Güncel Dört Önemli Mesele

Güncel Beş Önemli Mesele

(Kader, Ehl-i Sünnet, İsbat, Darbe ve Cemaat..)

30 yıllık yazı hayatımda 300’den fazla makale, risale ve kitap yazdım. 3-4 makale hariç, siyasi konular hakkında hiç yazmadım. Güncel meseleler ile ilgili hiçbir şey yazmış değilim. Çünkü siyasi ve güncel konularda, ister istemez, sosyal hayatta sivrilmiş kişi ve kurumların isimleri geçer. Bu ise insanı gerçekliğin ifadesi olan evrensel ve ilmî konu ve kanunların engin âleminden alıp duygusal dedikodular çukuruna düşürür.

Fakat bu sefer Âlem-i İslam’ın geleceği için beş konuda güncel beş noktaya değineceğim. Aslında bu beş konu, özünde kader-irade; Ehl-i Sünnet-Mutezile; ilim-isbat, siyaset-iktidar, hizmet ve siyaset konuları hakkındadır; bu gibi meseleler için yazılan her şey ilim ile teması vardır; dolayısıyla siyasidir, denilmez. Bununla beraber bu beş konuda meselelerin özünün anlaşılması için mecburen bazı şahıs ve kurumların ismi geçecektir. Mecburen diyorum; çünkü zihinler bu beş noktada kilitlenmiş, Âlem-i İslam adeta felç olmuştur. İşte:

Birinci Mesele: Soma’da Meydana Gelen Olay ve Kader

Birçok çevre ve yüzlerce medya kuruluşu, Eğer Soma’da tedbir alınsaydı; bu ölümler olmazdı, şeklinde bir haftadır, devamlı olarak yayın yapıyor. Nihayet bir Nurcu kuruluş, kader ve irade hakkında olan 26. Sözden bir kısa söz naklettiler. Dediler ki: Tedbir alınsaydı; bu ölümler olmazdı söylemi Mu’tezilî bir söylemdir. Toplum farkına varmadan Mutezileleşmiş... Bu pasajın internette yayınlanması üzerine iki noktanın izah edilmesi gerektiğini ve Soma olayının kaderden ziyade sebep sonuç ilişkisi denilen determinizmi ilgilendirdiğini gördüm.

1) Mutezile, İslam Âleminde ilmin egemen olması için sünnetullah denilen doğal kanunların egemenliğini savundu. Eğer sebep varsa, mutlaka sonuç olur; sebep yoksa sonuç asla olmaz, diyerek determinist oldular. Fakat bu noktada o kadar ileri gittiler ki; asırlarının pozitivistleri oldular. Allah’ı kendi koyduğu yasalara mahkûm gördüler. Onun kudret ve iradesinin aşkınlığını ve yetkinliğini bir derece görmezden geldiler.

2) Mutezileden ayrı ve karşıt bir ekol olan Ehl-i Hadis ise tamamen cebri (bir şeyde sebep yoksa da mutlaka kaderin gerçekleşeceğini) savundular. Bu konuda, irşat: tergip ve terhip için söylenen bazı hadisleri su-i istimal ettiler.

Bu iki ekolden sonra ortaya çıkan Ehl-i Sünnet ve Cemaat bu iki tutumun ortasını savundular; eğer söz konusu olan sebep yok ise, sonucun olacağını veya olmayacağını söyleyemeyiz, dediler. Sebep-sonuç ilişkisini ve sünnetullahı dışlamadan Allah’ın yetkinliğini gördüler. Çünkü Kur’anda yasalar ve buna dayalı olaylar anlatıldıktan sonra illa ma-şaallah (Allah’ın diledikleri hariç..) kaydını görüyorlardı.

Bununla beraber Ehl-i Sünnet, Allah’ın yetkinliğini kalplerde oturtmak istedikleri; ayrıca cebri savunan hadis rivayetlerinden kendilerini kurtaramadıkları için; zamanla ilmî perspektifte emre (yetkinlik icrasına) göre daha öncelikli olan sünnetullahı unuttular.. Gazali, Kur’anda asla değişmez denilen sünnetullah tabirini adetullah ile değiştirdi.. Determinist felsefeciler ve Mutezile bakiyesine cevap vereyim derken, Müslümanlar içinde artık her şey, ilimler üstü, harika ve mucize olarak algılandı. Nihayet Âlem-i İslam, İslam dinindeki ilmî perspektifi, Avrupa’ya kaptırdı. Ve bugün dahi bunun sancısını çekiyor.

