Genelkurmay bakanlığa Risale-i Nur'u sordu

Genelkurmay bakanlığa Risale-i Nur'u sordu

Bediüzzaman’ın avukatı Bekir Berk ile bir süre çalışmış olan Avukat İbrahim Ünlü o günleri anlatıyor

Röportaj: Nurettin Huyut-Risale Haber

I. Bölüm için TIKLAYINIZ

II. BÖLÜM:

Yıllardır İstanbul’da yaşıyorsunuz. Hizmetlerle alakalı pek çok şeye şahit oldunuz. Bu süreç içerisinde yapılan basım çalışmalarında size de vazife düştü mü? Mesela Sözler yayınevi olsun, mucizatlı Kur’an basımı olsun bu gibi önemli işlerle ilgilendiniz mi?
 
Evet, haliyle bazı işler bize de düşüyordu. Mesela Hizmet Vakfının kuruluşunu ben yaptım. Senedinin hazırlanması, mahkemeye müracaat, bölge müdürüyle irtibatlar falan ben yaptım.
Daha sonra Sözler yayınevinin kuruluşuyla da gene ben ilgilendim. Sözler yayınevi ilk defa Abdullah Yeğin abinin adına kuruldu ve faaliyete geçti... Bir şirket değildi, sadece  şahsa ait bir yayıneviydi. Sözler yayınevi diyerek başladı.

Abdullah ağabeyin miydi Sözler yayınevi?

Hayır ama Resmiyette Abdullah abinin malı gibi görünüyordu. Bu, kendi başına yaptığı bir şey değildi. Tabi bu da gene diğer ağabeylerin ortak kararıyla oldu. Sözler yayınevinin kuruluşunda da şöyle bir katkım oldu. O yıllarda, davalara girip, çıkıyordum. O nedenle bütün mahkemelerden Samsun'dan, İstanbul'dan ve Ankara'dan verilmiş sulh ceza mahkemelerinin kararları vardı ben de.  Sulh cezanın toplatma kararları var bazı kitaplarla ilgili. İşte o kararlar önüme geliyordu.

Hangi kitaplardı hatırlıyor musunuz? 
  
Sözler vardı. Diğer bir kısım kitaplardı…

Toplatma kararı mı verilmişti?

Evet.

Sıkı Yönetim döneminde mi?

Hayır. Sivil mahkemeler bu kararları vermişti. Aslında bu kararlar geçici kararlardı ve daha sonra dava açılması ve iptal edilmesi gereken kararlardı. Ama bu yapılmadığı için Emniyete “bu kitaplar hakkında herhangi bir toplatma kararı var mı?” diye sorulduğunda, Emniyet müdürlüğü sanki o kararlar geçici değilmiş de kesin kararlarmış gibi “1959’da, Samsun, İstanbul ve Ankara ağır cezada şu şu kitapların toplatılma kararı var” diye cevap veriyordu.

Bunun hukuki yönü nedir? Yasak olmayan bir kitap hakkında toplatma kararı verilebilir mi?

Evet verilebilir. Ama bu kararlar geçici kararlardır. Bunlara itiraz edilmesi gerekir. Neticede mahkeme kararıyla toplatılıyordu… Hukuki prosedür işliyordu. Ama tabii ki hukuki prosedür açısından buna karşılık dava açılması lazımdı. Dava açıldıktan sonra gerekli muhakeme yapılır, gerçekten bir suç unsuru var mı yok mu tetkik edilir. Eğer suç unsuru varsa, temelli toplatma kararı alınır. Bunlar tedbir niteliğinde yapılan toplatmalardır sulh ceza mahkemelerinde yapılan. Ondan sonra esas toplatılma kararı verilir.
ibrahim_unlu4.jpgAma bu prosedür hiç işlememiş. Ben hiç rastlamadım. Yani, Sulh Ceza Mahkemelerinin tedbir niteliğindeki kararlarından sonra esasa müteallik bir dava açılıp, herhangi yetkili bir mahkemece asli ceza verilmesi veya iptal edilmesi lazımken böyle bir karar verilmemiş.

