Mehmet Ali KAYA
Esmâ-i hüsnâ
Allah’ın güzel isimlerine “Esmâ-i Hüsnâ” adı verilir. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “En güzel isimler Allah’ındır. Allah’ın bütün isimleri güzeldir. O halde, O’na bu güzel isimlerle dua edin” (Â’raf, 7:180; Tâhâ, 20:8; Haşr, 59:24) buyrulmuştur. Peygamberimiz (sav) bu ayeti “Yüce Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Kim bu isimleri öğrenir ve ezberlerse cennete girer” (Buhari, Daavât, 68; Müslim, Zikr, 6; Tirmizi, Daavat, 83; İbn-i Mâce, Dua, 10-11) buyurarak açıklamıştır.
Yüce Allah’ın şuunâtı, yani yaptığı işleri ve fiilleri isimlerini, isimleri sıfatlarını, sıfatları da zatını bize bildirir. Kur’ân-ı Kerim ayetleriyle ve peygamberimiz (sav) hadis-i şerifleriyle Allah’ı vasfeden güzel isimleri bizlere haber vermiştir. “Nasıl mükemmel, muntazam, sanatlı, saray gibi bir eser, bilbedâhe, muntazam bir fiile delâlet eder. Yani, bir bina, bir dülgerliğe delâlet eder. Ve mükemmel, muntazam bir fiil, bizzarure, mükemmel bir fâile ve mahir bir ustaya, bir dülgere delâlet eder. Ve mükemmel usta ve dülger ünvanları, bilbedâhe, mükemmel bir sıfata, yani sanat melekesine delâlet eder. Ve mükemmel sıfat ve o mükemmel meleke-i sanat, bilbedâhe, mükemmel bir istidadın vücuduna delâlet eder. Ve mükemmel bir istidat ise, âli bir ruh ve yüksek bir zâtın vücuduna delâlet eder.” (Sözler, 1087-1088) Aynen bunun gibi Allah'ın yarattığı bütün varlıklar, o varlıkların şuurlu ve şuursuz bütün fiilleri ve sanatları da Allah'ın isim ve sıfatlarını bize tanıtırlar.
Yüce Allah zatını gizlemiş ve eserlerini ortaya çıkarmıştır. Biz Allah’ın varlığını da, isimlerini de, sıfatlarını da eserlerinden ve fiillerinden tanırız. Ama ne var ki, her insan esere bakarak ustayı, fiile bakarak faili tam olarak tanıyamaz. Fiilleri ve eserleri başka şeylere, sebeplere isnat ederek şirke düşebilir. Bu sebeple yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde kendi zatını isimleri ve sıfatları ile vasfetmiştir. Peygamberimiz (sav) de Allah’ın isimlerini ve sıfatlarını bizlere haber vermiştir. Pek çoğumuz bu isim ve sıfatlardan yola çıkarak yüce Allah’ı tanır, kâinattaki tecellilerini bu isimlerden yola çıkarak anlar ve anlamlandırırız.
Yüce Allah’ı “Esma-i Hüsnası” ile tanımak O’na layık olmayan isim ve sıfatları isnat etmemek için de gereklidir. Aksi takdirde Allah’a layık olmadığı şeyler isnat ederek ilhada ve dalalete düşmek ihtimalimiz vardır.
Yüce Allah’ın isimleri 99 ile sınırlı değildir. “Bütün güzel isimler Allah’ındır.” (Haşr, 59:24) Çünkü varlıktaki bütün işler ve fiiller Allah'ın eseridir. “Sizi de sizin amellerinizi de yaratan Allah’tır” (Saffat, 37:96) ayeti bunu anlatır. Her iş ve fiil bir isim ile anlamlandırıldığı için fiillerin ve işlerin sonsuz olması gibi, isimler de sonsuzdur. Hadiste geçen 99 isim öne çıkan isimlerdir. “İhsa ve hıfz” yani saymak ve ezberlemek ise o ismin gereği olan itaat ve ibadeti yapmak anlamına gelmektedir. 99 sayısı çokluktan kinayedir. Allah’ın isimlerinin çok olduğunu ifade etmek için bu sayı kullanılmıştır. Nitekim Kur’ân-ı kerimde geçen isimlerin çoğu bu hadiste geçmediği gibi, hadiste geçen “Kabız, Bâsıt, Muizz, Muzıll, Sabûr, Vâcid, Mukaddim, Muahhır” gibi isimler de Kur’ân-ı Kerimde geçmemektedir.