Bediüzzaman, 26. Sözde Ehl-i Sünnetin kader anlayışını tercih ediyor; Allah’ın yetkinliğine öncelik veriyor. Fakat birçok risale, sünnetullahın mucizelerden önce geldiğini, sünnetullah içinde bilinç, aşkınlık ve hikmetler, mucizeden daha fazla olduğu için peygamberler, çok zor durumda kalmadan mucizeye mazhar olmadıklarını söylüyor. (19. Mektup, 26. Mektup)

Ayrıca 24. Mektupta mealen diyor ki: Kâinatta sünnetullah şeklinde cereyan eden umumi bir dua var. Bu duanın kabulünün ölçüsü de içtima-i esbaptır. Yani 4-5 sebep bir araya geldiğinde o dua, sünnetullah olarak gerçekleşir. Dua müsbet tarzda olduğu gibi, menfi tarzda da olabilir. Mesela; karbon, azot, hidrojen ve oksijen bitkilerde bir araya gelir; beşinci bir sebep olarak ışık, fotosentez ile onları şekere çevirir.

Bu olumlu bir içtima-i esbaptır. Bunun bir de olumsuz şekli var: Mesela; İnsan kanında yağ, protein, vitamin, şeker olmadığı zaman insan ölüme varır; eğer mineraller verilirse, geçici olarak dirilir. Galiba içtima-i esbap genellikle 5’li olarak gerçekleşiyor.

Bakın; bu menfi dua durumunun bir benzeri, Somada olmuş: 1) Gaz sızıntısı var; alarm verilmiş. Kimse işi ciddiye almamış. 2) İşçiler tekrar ile yönetimi uyarmış; yine kabul görmemiş. 3) Teftiş raporları su-i istimal içeren şekilde hazırlanmış. 4) Madenciliğin vazgeçilmez acil-durum sistemi yok; 5) Devlet, ilgili kanunları eksik çıkarmış.

Demek sünnetullaha göre burada determine bir durum söz konusudur. Çünkü 5-6 sebep bir araya gelmiştir. Dolayısıyla bazı Nurcuların Bediüzzaman’ı realitelerden koparacak beyanlar yayınlaması ve İslam Âlemine ilim yolunu kapatacak dersler vermesi, yerinde ve mukteza-ı hale mutabık bir irşat değildir. On senedir uyarıyorum: Türkiye hızla Ortaçağa doğru iniyor, diye..

İkinci Mesele: Ehl-i Sünnet Âlimlerinin Diyarbakır Toplantısı

Bu toplantıya katılan muhterem zatların çoğunu tanıyorum. Çok fedakâr, hassas ruhlu, imanlı ve kendilerini toplumlarına adamış, değerli zatlardır. Herhangi bir konuda onlara ders vermem haddim değil. Fakat yine Âlem-i İslam’ın selameti için üç noktayı bu değerli üstadlarıma arz etmek istiyorum.

1) Ehl-i Sünnet ismini kendilerine tahsis etmeleri yanlıştır. Çünkü bugün İslam dünyası zaten bu isimde bir nevi ittifak içindedir; dolayısıyla isim tahsisi, inşikak-ı asayı netice verir. Ayrıca eğer şefkat ile medeni bir tarzda ilmî meseleler müzakereye açılsa, diğer fırkalardaki çok değerli ilim adamları da bu mübarek heyete katılacaktır.

2) Çok iyi biliyorum; bu değerli hocalarım birinci meselede anlattığım sünnetullah konusunda Gazali gibi düşünüyorlar. Ayrıca bu hocalarımın çoğu, çağdaş fenleri tam incelemedikleri için; hem bu meselede, hem başka birçok konuda asrın ihtiyaçlarına tam cevap veremiyorlar.

3) Mesela Üstad Bediüzzaman, Bu asırda kitle imha silahları var; dolayısıyla maddi cihad; her iki taraftan da binlerce masumun kanının heder edilmesine sebep olduğu için; Kur’an bu asırda bizi maddi cihattan menediyor. Eskiden maddi cihad mecburiyetten kaynaklanmış idi. Çünkü kültürel ve siyasi başka çareler yoktu. Bu asırda ise, onlarca başka çare var olduğundan ve bu asrın asıl ihtiyacı siyasi iktidar olmak değil de; kalplere dinin mucizevî bilgilerinin yerleştirilmesidir, dedi. Ve onlarca mektupta bu söylemini tekrarladı. Ayrıca 100 yıldan beri bilim ve din çatışmaz, diye sesleniyor. Maalesef, bu Ehl-i Sünnet hocalarım, bu gibi önemli meseleleri hiç dile getirmediler. Çoğunlukla siyaset konuştular.