Ama 1960’lardan sonra yetmişlerde, seksenlerde kitaplar yeniden basılınca tekrar dava açılıyordu. Açılan bu davalarda da o eski tedbir niteliğindeki kararlar delil olarak önümüze geliyordu. Bu durumu bazı hâkimlere izahta güçlük çekiyorduk. Diyorum “ya, bunlar tedbir niteliğinde alınmış kararlardır. Esasa dönük bir karar alınmamış.” Ama nafile inandıramıyorum. Hukuki noktada sıkıntı oluyordu.

Bu arada bir yandan da Risaleler neşrediliyordu. Bu mahkemeleri aşmak için pratik bir çözüm bulunmuştu. Risaleler 1959’da Sinan matbaasında basılmış gibi gösteriliyordu. Halbuki yetmişlerdeki basımlar Sinan matbaasında yapılmadı. Aynı zamanda Sinan matbaasında basılanlar o zamanki mevzuata da uygun değildi. Bu sebeple bu durumun düzeltilmesi gerekiyordu. Ben bu durumu düzeltmek için abilere bir teklif götürdüm. Öncelikle küçük kitaplardan sıralama yaptım. Nur Aleminin bir anahtarı, Küçük sözler, Ayet-ül Kübra gibi risaleleri öne çıkararak, “Mevzuata uygun bir şekilde, önce bunlardan başlayalım. Ve davalar açılsın” dedim.

Davaların açılacağını biliyordum. Şöyle dedim, “Neşriyat İstanbul’da oluyor dolayısıyle davalar da İstanbul’da açılacaktır. Burada açılırsa ben bu davaların üstesinden gelirim. Beraat kararı alırız. O zaman rahat bir şekilde deriz ki, bu eser yetmişde basılmış, beraat kararı da budur.” Bu teklifim üzerine abiler bir değerlendirme yaparak Sözler Yayınevi adı altında neşir yapmaya karar verdiler. Sözler yayınevi de bu şekilde kuruldu. İlk Abdullah Yeğin ağabeyin adına kuruldu Sözler Yayınevi…

Peki düşündüğünüz gibi davalar açıldı mı?
   
Açıldı. İlk açılan davadaki kararların orijinal nüshaları hala var bende. Abdullah Yeğin ağabeyle ilgili, Nur Aleminin Bir Anahtarı eserinden ötürü bir dava açıldı. Beraat aldık. Daha sonra yine birçok davalar açıldı, yine beraat aldık. En sonunda Sözler Yayınevi adına neşrettiğimiz bütün kitaplar hakkında mevzuata uygun olarak beraat kararlarımız oluştu.
1984 yılında artık hiç tereddütsüz neşrediyorduk. Hiçbir sıkıntımız kalmamıştı. Ama buna rağmen siyasi manada Anadolu'da sıkı yönetim mahkemelerinde, sivil mahkemelerde Risale-i Nur adına davalar devam ediyordu. Ama onlara da gene mevzuata uygun olarak almış olduğum, İstanbul 2. Ağır Cezadan olsun, İstanbul 5. Ağır Cezadan olsun, almış olduğum o beraat kararlarını ibraz ediyordum.
 
Ama 1984 yılında şöyle bir olay yaşadık onu anlatmak isterim. Bu şekilde meseleleri çözmeye devam ederken, 1984 yılında Genelkurmay'dan, İstanbul'a Adalet Bakanlığına bir yazı gönderiliyor. Diyor ki, “Bu Nurculara, Said Nursi'ye ait olan Risale-i Nur eserleri hakkındaki hukuki durum nedir? Neden hala basımı devam ediyor.” Adalet bakanlığı da o yazıyı İstanbul savcılığına gönderiyor. İstanbul savcılığı da bir yazıyla durumu Sözler yayınevine bildiriyor.

