Mustafa ORAL
Gemi Su Alıyor Tarık
Tarık Bin Ziyad çölün ortasındayken, okyanusun öte yakasındaki İspanya’yı fethetme hayalleri kuruyordu. 771 yılıydı. Fetih için sağlam gemiler inşa ettirmişti. Hazırlıklar bitince, fetih ruhuyla yatıp kalkan askerleriyle gemilere binmişler, kendilerini İspanya kıyılarına vurmuşlardı. Gönülleri fethedebilmek için nefislerinden, heveslerinden hatta kendilerinden vazgeçmeleri gerekiyordu. Önlerinde düşman, arkalarında sevdikleri ve dostları vardı. Önlerinde ölüm, arkalarında ise yaşam bekliyordu onları. Önlerinde Azrail, arkalarında ise onları sevdiklerine kavuşturacak gemiler bekliyordu. Öte yandan önlerinde manevi ölümün eşiğinde imana muhtaç binlerce can onları bekliyordu.
Tarık bir cana daha iman ile can katabilmek için canından vazgeçiyordu. Gemiler limanda olduğu müddetçe İspanya’yı fethe koşan askerlerinin aklı sevdiklerinde kalacaktı. Gemi su almaya başlayınca batardı. İnsan bir gemiydi; insanın kalbine dünya sevgisi girerse insan batardı. Tarık bunun farkındaydı. Dönülmez akşamın ufkunda olduklarını göstermek için gemilerin yakılması emrini vermişti.
Gemiler yandığında, içlerinde zerrece de olsa memleketlerine ve sevdiklerine kavuşma umudu olan askerler için bütün umutlar sona ermişti. Bu artık ahiret denilen limana demir atmış olmak anlamına geliyordu. Ölmeden önce ölecekler, kendilerini kabir ehlinden bileceklerdi. Beşikten dünyanın eşiğine kadar fetih rüyalarıyla dolup taşan gönüllü askerler için uyanma vakti gelmişti. Dünyanın eşiğinde, ölümün gölgesinde ilerleyeceklerdi.
Bu ruhla cepheye koşunca fetih müyesser olmuştu. Gemileri yakarak dünyadan vazgeçmişler, karşılığında da dünyalara değişilmez ebedi cenneti kazanmışlardı. Doğdukları çölleri terk edebildikleri için cennet bahçelerini hatırlatan İspanya beldelerini fethedebilmişlerdi. Çölde doğmuşlar ama fetih ile birlikte ömürlerinin kalan demlerini cennet bahçelerini hatırlatan yerlerde geçirmişlerdi. Fakat hiçbir zaman çölde geçirdikleri günlerdeki zorlukları unutmadan ve bir gün bu cenneti hatırlatan beldelerden ölüm ile göç edeceklerini bilerek dengeli bir hayat sürmüşlerdi. Gemileri yakmışlar, yetmemiş, kendilerini dünya limanına bağlayacak yeni gemiler de yapmamışlardı.
Fetih rüyalarıyla yatıp kalkan Tarık, İspanya’yı fethetmek için gemiler inşa ettirmiş, İspanya Limanına vardığında, savaşırken gemiler aklına gelmesin diye hepsini yaktırmıştı. Bu kararlığı İspanya’nın fethine vesile olmuş, böylece İspanya Fatihi unvanını almıştı.
Hz. Muhammed (asm) bir buçuk asır önce İstanbul’un fethini müjdelemişti. O günden sonra O’nun İstanbul rüyasını gerçekleştirerek duasına mazhar olabilmek için her müminin içinde bir Tarık, elinde kılıcı ile at üzerinde koşar olmuştu. Dün, gün İspanya içindi, bu gün ise gün İstanbul içindi. 1453 yılına gelinmişti. Dünyanın kalbi İstanbul, Tarık’ını bekliyordu. İspanya ve İstanbul kardeş olacaktı. Osmanlı sultanı II. Mehmet İstanbul’un Tarık’ı olabilmenin hayaliyle, rüyalarıyla dolup taşıyordu. 21 yaşındaki genç sultan içindeki gemileri yakmış, dünyasını ateşe vermişti. Peygamber müjdesine sahip olabilmek için varlığından, kendinden, canından geçmişti. Tarık gibi gemiler yaptırmıştı. Üstelik insanüstü bir gayretle gemileri karadan yürütüp Haliç’e indirmişti. Sonu gelmez bir gaflet uykusunda olan Bizanslılar sabah Haliç’teki gemilerde coşkuyla fetih marşları okuyan Mehmet’in askerlerinin sesleriyle uyanmışlardı. Ama artık çok geçti. İstanbul fatihi Mehmet çoktan Bizans saraylarını ele geçirmişti. O gün, Sultan Mehmet, İstanbul’un Tarık’ı, İstanbul’un fatihi, adını taşıdığı Hz. Muhammed’in (asm) müjdesinin varisi Fatih Sultan Mehmet olarak tarihe geçecekti.
Fatih’in torunları atlara ve gemilere binip fetih ruhuyla Avrupa’nın yarısına Hz. Muhammed’in sesini götürdüler. 7 asır sonra Tarık’ın ve Fatih’in askerleri Avrupa’nın ortasında kavuştular. “Attan inmeyin, kılıcı kınına koymayın” diyen Murad Hüdevendigarlar cihad meydanlarını yatakları bellediler; son nefeslerini oralarda verdiler.
