsî ve ulvi bir tekke vazifesi görmektedir. Bu medresenin Müderris-i Zü’l-Celali Allah olduğu gibi, Mürşid-i Zü’l-Cemali de Rabbü’l-Âlemîn’dir.
Zaman Algısı ve Sabır
İnsanın fıtratı, aklın verdiği zaman-üstü algı sayesinde geçmiş zamanı görebildiği gibi, gelecek zamanı da görebiliyor. Her bir insanda geçmiş ve gelecek algısı bulunuyor. Geçmişi düşünmek, o zamanda yaşadığı ve elinden çıkan güzellikleri kişiye hatırlatmakla kişide hasret ve hüzün duygularını uyandırıp alevlendirdiği gibi; gelecek zamanı düşünmek de, kişinin o zamanda yaşayabileceği ve gelmesi muhtemel her türlü olasılığı kişiye gösterir. Geçmişe bakışta, kişinin nefsi ve hırsı aklı yönlendirdiği için kişide hüzün ve hasret ateşleri yanmaya başlar. Gelecek zamana bakışta ise, kişinin benliğin, vehim duygusu ve hayal gücü aklı yönlendirir. Vehim duygusu, baskıcı karakteri ve savunma psikolojisi eksenli güçlü yapısıyla kişiye daima olumsuz ihtimalleri, karanlık ve tehlikeli durumları gösterir. Bu ise, kişide gelecek zamana karşı bir korku, endişe ve telaş uyanmasına yol açar. Bu manada her insan geçmiş zamanın alevli hüzünleri ve gelecek zamanın kişiyi kilitleyen korkuları arasında sıkışık bir vaziyet içindedir.
Gelecek zaman, kişiye doğru gelen, nasıl gerçekleşeceği belirgin olmayan karanlık yapısıyla kişiyi karşısında âciz bırakır, ona çaresizlik hissi verir. Geçmiş zaman ise, elden çıkan ve giden güzellikler, nimetler ve imkânlarıyla insanı muhtaç düşürür, ona yoksulluk hissi verir.
Bu noktada din, çaresizlik, korku ve telaş ile Allah’a iltica eden insanın, “iman nuru” ile, gelecek zamana ait bütün endişelerini izale eder. Her şeyin Allah’ın ilmi, hikmeti ve inayeti dâhilinde, belirli bir düzen içinde, kulun hayrına olacak şekilde daima tahakkuk ettiğini gösterir. Bu noktada geçmişte yaşanmış güzellikleri delil olarak sunar. Çünkü o güzellikleri içeren anlar, daha öncesi zamanlar açısından bir gelecek zamandır. İman nurunun açtığı bu pencere, insan ruhuna nefes aldırdığı gibi, benliğin endişelerini dindirip ruhani duygularına sükûnet verir.
Geçmiş zaman konusunda hasret, melankoli, hayal kırıklıkları içinde Allah’tan medet dileyen kişilerin ise din, “iman kuvveti” ile bütün hüzünlerini söndürür. Yaşanan her türlü güzelliğin tükenmez bir rahmet hazinesinden geldiğini, rahmet hakikatinin şükretmek kaydı ile daha fazla ikramları insana tattırmak isteyen bir yapıda olduğunu gösterir. Bu noktada şükredilen nimetlerin bereketlendiği her hadiseyi bir delil olarak sunar. Bu durum ise, kalbi sevinçlere gark ettiği gibi, nefsin hüzünlerini söndürüp hırsını tatmin eder.[4]
Sabrın Din Hakikati İle İlişkisi
Hz. Peygamber’in bildirdiği, Kur’anın ifade ettiği üzere din hakikati, iman-islam-ihsan şeklinde 3’lü bir yapıdır.[5] Bu 3 vasfı elde eden kişiye mümin-müslim ve muhsin denilir. Hz. Peygamber (ASM) mümin ve müslim vasıflı kişinin özelliklerini Veda Hutbesi’nde şöyle tanımlar: “Müminin kim olduğunu size anlatayım mı? İnsanların, mallarına ve canlarına zararı dokunmayacağından emin olduğu kişidir. Müslimin kim olduğunu size anlatayım mı? Müslümanların, dilinden ve elinden zarar görmediği kişidir.”[6] Diğer bir hadiste ise “Muhsinin, Allah’ı görüyor gibi ibadet eden kişi olduğunu ifade eder.”[7]
Mümin olarak başkalarına güven verebilmek, şefkat ve doğruluk hakikatlerini yaşamakla mümkündür. Yalan ile güven bir birine zıddır. Bir insanın şefkat ve doğruluk hakikatlerini başkalarına karşı yaşayabilmesi için öncelikle kendisinin Allah’ın emânı altına girmesi, kişisel korku ve endişelerinden kurtulması şarttır. Bunun tahakkuku ise, Allah’a ve kendi fıtratına karşı dürüst ve samimi olmayı zaruri kılar.