ibrahim_unlu2.20100302104938.jpgKi o esnada artık Sözler yayınevi Abdullah Yeğin ağabey adına değil, Mustafa Sungur ağabey adına devam ediyordu. Tabi o yazı gelince hemen bana gönderdiler. Savcılık yazısında, “Bu güne kadar neşrettiğiniz her eserden ikişer nüsha bize gönderin” diye talepte bulunmuştu. Ben de hemen o yazıyı aldım. Hayattaysa Allah selamet versin, vefat ettiyse Allah rahmet etsin, Sermet adında bir savcıydı. Çok temiz bir insandı. Sağolsun adil bir savcıydı. Ona gittim. “Biliyorsunuz Risale-i Nurlarla ilgili beraat kararları var. Ben size bu kitapları getireceğim. Fakat kitaplarla beraber sizin de bildiğiniz o beraat kararlarını da getireceğim” dedim. “Tabii ki İbrahim Bey siz hepsini getirin ben inceleyeceğim” dedi.

Kalktım o kitaplarla ilgili bir dosya hazırladım. Götürüp teslim ettim savcılığa. Savcılığın uzun tetkikatından sonra, birkaç kişinin nazarından da geçirdikten sonra, sanırım sekiz sayfalık bir takipsizlik kararı oluşmuştu. Ama kitapların tamamıyla ilgili 20-30 sayfa da bilirkişi raporu var. Müspet bir bilirkişi raporu geldi. Suç unsuru olmadığına dair… Ki bu sadece 163. maddeyle ilgili değil. Harf kanuna aykırı olmadığı, tekke ve zaviyelerin kanununa aykırı olmadığına dair bir rapordu. Oldukça geniş ve kapsamlı bir rapordu. Bunun üzerine de savcılık takipsizlik kararı verdi. Ve 1984 yılı itibariyle benim değerlendirmemle artık Risale-i Nurla ilgili hukuk ihtilafı kapanmış oldu. 1984’den sonra da bazı yerlerde Risale-i Nura karşı davalar açıldı. Ama onlar tamamen siyasi, keyfi açılmış davalardı. Elhamdulillah… Onların da üstesinden geldik önceki beraat kararlarıyla.

Bu davalar esnasında yaşadığınız ve unutamadığınız anektodlar var mı?

O dönemdeki davalarda eskisi gibi topluca takip edilmiyordu. Yani cemaat topluca gelip mahkemeleri takip etmiyordu pek. Benim kanaatıma göre gerek de yoktu. Ama hâkimlerle, savcılarla, tamamen avukat-savunma ilişkisiyle mahkemeler yürüyordu. Onunla ilgili size aktarabileceğim şöyle bir şey var; Sıkıyönetimden çıkmış bir karar ki, o karar Bekir Berk abi zamanında çıkmış aleyhte bir karardı. O kararı Bekir abi duruşmalı olarak temyiz etmişti. İşte o duruşmaya gitmiştim.

Tabi daha yeniyim bu meslekte, gencim. Çok tecrübem de yok. O zaman askeri Yargıtay Ulus'taydı. Oraya gittim. Gerekli savunmaları yaptım. Duruşma salonu geniş bir salondu. Ben orada “Örf İdare” tabirlerini kullandım. Tabi yadırganacak bir şey değil. Baktım başkan bana bir şeyler söylüyor. Ama salon geniş olduğundan ses bozuk geliyor, anlamıyorum. Savunmamı kestim, “Buyrun nedir?” diye sordum. “Örf İdare Kanunu değil, Sıkıyönetim Kanunu diyeceksin” dedi. Ben birden, “Ne münasebet? Örfi İdare Kanunu da hukuki bir tabirdir. Bu tabiri kullanmamda hiçbir beis yoktur. Lütfen, savunma hakkımı engellemeyin” dedim. O şekilde devam ettim savunmama… Böyle bir anım var.

