
Habibi Nacar YILMAZ
Bâkiyâne Sohbetten Dâimâne Saadete
Son yazımızda, 3. Lem'a üzerinde durmuştuk biraz. 3. Lem'a'nın okumasını bir türlü bitiremiyoruz. Okuyup geçtiğimiz çok oldu da geri dönüşlerimiz bitmedi. Başka yerleri okurken,3.Lem'a'ya dönmek durumunda kalıyoruz, çoğu zaman.
"Elbette, insaniyeti sukût etmemiş bir insan" yani insanî vasıflarını henüz kaybetmemiş bir insan "o çareyi arayacak ve o imkânı bilfiile çevirecek" cümlelerinde geçen netlik ve kesinliğe bir bakar mısınız? İnsanın sukût etmemesi için, neyin çaresini arayıp bulması gerekiyor peki? "Fani ömrü, bâki bir ömre tebdil eden bir çareyi" bulması gerekiyor.
Fani ömrünü bâki bir ömre tebdil, çok önemli. Aksi takdirde, çok kıymetli ve bir defalığına verilen; ayrıca depolanması, saklanması, ertelenmesi mümkün olmayan ömür, sahte para gibi gözden çıkarılacak bir değersizliğe düşecek. Elinizde bir para var; hem de epey miktarda. Bu paranın sizde oluşuna sevinirsiniz ve bundan memnunluk duyarsınız değil mi? Fakat bu paralar, zaman geçtikçe sahteye dönüyorlar. Yani her geçen saniye; sizin elinizdeki paraların sahteleşmesi, değersizleşmesi, değerini kaybetmesine çalışıyor. Zaman iksiri paranızın üzerine sürüldükçe, paralar bir bir anlamsızlaşıyor ve dolaşımdan kalkıyor, olsun. İşte, buna razı ve seyirci olan insanı üstad, "insaniyeti sukût etmiş bir insan" sıfatıyla anlatıyor.
İnsaniyeti sukûttan kurtaracak vazifelerden biri, belki en birincisi ve en câmisi olan namazın değerini anlamayan insan için de 9. Söz Beşinci Nükte'de mağrip namazı özelinde "Namaz kılmanın ne kadar latif, nazif bir vazife; ne kadar aziz, leziz bir hizmet; ne kadar hoş ve güzel bir ubudiyet; ne kadar ciddi bir hakikat ve bu fani misafirhanede bâkiyâne bir sohbet ve dâimâne bir saadet olduğunu anlamayan adam, nasıl adam olabilir?" cümleleri geçiyor.
Ömür sermayesini geçersizlikten kurtaracak çareye ilgisiz, duyarsız kalan için, "insaniyetten sukût" tabirinin; çarelerin esası ve hası olan namazın değerini anlamayan için de "Nasıl adam olabilir?" yani adam olamaz, cümlesinin kullanılması, yerinde ve ne kadar da isabetli kullanılmış değil mi?
Bunları okuyunca, üstattaki "İslamiyet ve imanın meseleleri ve meyvelerine olan nihayetsiz bir tarafgirlik ve iltizam ve teslimi" daha iyi anlıyorum. Devamında geçen "Ehl-i dalâleti, nihayetsiz ebleh ve divane görüyorum." hükmü de ayn-ı hakikat olmuş. Yukarıdaki izah ve tavsiflerden sonra, buna ehl-i gafleti, ehl-i dünyayı, derece derece nefsimizi de ilave edebiliriz herhalde.
Vaktin sahte para gibi gözden çıkarılması ve bu kadar değerli vakit sermayesinin ebedî dolaşıma dahil edilme fırsatının kaybedilmesi, geri tepilmesi, Fecr Suresinin "Gaddemtü lîhayatî" kısmını hatıra getiriyor. "Keşke ben bu ebedî hayatım için, önceden (yani dünyada iken) salih ameller yapsaydım." Ama yapmadım veya layıkıyla yapmadım, yapamadım. Vakit sermayemi tarifsiz ve dehşetli zayi ettim. Onu, ebedî dolaşıma dahil edemedim. Ebterleştirdim, yani zamanımı neticesiz bıraktım. Hiç ile çarptım an'larımı.
Hayatla tanışıp ebedî âlemin bir öncesi, hazırlık yeri olan dünyaya adım atmamdan itibaren bana verilen bir alamet saniyeyi, bunca ikaz ve tecrübelere rağmen, "hasretli bir hayal ve esefli bir rüyaya" çevirdim. Halbuki onlar bir defalığına bana emanet edilen bâkiyâne sohbet malzemeleri idi. Bu bâkiyâne sohbet, beni dâimâne saadete taşıyacaktı. Malzemeyi hor kullandım, zayi ettim. Hac Suresinin 11.Âyetinin ifadesiyle "Hasireddünya vel ahiret" oldum. Dünyam da ahiretim de gitti. İki dünyadan da olduk. Ne uğruna peki? Boş ve neticesiz bir dünya uğruna.
"Dem bu dem" deyip hayatı ve zamanı ciddiye almak, her saniyeyi bir ganimet bilmek ve bunun heyecanını eksiltmeden ve eksilmeden duymak, önemli. Kâinatın her bir nevinin hareketine, duruşlarına eşlik anlamında rükûya varmak, kıyamda durmak, kendini secdeye atmak, bir de bunlara tefekkür, tezekkür ve teşekkürünü katarak, yaptığın bâkiyâne sohbet, seni dâimâne bir saadete götürecek arkadaş. Kesintilerin, ayrılıkların, vedaların, vefasızlıkların, tükenişlerin bolca olduğu yerde saadet olur mu? Olsa da bu ne kadar olur ve nereye kadar sürer? Halbuki insan, dâimî olacak bir saadeti ister, daha doğrusu özler.
İşte, dâimâne saadetin adresi, bâkiyâne sohbette ve bunun vesilelerindedir.
Evet dostlar, her şeyden önce varız; var edilmişiz, var edenimiz var. Daha önemli ve hayatî olanı var ki o da var edenimizden ve niçin var ettiğinden haberimiz var. Bizi kendisinden haberdâr etmiş. Bizi büyüten ve büyülten de bu zaten. Bu büyüklüğün ebedî âleme nakli ve daimiliği, geçen saniyelerimizin kalbine "Hüvel Bâki" levhasını asmamız ve bu levhaya yapışmamıza bağlı, ona bakıyor. Bâki olan Sensin, Senin beka vermenle biz de bâkileşeceğiz, ebediyen var olacağız. Zamanın dalgalarının bizi sarsmayacağı; bölünmüşlerin, ayrılıkların, gidenlerin saadetimizi yaralamayacağı; vefasızlıkların, koşuşturmaların bizi yakmayacağı hakikî saadet âlemi var. İşte böyle bir âleme namzediz; ama bu âleme mazhar olmamız, zamanın içine bâkiyâne sohbet düğümleri atmak, "Kitaben mevkute" emrine imtisalen kendi bedenimiz üzerine "Bâki sensin, bana da beka mührünü basar mısın?" niyazı ile mümkün. Hakikî saadet buradan geçiyor.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.