Varlıkların hakikati Allah’ın isimlerini göstermeleri ile ortaya çıkar. Bediüzzaman Said Nursi hazretleri bu hususu şöyle izah eder: “Her bir kemâlin, her bir ilmin, her bir terakkiyâtın, her bir fennin bir hakikat-i âliyesi var ki, o hakikat bir ism-i İlâhîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyâtı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla, o fen, o kemâlât, o san'at kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette, nâkıs bir gölgedir.
Meselâ, hendese bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehâsı, Cenâb-ı Hakkın ism-i Adl ve Mukaddir'ine yetişip, hendese aynasında o ismin hakîmâne cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.
Meselâ, tıp bir fendir, hem bir san'attır. Onun da nihayeti ve hakikati, Hakîm-i Mutlakın Şâfî ismine dayanıp, eczahane-i kübrâsı olan rû-yi zeminde Rahîmâne cilvelerini edviyelerde görmekle, tıp kemâlâtını bulur, hakikat olur.
Meselâ, hakikat-i mevcudattan bahseden hikmetü'l-eşya, Cenâb-ı Hakkın ism-i Hakîm'inin tecelliyât-ı kübrâsını müdebbirâne, mürebbiyâne eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa ya hurafâta inkılâb eder ve mâlâyâniyât olur veya felsefe-i tabiiye misilli dalâlete yol açar.” (Sözler, 2005, s. 415)
“Kâinatın her bir âleminde, her bir tâifesinde, Esmâ-i Hüsnâ’dan bir ismin ünvanı tecelli eder. O isim, o dâirede hâkimdir” (Sözler, 532) buyurarak yukarıda izah edilen hususları teyid ve tekit eder. Mahlûkatın esma-i ilahiyenin tecellisine göre Allah’ı zikrettiğini de izah eden Bediüzzaman Semanın “Yâ Celîl-i Zülcemâl” arzın, “Yâ Cemîl-i Zülcelâl” şeklinde zikrettiğini; hayvanların “Yâ Rahmân! Yâ Rezzâk” dediklerini belirtir. Bahar mevsiminin “Yâ Hannan, yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ Kerîm, yâ Latîf, yâ Atûf, yâ Musavvir, yâ Münevvir, yâ Muhsin, yâ Müzeyyin!” gibi çok esma ile Allah’ı zikrettiğini ifade eder. Dikkat edenlerin bunları duyup okuyabileceğini de belirtir. (Sözler, 535)
İnsanın üzerinde tecelli eden “Esmâ-i İlâhiyeye” ayinedarlık ettiğini “yaratılışından Sâni, Hâlık ismini ve hüsn-ü takviminden Rahmân ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerîm, Lâtif isimlerini ve hâkezâ, bütün âzâ ve âlâtıyla, cihazat ve cevahiriyle, letâif ve mâneviyâtıyla, havas ve hissiyatıyla ayrı ayrı esmânın ayrı ayrı nakışlarını gösterdiğni” izah eden Bediüzzaman “nasıl esmâda bir İsm-i Âzam var; öyle de, o esmanın nukuşunda da bir nakş-ı âzam vardır ki bu da insandır” (Sözler, 1120-1121) ifadeleri ile insanın esma-i ilâhiyeye ne derece ayine olduğunu belirtir. İnsanın değerinin ism-i azama ve her ismin azami mertebesine istidat ve kabiliyeti ile mazhar olmasına bağlı olduğunu izah eder.