Bir diğeri de şöyle; ilk Devlet Güvenlik Mahkemelerinin teşkil edildiği dönemde, Diyarbakır'da bir dava takip ediyordum. O davaya iki ayda bir, ayda bir gidip geliyordum. Diyarbakır’da rahmetli Fikret abi vardı. O hep ilgileniyordu Allah rahmet eylesin. On numaralı dershaneye gidiyorduk. Oradan mahkemeye gidiyorduk falan.
Derken gene bir gün mahkemeye gittiğim, mübaşir beni gördü. Bana, “Sen İstanbul’dan mı geldin?” diye sordu. “Evet” dedim. “Seni heyet bekliyor” dedi. Neden beni heyet beklesin daha saat gelmedi” dedim. Şaşırmıştım… Çıktım yukarıya. Hakikaten heyet bekliyor. Savcı da yanlarında, “Hoş geldiniz avukat bey” dediler. “Hoş bulduk” dedim. Yapılan iltifata da şaşırdım. Neyse oturduk. Çay içerken Reis bana, “Biz devlet güvenlik kanununun Anayasaya aykırı olduğu kanaatindeyiz. Savcı Beyin böyle bir iddiası var. Savcıdan ziyade biz sizden bu talebi bekliyoruz. İstiyoruz” dedi. Ben böyle bir teklif karşısında şaşırdım, hem altından ne çıkar bilmiyorum. O nedenle, “Kusura bakmayın. Ben beklemiyordum böyle bir şeyi doğrusu böyle bir şeyi de  düşünmedim. Ama ilk etapta kısaca mütalaa edersem böyle bir kanaatim yok” dedim.

Sizden böyle bir şeyi neden istiyorlardı?

Şunun için; bu dosyayı Anayasa Mahkemesine göndermek istiyorlarmış ve bunu gerçekleştirmek için de böyle bir usul bulmuşlar. Onun için benim Devlet Güvenlik Mahkemelerinin Anayasaya aykırı olduğunu iddia etmemi, dolayisiyle dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesini talep etmem isteniyordu. Ben de istişare etme gereği hissettim o anda, “Müsaade ederseniz ben bir meslektaşımla görüşeyim” dedim. Kabul ettiler…
O da gelip gidiyordu... Diyarbakır’da bir avukat arkadaşımdı. Hemen bir taksiye bindim. Arkadaşın yanına gidip durumu anlattım. “Sen ne dersin bu konuda?” diye sordum. O hemen, “Hayır. Ben Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kuruluş kanununun anayasaya aykırı olduğu konusunda hemfikir değilim” dedi. “Ben de senin gibi düşünüyordum. Ama gene de bir istişare edeyim dedim” diyerek geri döndüm.

Heyet beni bekliyordu. Onlara, “Kusura bakmayın ben bu konuda sizinle aynı fikirde değilim” dedim. Baktım Reis ısrar etti, “Avukat Bey biz sizin beyanınızı bu yönde zapta geçelim” dedi. “Yok. Ben böyle bir müsaade veremiyorum. Benim böyle bir rızam yoktur” dedim. Bu defa mecbur kaldılar. Savcının beyanını zapta geçirdiler. Dolayısıyla dosya Anayasa Mahkemesine gitti. Ve Anayasa Mahkemesi Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kuruluş kanununu iptal etti. Onlar kapandı. DGM’ler kapandıktan sonra ne oldu? Bizim dosyaların birisi Hınıs’dan, biri Van'dan gelmişti. Sonra ayrıldı her biri geldiği yere gitti. Bu defa Van ve Hınıs'ta o davaları takip ederek berat kararları aldık. Böyle bazı anılarım oldu.

Güzel bir hizmete de vesile olmuş inşallah...

Burada bir parantez içinde belirteyim; Mahkemelerin sevimliliği veya sevimsizliği uygulamalarından ziyade, o makamları işgal eden hakimlerin adil, tarafsız bir hukuk adamı sıfatıyla hareket edip etmemeleri ile doğrudan bağlantılıdır. Benim kanaatim bu...
Yani bugün Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay gündemde aktüel de bir konu… Mahkemelerin ıslah edilmesi gerekir. Ama ondan daha önemli olan şey oraların adil olması isteniyorsa oralara gerçekten adil hâkim ve savcıların atanması lazımdır. Bu sorun ancak böyle çözülebilir. İşte görüyoruz her şey ortada birçok Askeri Mahkemenin adil kararlar verdiğini ama buna karşılık bağımsız birçok mahkemenin ise siyasi nitelikli kararlar verdiğine hep birlikte şahit oluyoruz. Sonuçta iş gelip vicdana dayanıyor. Bir hâkim şayet adil değilse nerede olursa olsun adil olmayan kararlar alacaktır. Ama tersine ise her türlü yasalara rağmen adil kararlar verecektir. Ben böyle düşünüyorum.

Bizim ilgi alanımızla alakalı değil ama isim olarak tuhaf geliyor ilk etapta. Devlet Güvenlik Mahkemesi... Yani Devleti birilerinden koruyacak anlamına gelmiyor mu?Burada tarafsız olma özelliği ortadan kalkıyor. Sanki siyasi amaçla kurulmuş bir kurummuş gibi algılanmaz mı sizce? Bir de atananlar askeriyeden değil miydi?

Hayır. Sadece bir tane askeri üye vardı. Yanlış hatırlamıyorsan beş kişiydi. Benim mahkemelerle ilgili farklı bir kanaatim var. Daha iyi anlaşılması için bir hatıram var onu aktarmak istiyorum.
ibrahim_unlu5.jpgİkinci dönem Devlet Güvenlik Mahkemeleriyle ilgilidir bu anlatacağım olay. Afyon Çay kazasında bir öğretmen arkadaşla ilgili “Nurculuk propagandası yapıyor” diye dava açıldı. Şikâyetçi velilerin bir kısmıydı. Dava Konya'ya gidilerek DGM’de görülecekti. Ama baktık ki sınıftaki öğrencilerin tamamının şahit olarak dinlenmesi lazım. Yani “öğretmen sınıfta suç olacak şekilde böyle böyle bir laf etti mi etmedi mi?” diye sorulacak öğrencilere…

Sınıf da yirmi beş kişi... Ve bu şekil bir yargılama DGM kanununa uygun bir durumdu. Tabi ben İstanbul’dan gidiyordum. “Duruşma Çay'da yapılacak” dendi. Yani Konya'daki DGM olduğu gibi Çay'a gelecek. Mahkeme orada olacak. Nitekim de denildiği gibi oldu. Duruşma günü Konya'dan DGM heyeti geldi. Çay adliyesi ona göre ayarlandı. Sabah saat dokuzda duruşmaya başladık. Tek bir celse… Akşam dörde, beşe kadar devam ettik. Tek celsede şahitler dinlendi, her şey bitti ve biz sonunda beraat kararını aldık. Bu da cay-ı dikkat bir konudur. Çoğu avukat arkadaşlar bunu bilmezler. Ben bazı yerlerde anlattım ama gene de çok bilinmiyor.
Yani DGM ve tek celsede ve adil karar...

Bu şekil bir yargılama sivil mahkemelerde bile görülmez. Yani DGM, belki isim olarak biraz antipatiktir ama o zamanki arkadaşlar adil ve gerçekten hukukçu olunca durum değişmişti… o kadar öğrenciyi götürmek yerine Mahkeme Heyeti oraya gelmiş ve adil bir mahkeme olmuştu bu da oradaki hukukçu arkadaşların adil olmasından kaynaklanıyordu.
Yani kısacası hakim adil olmazsa mahkeme düzeni ne kadar sağlam olursa olsun adaletsiz kararlar çıkabilir. Büyük oranda iş hakim ve savcılarda bitiyor.   

Bu kuruma neden ihtiyaç duyuldu? Diğer mahkemeler yetersiz miydi?

O zaman toplu hadiseler oluyordu. Anarşik hadiseler çok oluyordu. Bu toplu hadiseler bir, beş, on kişi değil. Onlarca insanın birlikte yaptığı eylemler oluyordu. O nedenle normal mahkemelerin gerek fiziki durumları gerekse diğer bazı durumları buna uygun değildi. O nedenle kurulmuştu… Ama daha sonra kaldırılmış oldu…  Ama şimdi gene o mahkemelerin görevini gören mahkemeler var. Nedir? Özel yetkili ağır cezalar var. Nedir mesela İstanbul için? 11. 12. 13. ağır cezalar var. Bunlar bu toplu davalara bakıyorlar.
Şimdi malumunuz Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu ne yapmak istiyor? Baktı ki bu hakimler kendi ideolojik bakışlarına uygun değil, onları değiştirmeye çalışıyorlar.