Üçüncü Mesele: Risale Akademinin İsbat Seminerini Organize Etmesi

Risale Akademi’nin Risale-i Nurun anlaşılması için izah ve isbat seminerlerini düzenlemesi şayan-ı takdirdir. İsbat semineri davetiyelerinde üç nokta bana çok önemli geldi.

a) Çağımızın ikna ve irşadı için Ortaçağ metodunun ve mevcud literatürünün yeterli olmadığı gerçeği.

b) İslam tarihi boyunca kullanılan Kelam ve Mantık ilimlerini bugüne uyarlamak…

c) Bu asrın varlık ve düşünce algısına uygun yeni ilmî tesbitler yapmak..

Evet, eğer İslam Âlemi bu üç noktada yığınak yaparsa 20-30 sene içinde insanlık âleminin dertlerinin çoğunu çözebilir. Ve bu konuda ona rekabet edecek başka hiçbir kurum da yoktur. Fakat maalesef, dinî hizmet ve eğitim verdiğini iddia eden oluşumlar bu üç gayenin gerçekleşmesi için hiçbir alt yapıya sahip değiller. Bu konuda hiçbir ciddi projeleri de yoktur.

Mesela: Klasik mantığın onlarca konusundan üçü, delalet, tasavvur ve kıyas hakikatleridir. Yüzlerce okul ve kurslarda bu hakikatler mantık ilminin ABC’si olarak verildiği halde –otuz yıl boyunca yaptığım gözlemime dayanarak söylüyorum- öğrenciler bunları ya öğrenemiyor veya öğrense de kullanamıyor. Hâlbuki delalet; kök olarak yol göstermek demektir. Bir kelimenin açık veya kapalı olarak bir manayı (somut bir varlığı ve olayı) göstermesi demektir. Yani o mananın muhatap tarafından tahayyül edilen şekli değil de, somut ve nesnel bir hakikati göstermesi demektir. Bu delaletin birçok çeşidi var. Mesela tetabuk, tazammun, lüzum, mecaz, hakikat ve Muhakemat, Belagat Unsuru, 6. Meselede anlatılan başka çeşitleri var. Ben burada bu kavramın en birinci şeklini ve aşamasını kast ediyorum.

Mesela, bütün Müslümanların her an kullandığı Sübhanallah, El-hamdülillah ve Allahu Ekber’in manası çoğunlukla bilinmiyor. Mecbur kalıyorum bunların manasını halk dili ile veriyorum: Sübhanallah, Allah çirkin ve yanlış iş yapmaz, demektir. Kelimenin kökü duru su içinde yüzmek manasına gelir. Duru su ise paklık sembolüdür. Elhamdülillah: Allah bütün kemalata ve onların gereği olan nimetleri vermeye sahip tek merci demektir..

[Sübhanallah’a Allah’ın sisteminde eksik ve yanlış iş olmaz, manası verilince zihin “Bu tek başına yetmez. Varlıklara nimetler ve kemalat da lazım” diye bekler. Cevaben Elhamdü lillah kelimesi gelir; bütün kâinat sonsuz bir okyanus gibi sayısız nimetler ile doludur, der. Elhamdü Lillah, Allah’ın kemalatını ve nimetlerini haber veren bir cümledir. Allah’a hamd olsun, manasında inşa cümlesi değildir.]

Peki, Allah bir tek zat olduğu halde bu imtihan dünyasının dar âleminde nasıl bu gibi harika işleri yapabiliyor, diye zihin sorar: Cevap, Allahu Ekberdir. Bunun bugünkü dildeki tam tercümesi, Allah sonsuzdur. Evet, sonsuzluk olmadan, bilinmeden ve ibadet ile ona entegre olunmadan, dünyamızda çirkinlik, sıkıntılar, acılar hiçbir zaman bitmeyecektir.

Mantığın ikinci bir kavramı tasavvurdur. Tasavvur, meal olarak bir şeyin mahiyetinin fotoğrafını hayalde çekmek demektir. Mantık ilminde ise bir şeyi tanımlayan tarif (had) demektir. Tarife had demişler; çünkü tarif, bir şeyin hududunu ve varlığının sınırlarını çizer.