İnsan fıtratının bu yapısı noktasında Kur’an çok ilginç bir şekilde sabır ve iman arasında bağ kurar. Şöyle ki, Kur’ana baktığımızda en sık karşılaşılan cümlelerden birisi “İllelezîne âmenû ve amilu’s-sâlihât”[8] (İman edenler ve sâlih ameller yapanlar hâriç…) cümlesidir. Kur’an birkaç yerde bu ifadeyi şöyle değiştirir: “İllelezîne saberû ve amilu’s-sâlihât”[9](Sabredenler ve sâlih ameller yapanlar hariç…) Kur’anın kendi kendini tefsiri noktasında bu âyetleri okursak;
İman ve emniyet duygusu, korkulardan kurtulmak ve kurtarmak ile ilgilidir. Korku hissi ise, insanda çaresizlik ve âcizlik halinde zuhur eder. İnsan, onun gücünü zorlayan durumlara karşı önce sabreder, sonra tahammül etmeye çalışır, sonrasında korku doğar, sonra yapabilirse korku unsuru olan nesneden firar eder ve Allah’a sığınır. Eğer bunu yapamazsa çaresizlik içinde ağlar, sızlanır ve yalvarır. Bu noktada iman ve sabır arasında çok derin ve köklü bir bağ bulunduğu görünüyor.
Kur’anın insan fıtratı ve zaman ilişkisine ait acz-iman-sabır sistematiği tam idrak edilirse, fakr-islam-şükür şeklinde diğer bağlantı noktaları da görünecektir. Bu manada din, sabır ve şükürden meydana gelen bir düzendir, denilebilir. Bu sistematik yapı anlaşıldığında bazı Kur’an âyetlerinin dayandığı temeller de akla görünür. Mesela:
“Eğer siz iman etseniz ve şükretseniz, Rabbim neden size azap etsin?”[10] Buradaki şükrü, İslamiyet ve sâlih ameller olarak ele almazsak, “Ben iman etsem ve şükretsem, namaz kılmasam, zekât vermesem ve oruç tutmasam da olur” mantığına insanlar varabilirler. Oysa Kur’an başka bir ayetinde Cehennem ehlinin konuşmalarını şöyle aktarır: “Biz namaz kılanlardan değildik; yoksula da yedirmezdik” der.[11] Demek Kur’an âyetleri arasındaki ince bağlantılar göründüğünde, akla gelebilecek her türlü olumsuz hâlin cevabı hesap edilerek vahyin gönderildiği anlaşılacaktır.
Diğer yönüyle Kur’an, sabır hakikatini idrak ederek maddeyi aşan, bedenindeki kuvveti aynen bir çekirdek gibi tüketerek ruhen yeşermeye çalışan bir kişinin iman hakikatlerinde yol alabileceğini vurguluyor diyebiliriz. Evet, imanda yükseliş sabır ile mümkündür. Çünkü sabır, Allah’tan gelen musibet, hastalık, bela, kaza, âfet gibi bütün hadiseleri İlâhî adalet ve hikmetin olağan birer icraatı, Allah’ın Celal sıfatının ihtişamlı tecellileri olarak bilmek ve Allah’ın bütün fiillerinden râzı olmaktır. Elbette ve elbette Allah, kâinatın sırlarını, marifet nurlarını ve yaşananların manalarını Ondan her halükarda razı olan sabırlı kullarına açacak ve onları yükseltecektir.