Yüce Allah’ın insana verdiği nimetlerin içerisinde en önemlilerinin “İnsaniyet-i kübrâ olan İslâmiyet ve iman olduğunu” ifade eden Bediüzzaman “Esmâ-i Hüsnâ ve Sıfat-ı Mukaddese dairesindeki en geniş sofra-i nimeti imanla ve Kur’ân ile insanın akıl ve fikir dünyasına açtığına da dikkatimizi çekmektedir. (Sözler, 579)
Yüce Allah’ın ism-i zâtı, özel ismi ve alem ismi olan “Allah” isminin “Esmâ-i Hüsnâ adedince Tevhitleri cami olduğuna” (Sözler, 637) belirten Bediüzzaman “Esma-i Hüsnânın her bir isminin feyz-i tecellisine mazhar olmanın ancak şeriat ve sünnet-i sünnet-i seniyye’nin ahkâmına uymakla mümkün olduğunu” da açıklamaktadır. (Sözler, 582)
İmanın şartlarından Allah’a imanın Allah’ın isim ve sıfatlarına iman olduğunu izah eden Bediüzzaman, Meleklerin Allah’ın “Hâlık isminin tecellisi” olarak Nurdan yarattığı ruhani varlıklar olduğunu, kitaplara imanın “Kelam” ismine iman olduğunu, peygamberlere imanın kendisini tanıtmak, esma-i Hüsna içinde gizli hazinelerini peygamberler aracılığı ile bildirmek istemesinden kaynaklandığını belirtir. Kadere iman Allah’ın “İlim, İrade ve Kudret” sıfatları ve bu sıfatların membaı olan “Alîm, Mürîd, Kadîr” isimlerine inanmak olduğunu izah ederek kaderi ispat eder. Ahiretin ise bin bir ismin azam mertebede tecellisi ve “Hay, Kayyum, Bâkî” gibi isimlerin muktezası olduğunu izah ederek ispat etmektedir.
Varlık içinde insanın değerinin, Allah’a olan yakınlığının ve “Ahsen-i Takvim” sırrına mazhariyetin “Esma-i Hüsnâ”ya ayine olmasından kaynaklandığını da şöyle izah eder: “ Allah insanı İsm-i Âzamın tecellîsine ve her isimde bulunan İsm-i Âzamlık mertebesinin tecellîsine mazhar bir ahsen-i takvimde, en güzel bir mucize-i kudret ve hazâin-i rahmetinin müştemilâtını tartmak, tanımak için, en ziyade mizan ve âletlere mâlik bir müdakkik ve nihayetsiz nimetlerine en ziyade muhtaç ve fenadan en ziyade müteellim ve bekaya en ziyade müştak ve hayvanat içinde en nazik ve en nazdar ve en fakir ve en muhtaç ve hayat-ı dünyeviyece en müteellim ve en bedbaht ve istidatça en ulvî ve en yüksek surette, mahiyette yaratmıştır. Bu derece değer verdiği bu insanı müstaid olduğu ve müştak olduğu ve lâyık olduğu bir dâr-ı ebediye gönderecektir” (Sözler, 147-148) buyurur. Haşr-i azamın “İsm-i Âzam’ın ve her ismin âzamî mertebesideki tecellisi” olduğunu belirtir. (Sözler, 157) Bu derece muazzam ve mükemmel bir fiil olduğu için gelişmemiş ve iman ile nurlanmamış olan akılların haşri anlamakta zorlandığını belirtir.
Sonuç olarak Bediüzzaman Said Nursi hazretleri varlıklara “Esma-i Hüsna” penceresinden bakarak varlıkları anlamlandırırken diğer taraftan varlıkların esma-i ilâhiyeye ayine olmalarından yola çıkarak da “Esma-i Hüsnâ”yı tanımamızı ve bilmemizi sağlamaktadır. Böylece varlıktan esmaya, esmadan varlığa yollar açar.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.