O günlerin üzerinden çok zaman geçti. Bir zaman sonra Tarık’ın soyundan gelenler Arap çöllerinden ve Fatih’in soyundan gelenler Söğüt çadırlarından geldiklerini unuttular. Şehadet ruhuyla cepheden cepheye koşanların torunları attan indiler, karaya, yani hayata ayak bastılar. Dünyanın keyfini çıkarmak için lüks gemiler, israf abidesi saraylar inşa ettiler. Dünyaya daldıkça daldılar. Haram-helal demeden, onur-gurur bilmeden yaşamaya başladılar. Dünya, süslü bir gemi gibi içlerine taht kurdu. Kendi değerlerini satarak o gemileri satın aldılar. O gemilerle dünya denilen okyanuslara açıldılar. Dedeleri o gemilerle gönülleri fethe koşarken onlar kendilerini tatmin etmenin peşinde koştular. Dün dedeleri fetih için at üzerinde koşarken bugün onlar bahis için hipodromlara koştular. Dedeleri fetih için gemileri yakarken, onlar dünya için gemiler yaparak ahiretlerini yakıyorlardı. Dün Yunus peygamberi denizin ortasında balık yutarken bugün dünya onları yutuyordu.
Kasa, masa ve nisaları (kadın) gemilere yüklediler. Oysa dünya üçünü de taşıyacak kadar sağlam değildi. Yine de onlar dünya yükünü yüklendikçe yüklendiler. Mideleri gemiler kadar büyürken kalpleri toplu iğne kadar küçüldü. Bir sürü alacalı işin içine girdiler. Tarık’ın ve Fatih’in savaştığı adamlarla aynı masa etrafında buluştular. Sefahatin sonu sefaletti. Asırlar önce Nuh’un gemisine binip selamete çıkan Nuh’un dostlarının uzak ara torunları, İspanya’yı fetheden Tarık’ın ve İstanbul’u fetheden Fatih’in temiz kalabilmiş uzak ara torunları onları uyardılar. “Gemileriniz su alıyor, batıyorsunuz” dediler, inandıramadılar.
Gün gelecek, gemi batacaktı. Tek kelimeyle okyanusun ortasında yapayalnız kalacaklardı. Zira Nuh’un gemisi limandan ayrılalı, Tarık’ın İspanya’daki gemileri yanalı, Fatih’in Haliç’teki gemileri karaya çıkalı çok olmuştu.
Zamanın Tarık’ı ve Fatih’i Bekir Berk
Bediüzzamanların, Necip Fazılların, Peyami Safaların avukatı Bekir Berk tam bir Tarık Bin Ziyad ve Fatih Sultan Mehmet hayranıydı. 1973 yılına kadar Fatih’in şehri İstanbul’da Fatih ruhuyla yaşamıştı. 1973 yılında ise Tarık ruhunu yaşamak için onun doğup büyüdüğü, fetih rüyaları gördüğü Arabistan topraklarına hicret etmişti. 1989 yılında İstanbul’a döndüğünde fetih ruhunun sönmeye yüz tuttuğunu fark etmişti. Bunun üzerine eski günlerdeki coşku ve heyecanı oluşturmak için gayret etmişti. 16 yıllık memleket hasretini hatırlatarak bereketin, muhabbetten geçtiğini, nimetlere şükredilmemesi halinde mahrumiyetlerin geleceğini söylemişti. Gelinen noktanın İlâhî bir lütuf olduğunu, hissi davranılmaması, samimi şekilde kucaklaşmak gerektiğini ifade etmişti. Konunun önemini Tarık üzerinden hatırlatmıştı.
“Tarık bin Ziyad, İspanya’yı fethedince, nefsine şöyle hitap etmişti:
Ey Tarık! Aşılmaz dağları aştın, geçilmez deryaları geçtin. Nice şehirleri fethettin. Önünde düşman sarayları, ayaklarının altında düşman kelleleri var. Bunlara bakıp gururlanma! Sen, arkana bak. Geldiğin, arkana bıraktığın çölleri unutma. Seni buralara çıkaran Rabbine şükret.”
Bu sözlerin ardından tek bir kelime dahi söylemeden muhataplarının bulunduğu yeri terk edip onları vicdanlarıyla baş başa bırakmıştı. Ne var ki kader hükmünü vermişti. Yüzlerce hâkime, savcıya, zalime sözü tesir eden Bekir Berk’in o gün sözleri muhataplarında yeterince karşılık bulmamıştı. Ardından büyük kırılma gerçekleşmişti. Türkiye’nin en önemli mihenk taşlarından biri olarak kabul edilen Bekir Berk’e o gün kulak verilseydi bugün her şey bambaşka olabilirdi. Yine de ümitsizliğe yer yok. İman varsa imkân da vardır. Zira bu topraklarda nice Tarıkları, Fatihleri, Bekirleri çıkaracak cevherler vardır. Yeter ki biz onların sözlerine kulak verelim, hayatımızı bu sözlere göre şekillendirelim.
“Ey Tarık! Aşılmaz dağları aştın, geçilmez deryaları geçtin. Nice şehirleri fethettin. Önünde düşman sarayları, ayaklarının altında düşman kelleleri var. Bunlara bakıp gururlanma! Sen, arkana bak. Geldiğin, arkana bıraktığın çölleri unutma. Seni buralara çıkaran Rabbine şükret.”
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.