Nasıl ki, Hz. Hızır (AS), bir mürşid olarak, Hz. Musa (AS)’dan sabır ve sükunet istedi. O sabretmese dahi bazı icraatlarının hikmetlerini anlattı. Anlatınca da Hz. Musa (AS)’nın dalgalanan duyguları ve heyecanı dingin bir deniz haline geldi. Aynen öyle de Mürşid-i Mutlak olan Allah’ın dergahı hükmünde olan yeryüzünde meydana gelen, kişileri ve toplumları ilgilendiren hadiselerin hikmetleri, sırları, manaları elbette ve elbette sükut ile, sükunet ve rıza ile onları karşılayan sabır ehli kişilere açılacaktır. Allah onları nefsinin maddeci, şahsiyetinin kişisel, benliğinin olumsuz ve saplantılı karanlık düşüncelerinden kurtarıp Hakikatin nurlu ve aydınlık dünyasına çıkaracaktır. Kur’an bu ihraç hakikatini, “Allah’ın, kendi resulüne ve müminlere salât etmesi” olarak ifade eder.[12]
Mürşidler, olumsuz gözüken hadiseler yaşatırlar ki, insanlar iç dünyalarındaki tabaka tabaka karanlıkları görüp fark etsinler. Hz. Hızır (AS)’ın yaşattığı 3 vaka gibi… Bu yaşananlar belirli bir sistematik eğitim olduğu için, varacağı noktalar ve vereceği meyveleri de hesap ederler. Mürşidler, terbiye sistematiğini ve ilerleme safhalarını belirtmezler; tâ ki terbiye gerçek manada olsun ve rüşde ermek isteyen kişinin iç dünyasının problemler haritası tamamen belirsin… Bu yönden dolayı mürşidler rüşde ermek isteyen müridlerinden onların iyiliği için sorgusuz ve sualsiz teslimiyet ister ve beklerler. Bu konuyu Kur’an rüşd âyetinin başında şöyle ifade eder: “Bilin ve ilmine vakıf olun ki, içinizde Allah’ın resulü var. Yani bir mürşid var. Eğer O size çoğu konuda tabi olsaydı siz sıkıntı çekerdiniz. Bu yüzden O size tabi değil; siz Ona tabisiniz…”[13]
İlâhî irşad, yaşanan olumsuz hadiselerin hikmetlerini göstererek insanları korku, endişe ve telaştan kurtarır. Bazı kaliteli ruhlar için, o olumsuzluklar “şükür” kapısı olur. Bu konuya dair Kur’an “And olsun Biz, Lokman’a hikmet verdik, Ulûhiyetimin tecellilerine şükretsin diye”[14] der. Uluhiyetin tecellileri hastalıklar, âfetler, sarsıcı olaylar ve saire sıkıcı ve acı verici şeylerdir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, yeryüzü dergâhında kişisel ve sosyal hayatta bütün yaşananlar, insanın korku ve üzüntülerden kurtulması, kişinin Allah’ın velayeti altına sığınması ve ebedî mutluluğu elde etmesi içindir. Sabır ve şükür ise, saadet sarayının 2 nurlu ve kudsî anahtarıdır. “Allah, sabredenlerle beraberdir.”[15]
[1] Âl-i İmran sûresi, 200.
[2] Asr suresi, 3.
[3] Beled suresi, 17-18.
[4] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 26. Lem’a, 7. Reca; Sözler, 23. Söz, 1. Mebhas, 1-2-3. Noktalar.
[5] Müslim, Îmân 1, 5. Ayrıca bk. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16; Nesâi, Mevâkît 6.
[6] Vesaik, 364-367; Tirmizî, “Tefsiru´l-Kur´ân” 10; Yakubî, 2/110 Kur`ân-ı Kerim, 49/12-13.
[7] Müslim, Îmân 1, 5. Ayrıca bk. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16; Nesâi, Mevâkît 6.
[8] Mesela Asr suresi, 3; Tin suresi, 6 v.d.
[9] Hûd Suresi, 11.
[10] Nisa suresi, 147.
[11] Müddessir suresi, 43-44.
[12] Ahzab suresi, 43 ve 56. Âyetler.
[13] Hucurat suresi, 7.
[14] Lokman suresi, 12.
[15] Enfâl Sûresi, 8:46.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.