Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Ahmet Ay'ın Cem Yılmaz Yazısı

Ahmet Ay kardeşimizin yazılarını beğenerek okuyor ve istifade ediyoruz. Ahmet Ay'ı geç tanıdık biz. Tanıdık derken, yazılarından ve sohbetlerinden tanıdık. Vicahen ve şifahen bir konuşma ve karşılaşmamız olmadı henüz. Nesil Yayınlarında çalışmış bir müddet.

Evvela okuyan, dinleyen ve bunları paylaşan bir kardeşimiz. Yani kendi istifadesini, istifadeye sunuyor, sunmaya çalışıyor. İyi de ediyor. Bu fakir gibi, derlemeci bir yazar değil. Mütefekkir ve müellif bir yazar. Yani üretken, fikir dünyamıza yeni şeyler katmanın gayretinde. Bunun sancısını çekiyor ve heyecanını duyuyor. Çok okumuş, dinlemiş, izlemiş. Bütün bu birikimi, onun güzel bir üslûp yakalamasına ve onun en azından bizim mahallede kendi çapında bir entelektüel olmasını sağlamış.

Hepsinden önemlisi, bu birikimini Nurları anlamada ve yorumlamada ustaca kullanıyor. Bu da onu, bizim gibi tanıdık ve klasik yorumculardan hem üstün hem de özgün kılıyor. Risale-i Nurları sadeleştirmek mümkün değil. Böyle bir çaba, hüsranla bitecek beyhude bir çabadır. Bize lazım olan, bütün bir İslâm külliyat ve birikiminin hülâsâsı, iman ve İslâm hakikatlerinin gerekçeleriyle yeniden izah ve ispatı, İslâm âleminin ittihat, ıslah ve terakkisinin bir yol haritası konumundaki bir külliyatın taşıyıcısı olan bir dil ve üslûp üzerinde oynamak değil; onu anlamaya çalışmak olmalıdır. Ahmet kardeşimiz de bunu yapıyor zaten. Bizlerin Nurları övmemizi bazıları yadırgıyor ve biraz garip karşılıyor. Haklılar. Çünkü Eski ve Yeni Said eserlerini okumamışlar arkadaşlarımız. Yanlarındaki hazineden haberleri yok. Onun için, bunu çok görmüyorum. Okumadığı, içine nüfuz edemediği bir külliyatın övülmesi, takdiri garip gelir bazı arkadaşlara.

Risale-i Nur'un ehli tahkik bir okuyucusu, Ehl-i Sünnet anlayışı dışındaki şaz yorumlara iltifat etmez, bu konuda hassas olur. Ahmet Ay'da bu hassasiyet de ileri seviyede. Haklı elbette.

Ahmet kardeşimizin hemen her yazısı, ince bir işçilik ve fikir ürünü. Çoğu yazısını biraz arayla okumak ihtiyacı hissederim. İnce fikir işçiliği olan yazıların anlaşılması ve hazmedilmesi de ince bir dikkat ister. Yazıların hemen hepsi, Nurlardan bir cümle, paragraf ya da bir mevzunun orijinal izahı. Kendi derin, geniş ve çeşitli okumalarını Nurları anlamada bir basamak olarak kullanmakta ustalık gösteriyor. Hâliyle biz de sanki onun okuduklarını okumuş gibi oluyoruz.

Yeni başladığı çocuklara yönelik "cik cik" yazılarında ise, çocuk kitapları hazırlama geçmişinin izleri var. Risale-i Nur'ları çocuklara anlatmak hem zor hem de üstün bir maharet ister. Bu konuda da semeredâr yazıların devam etmesini bekliyoruz. Çocuklara anlatıyor ama çocuklara anlatan tüm ebeveynlere tavsiye ediyorum. Neticede, çokça ihmal edilmiş bir alanda verilen emekler boşa gitmemiş olur.

Ahmet Ay'ın tekrar okuduğum yazılarından birisi de 13. Lem'a'nın 4. İşaretinde işlenen "adem ve vücut" meselesinin mevzu edildiği 20 Aralık Cuma günkü "Cem Yılmaz'ın Arabası Sırat Köprüsü'nden Geçer mi?" başlıklı yazısı.

Cem Yılmaz gösteri sanatçısı sayılıyormuş. İnsanları ağlatarak belki de maneviyattan soğutarak servet yığanlar olduğu gibi; boş avare şeylerle güldürerek araba koleksiyonu yapanlar da varmış. Biz bunları sonradan öğreniyoruz. Fakat bizzat dinlediğim bir örneği anlatabilirim. Merhum Yaşar Nuri Öztürk bu Cem Yılmaz ile bir programda bir arada olmuşlardı. Yaşar Nuri, Cem Yılmaz'ı bir entelektüel edasıyla dinliyor ve her cümlesinde bir hikmet arıyordu. Bir ara, Cem Yılmaz'a "Geçenki gösterisinde, bir milletin doğuşu ile ilgili anlattığı hususu öğrenmek için, kaç kitap okuduğunu ve ne kadar çalıştığını" sordu. Cem Yılmaz da ona "Hayır, hiç okumadım, çalışmadım. Onların hepsi, uydurma şeyler." dedi. Bu diyalog, Yaşar Nuri'yi biraz şaşırttı ama asıl, gösteri diye sunulan argo dolu şeylerin seviyesini gösterdi. Eğlenmek, hoşça vakit geçirmek, belli bir oranda tamam da bu, akıl ve kalbi, vicdan ve maneviyatı biçip doğramadan, insanı argoya alıştırıp hepten de malayaniyata kaydırmadan olamaz mı acaba?