Tarif, tarifi yapılan varlığın, cinsini ve nevini, tanım olarak kullanmak ile olur. Mesela insan için “O, natık (düşünen ve bu düşüncesini ifade eden) bir hayvandır.” denilir. Eğer cins değil de mesela uzak bir araz olan varlık kullanılsa ve temel bir özellik olan natık yerine gülen kelimesi kullanılsa, Mesela; insan natık bir varlıktır. Veya insan gülen bir hayvandır.. Dense) o zaman ona tasavvur (fotoğraf) değil de resim denilir.

Ben birçok derste Allah’ın ilmi, kudreti, iradesi denilince sizin zihninizde nasıl bir tasavvur oluşuyor, diye soruyorum; hiç cevap alamıyorum. Çünkü burada birinci aşama olan delalet yok ki onunla delaletten sonra bu üç hakikatin mahiyetini düşünüp tarifini yapabilsinler.

Mecburen devreye giriyorum. Allah’ın kudreti şu gördüğümüz bütün madde ve enerji âlemleridir. Onun ilmi bu varlıklara güzel nitelikler ve özellikler veren sonsuz yazılım ve programlardır. Onun iradesi ise, varlıkların sürekli gelişmek isteyip bugünkü güzel vaziyetlere gelmesi demektir. Nitekim 29. Sözde, Tekâmül varlıkların Allah’ın iradesinden gelen emirlere itaat etmesidir; aşk ve iştiyak ile kemalata doğru yükselmeleridir, deniliyor.

Hemen hatırlatalım ki; tarifler, sadece tasavvurdur; kıyas tarzında mantıkî bir isbat değildir.

Üstad, Risale-i Nur tasavvur değildir, tasdiktir, derken aklî kıyaslar ile yapılan isbattır, demek istiyor. Fakat muhatap, eğer kelimelerin delaletini anlamıyorsa ve kelimelerin gösterdiği manaların mahiyetini ve tarifini bilmiyorsa; yani birinci aşamayı geçemiyorsa onun için isbat ve kıyasa kavuşmak muhal olur. Evet, Risale-i Nur, tasavvuf değildir. Çünkü tasavvuf, kıyas ile isbat olmadığı gibi, tasavvur ölçüleri ile elde edilen bir marifet de değildir. Sadece dinî hakikatlerin rüya gibi insanın kalbinde resmedilmesidir. Evet, keşif ve rüya, mantıkî tasavvur yani ilim değiller, ancak resim olabilirler.

Bununla beraber eski mantıkta tasdik denilen kıyas yöntemiyle meseleleri isbat etmeye çalışmak, bugün için her zaman netice vermiyor. Çünkü eski mantık insan duyularının algısına göre şekillenmiştir. Hâlbuki bugün fenler ve diğer araştırma ürünleri, yepyeni bir varlık algısı doğurmuştur. Onun için bu asırda ispat, yeni varlık ve bilimsel algılar üzerinden yapılmalı. Ayrıca başka bilim dalları ile desteklenmelidir. Onun içindir ki; Bediüzzaman, bazen aklı kalbe yardımcı yapar; bazen de kalbî sezgiyi aklî verilere destek yapar. Ki Kur’andaki isbat bu minval üzere gitmiştir. Onun için sırf aklı esas alan Kelam ilmi ve sırf kalbi esas alan Tasavvuf, Kur’an gibi başarılı olamıyorlar.

Dördüncü Madde: Mısır’daki Darbe

Bu darbe tamamen haksız ve zalimane oldu. Fakat ehl-i hamiyet Müslümanlar, iki noktayı görmezden geliyor:

a) Üstad Bediüzzaman tekrar ile kardeşlerim, biz mahkûmuz, diyor. Ama İslam âlemi kendini gülistan içinde sanıyor. Dikkat ile bakılırsa, bu darbenin dış çevrelerin tazyik ve zorlaması ile yapıldığı görülecektir. Nitekim Mısır Hükümeti, Refah Sınır Kapısını her açtığında Umreciler için açtık, diye Batıya mesaj veriyor. Merak etmeyin, biz Hamas’a yol vermeyiz, diyor. b) Ayrıca İhvan-ı Müslimîn, bütün samimiyetlerine rağmen, bu çağa ayak uydurabilecek; ilmî siyasî ve kurumsal niteliklere sahip değiller. Ben bir saat boyunca onların lideri olan Bedii Efendinin bir mitingini dinledim: Dünya ve insanlara kendi program ve ilkelerini anlatacağı yerde; konuşmanın %80’i, dua ve beddualardan oluşuyordu. %20’si de hissi konuşmalar idi.

BS

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum