Habibi Nacar YILMAZ
Cennet Bir Lütuf, Cehennem Tam Bir Adalettir
Lisenin ilk yılları. Risale-i Nur'u sigara dumanları altında okumaya başladık. Her bir kısmı bir ilaç gibi geliyor bize. Okudukça iştiyakımız artıyor ve daha iyi anlama gayreti içine giriyoruz. Daha önce her bir mevzu için gidip kitaplar arıyor ve okumaya çalışıyorduk. Nurları okudukça, çok meselenin bazen bir sayfa, bazen de bir parçada halledildiğini gördük. Bu da bizim mesaimizi daha çok nurlara vermemizi sağladı.
İlk olarak, Mesneviyi okuduğumu hatırlıyorum. Yazın köyde, tarla-çayırdan gelince, yorgun argın Mektubat okuduğumu unutamam. Mesnevi'yi bir defa lügat ile okuyarak, lügat meselemizi büyük ölçüde çözmüştük. Ya da çözebildiklerimiz bize yetiyordu. Arkadaşlarımıza ders aralarında dersler okuyordum. Bizi şevklendiren, biraz da okuduklarımızın başkasına faydalı olması oluyordu.
Sözler'i ilk nerede, ne zaman ve hangi şartlarda okuduğumu hatırlamıyorum. Ama yüksek öğrenim döneminde, günde 80-100 sayfa okuyabiliyorduk. Fakat Sözler'den, ilk okuduğumuzda beni hayli heyecanlandıran kısımları hatırlıyorum. Bunlardan biri de 24. Söz'ün Beşinci Dalıydı. Bu Dalın Meyveleri, mânevi hayatımızın kanı oluyordu sanki. Özellikle de İkinci Meyve. İkinci Meyve, biraz da eksik ya da yanlış bilinen bir kanaati de düzeltiyordu.
Risale-i Nurlarda öyle cümleler var ki her biri, bir kitaplık aslında. "Medar-ı necat ve halas, yalnız ihlastır." "Çabuk ye'se inkilab eden hamiyet, hamiyet değildir.' cümleleri onlardan ikisi mesela. Böyle cümlelerin ya altını çizerim veya not almaya çalışırım. Bazen kendimi alamaz ve sayfanın tümünün altını çizdiğim de olur. Yani sayfalar birbirine tercih edilemeyen cümlelerle dolu. Bir de Risale-i Nur'lar, derleme toplama değil. Hem telif hem de ikna edici eserler olduğu için, okunma oranı yüksek. Ayrıca müstakim Ehl-i Sünnet çizgisinin bir oranda kalesi, güçlü bir savunucusu olması, okuyucusunu da o konuda hassas olmaya zorluyor. Risale-i Nur okuyucusu, kendini, zorlanmadan, "bu doğru İslamiyetin ve İslamiyet'e layık doğruluğun" içinde bulur. Bu doğru ve müstakim çizgi, sosyal ve siyasî hayatta da kendini gösterir ve ehl-i imana da bir nokta-i istinat olur.
Biz tekrar İkinci Meyveye ve bu meyvenin düzelttiği kanaate gelelim. Biz Müslümanların ekserisi, birtakım amellerimizle cenneti hak ettiğimizi ve edeceğimizi düşünürüz değil mi? Yani ahiretin tarlası olan dünyada, ekip biçtiklerimizin karşılığı cennettir, deriz. Bakalım öyle mi? Şimdi cümleye bakalım. "Ey nefis! Ubûdiyet, mukaddime-i mükâfat-ı lahika değil, netice-i nimet-i sabıkadır." Bu cümledeki bazı kelimeleri bilemediğimizden, cümlenin tümünü kavramakta zorlanabiliriz. Ancak acele etmeyelim, devamına bakalım. Çünkü aynı cümle, devamında daha da anlaşılır şekilde var.
"Evet, biz ücretimizi almışız, ona göre hizmetle ve ubûdiyetle vazifeliyiz." Hani bize, bizim hizmet ve ibadetlerimizin karşılığı olarak cennet verilecekti. Öyle değil, diyor üstad. Ya nedir? Biz daha cennete gitmeden ücretimizi, hizmetimizin karşılığını almışız meğer. Peki, cennet niye veriliyor o zaman? O da mevzunun sonunda peşin olarak veren ücretler, bedeller sayıldıktan sonra anlatılıyor. "Evet, Cenab-ı Hak cenneti ve ebedî saadeti, mahz-ı fazl (tam bir hediye olarak) ve keremiyle ihsan eder." Yani bizim ibadetimiz, daha dünyada iken bize peşin olarak verilen nimetlerin karşılığı bile değil ve olamaz. Peki, o zaman cennet niçin veriliyor? Şimdiye kadar verilen nimetler, niçin ve kim tarafından verildiyse, cennet de artı olarak, yine onun için ve yine Allah tarafından veriliyor.
Peki, öyleyse cennet lütuf olarak verilecekse, bu amelleri niçin işliyoruz? Ve Kur'an'da da bizden ibadet etmemiz, haramlardan kaçmamız isteniyor. İki şey için isteniyor. Birincisi, dünyanı cennete çevirmen için. İkincisi de Cenab-ı Hak, bize diyor ki "Ey kulum, şimdiye kadar nimetleri bir lütuf olarak verdiğim gibi, cenneti de bir lütuf olarak veriyorum, vereceğim. Fakat o cennetteki ebedî saadetin derecesi, sana ait. Orada tadacağın nimetlerin yani cennette bulunacağın dereceyi sen belirle. İbadet ve hizmetinle cenneti değil, cennetteki makamını tespit edip tayin ediyorsun."
Özetle, cennet lütuf, fakat cennetteki derecelerimiz bize bağlı. O zaman dikkat ve gayret çok önemli. Kaybın veya kazancın geçici değil, ebedi. Telafisi mümkün olmayan kayıplar yaşayabileceğin gibi, az bir gayret ve dikkatle de bitmeyecek bir derece kazanabilirsin. Buradaki ebedî âleme bakan küçük bir gayretin bile değeri çok, neticesi azîm. Onun için, İkinci Meyvenin devamındaki Üçüncü Meyvenin başında "Ey nefis! Az bir ömürde, hadsiz bir amel-i uhrevî istersen, her bir dakika-yı ömrünü, bir ömür kadar faydalı yapmak istersen, sünnet-i seniyyeye ittiba et." deniliyor.
Aslında din, bir kalp ve şuur uyanıklığıdır. Gafletin dereceleri var ama bazı latifeler gafleti kaldırmıyor. Bazıları da sönünce uyanması ya zor ya da mümkün olmuyor. Çok gayret istiyor. Onun için biraz boş vermeye gelmiyor. Okuma, irtibat, ihlas ve hizmete devam şart.
Az daha peşin olarak verilen ücreti unutuyorduk. İkinci Meyvede sayılan peşin ücretler neydi, hatırlayalım. "Hayr-ı mahz olan vücudu sana giydiren Halık-ı Zülcelâl" Şu cümledeki letafet ve derinliği çözmek de latif gerçekten. Vücut, yani yokluktan ziyadâr varlık âlemine çıkarılmak, tam bir hayır olmaz mı? Var olabilmenin bile bedelini ödemek mümkün mü? Hangi ibadet ve hizmet, böyle bir iyiliğin karşılığı olabilir ki? "İştahalı bir mide sana verildiğinden..." Sadece mide mi verildi? Hayır. Rezzak ismiyle, bütün nimetleri bir sofra olarak midenin önüne koydu. Âyette de diyor ya: "Elindeki lokmaya bir bakar mısın?" Hangi ibadetin ömür boyu tattığın bu nimetleri karşılayabilir? Peşin olarak verilen göz, kulak gibi bütün duyguların karşılığını nasıl ödeyebilirsin? Ya maddi ve mânevî bütün âlemleri rızık olarak isteyen hayat nimeti? Mânevi çok rızık isteyen insaniyeti unutmak mümkün mü? İnsan olarak tercih edilmemizi, hangi meziyetimize borçluyuz? Halbuki ayetin ifadesiyle "Anılmaya bile değmez bir dönemimiz"den bu mertebeye gelişimiz, her anı bizim dahil olmadığımız, hatta haberimizin dahi olmadığı tercihlerle mümkün olmuş. Bütün bu nimetlerin değer katsayısı iman, muhabbet ve insaniyet-i kübra olan İslamiyet nimetleri, aklın önüne açılan sıfat-ı mukaddese daireleri, daha dünyada iken doğrudan birer lütuf değil mi?
Az daha unutuyorduk. Nankörlüğünün karşılığı cehennem nedir, o zaman? Nan, ekmek demektir. Nankör ekmeği, nimeti görmeyen demek. Nimeti görmeyen, görmediği gibi, inkâr ve isyan edene denk gelen cehennem de adalettir.
Evet dostlar, cismaniyet itibariyle küçük, zayıf, âciz, zelil, kayıtlı bir mahlûkuz. Yemeden yaşayamıyor, uyumadan duramıyoruz. Bu kayıtlı halimizle, sayılan hangi bir nimete uzanabilir veya sahibi olabiliriz. Demek hepsi birer peşin ücret. Hangi ibadetimiz, bunların karşılığı olabilir? Hangi hizmetimiz, bir saatlik nefesin ya da görmenin karşılığıdır? Demek cennet, bizim hak ettiğimiz bir nimet değil, bunlara artı olarak verilen tam bir lütuftur. Derecesi bizim elimizde sadece. Aman fırsatı kaçırmayalım.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.