Ahmet Ay yazısında "Miyop uzağı göremiyor, nazarı ahirete uzanamıyor. O zaman insana, anlık lezzetindeki elemi göstermeliyiz." diyor. İşte, romandan hikâyeye, sinemadan gösteriye kadar her türlü araçla, anlık gayr-i meşru lezzetlerin daha ahirete gitmeden, dünyada da elim akıbetlerini göstermeliyiz. Yani sanat, sadece hoşça vakit geçirme oyuncağı değil de biraz da insanı sarsmalı, onu unuttuğu akıbetle yüzleştirmeli, derleyip toparlamalı onu.

Ahmet Ay yazıda, Cem Yılmaz'ın ve Ronaldo'nun zengin hayatını kastederek "Yüzü fanilikten ötesine bakmayan bir hayat istemezdim." diyor. Niye istemezmiş peki? "Korkardım çünkü" diyor. "Sonu hiçliğe gidecek olduktan sonra, bu kadar biriktirmenin ne anlamı var? Asıl sahiplik o ki kazandığın dane kadar da olsa, asla elinden çıkmasın. İşte, Müslüman'ın umudu, dünya sahrasında beka avlamaktır."

Mevzunun kalbi, işte bu son cümle. Dünya sahrasından beka avlamak. Yani ademe (yokluğa) gidecek olan malının, zamanının yönünü, vücuda (bekaya) çevirmek. Bu akşam, derse gitmedik mesela. Ya da bu saatinde okumayı ihmal ettik. İşte, bu akşam ve o saat ademde kaldı. Ebediyen kayboldu gitti. Bu akşamı ve o saati avlamak, ebede göndermek derdinde olmalıydık. Trabzon'da dersten sonra, yarım saat daha hususî okuma yapıyoruz. Katılmaya çalışırım. "Şu yarım saatimizi kurtaralım" diyorum. Eve gitsek, kim bilir nasıl bir fuzuliyata dalacaktık. İşte bu yazıları da yazarken aynı şeyi düşünüyorum. Hem kendimi hem de bunu okuyanın zamanını heder etmemeliyim. Bu zamanları avlayıp beka cilvesine mazhar edelim, derdindeyiz. Ahmet Ay, "Elimde kalmadıkktan ve ebedde bana refakat etmedikten sonra, malın bir anlamı da yok." demek için; "Dane de olsa elimden çıkmasın." diyor. Çok haklı.

"Bir komedyene hayret ediliyor da İslâm âlimine hayret edilmiyor." Neden peki? "Tumturaklı olduğu için, albenisi fazla; çok çok şeyler üretmiş gibi, lakin örümcek yuvası kadar zayıf. Çürük ip gibi kopacak şeyler. Fakat insan nefsinin peşine düşüp sinekleştikçe, örümcek yuvası gibi şeyler insana sahilleşiyor. İnsan onların ciddi bir iş yaptığına inanıyor ve müşteri oluyor. Zaman ve enerjisini ademe yani çöpe gönderiyor." İşte, buna "vücudî görünen ademilik" diyoruz. Bir şeyler yapıyorsun ama sonuç yok.

Zekât, sadaka veriyoruz malımız eksiliyor gibi oluyor. Yani görünüşte ademîik var. Fakat manası ve neticesi vücudî. Karşılığı kat kat verilecek. Namazda, oruçta zamanın gidiyor, meşakkat çekiyorsun. Bir nevi toprağın altında çürüyorsun gibi. Fakat üstündeki meyvelere, ağaçlara menşe oluyorsun. Vücut ülkesindeyiz yani. Faiz ise, tam tersi. Kazanıyoruz gibi. Vücudî görünüyor fakat tam bir adem kuyusu, eyvahlar deresi.

Evet dostlar, 13. Lem'a'nın 4. İşaretinde, aklımda iyice yer etmiş bir cümle var. "Şeytan-ı insi ve cinni hayrı yaptırmamakla şerleri yapıyorlar. Yani şerler oluyorlar." Devamı da önemli. "Günahları, şerleri yapmak için bir iktidar ve icat eden bir fail gerekmiyor. Çünkü onlar, bir emri terkle oluyor." Namazı kılmamak için, bir icat gerekmiyor. Kumar oynarken bir fiil var ama onun da manası ademî. Yani "Kumar oynamayın." emri terk ediliyor. Bu çetrefilli konuyu üstad ne güzel ve basitçe izah etmiş ki bizim gibi cahiller bile anlayabiliyor.

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum