
Habibi Nacar YILMAZ
Her An İman Etmek Farkındalığı
Trabzon'da üniversite hayatımız başlayınca, anarşi döneminin verdiği sıkıntılardan dolayı, eğitime bazen ara veriliyordu.O zaman eve gitmiyor ve bol bol kitap okuma zamanımız oluyordu. Dershane hayatı, insanı malayaniyattan kurtarıyordu ve kendimizi okumaya veriyorduk. Şimdi de evde üç oda var. Her odada kitaplığımız veya kitaplarımız mevcut. Nereye başımızı çevirsek, kitaplar lisan-ı hâl ile bizi okuyun, diye çağırıyor adeta. Bu hâl, dershanede ziyadesiyle oluyordu. Biz de okudukça fişimizi sanki prize takmış gibi heyecanlanıyor ve bu hakikatleri mutlaka birilerine ulaştırma heyecanı duyuyorduk. Şimdi de aynı derecede olmasa da duyuyoruz. Çünkü aynı kitapları okuyoruz. Ama o zaman, turfanda bir heyecan taşırdık.
Öğleden sonra, bazen dershaneden çıkar; mesela parklara, kütüphanelere giderdik arkadaşlarla. Şimdi Ankara'da bulunan sevgili kardeşim Rahmi Huyut ve merhum Osman Erdal Tiryaki'yle öyle gittiğimiz çok olurdu. Bulduğumuz lise ve üniversite öğrencileri evleri vardı. Onlara periyodik olarak uğrar, müsait bulduğumuz yerlerde dersler yapardık. Lise önlerinde öğrenci bekler, konuşabildiklerimizi en yakın dershaneye götürmeye, onlara ders yapmaya çalışırdık. Trabzon Lisesinden epeyce öğrenci bu sayede, Nurları tanımıştır. En azından haberdar olmuşlardır. Bir derse gelen bile, oradan aldığı bir feyz veya zihnine ilişen bir cümle ile iman dairesine tutunmuş olabilir mesela. Parklarda, yanına oturduğunuz seni bir yerden tanıyorum, diye hitap edip neticede derslere getirdiğimiz insanları unutamam.
Bunlar şimdi yapılamaz mı? Yapılır elbette. Okuma azaldıkça, bunlar da azaldı. Dershanede kalan veya vakıf arkadaşlara anlatıyorum bunları. Bunun yaşı ve başı da yok. Hizmette yaş sınırı var mı?Yok. Hizmette sınır ve sinir olamaz. Kıyısında gezdiğin denizin ortasında bir gemi yanıyor. Sen bana ne, diyebilir misin? Elindeki suyla yanan gemiyi söndürmeye koşacaksın. Hakiki şefkat budur. Söndürmeye koşarken, kazaen ayağına basılsa, bunu görmeyecek ve büyütmeyeceksin. Büyütecek olsak, hiçbirimiz bu kutsî hizmette yerimiz ve tutunacaklarımız kalmaz. Akıl; ihlas, fedakârlık ve hizmete kilitlenmeyi gerektirir. Kendi kusurunu görmek, başkasının kusurunu görmeye engel olur.
Üniversite kayıt dönemi de ayrı bir hareketlilik ve berekete vesile olurdu. Şimdi kayıtlar elektronik olunca, hizmetin şekli de biraz değişti. Bu şekilde de ulaştığımız gençlerden, şimdi bürokrasinin çeşitli kademelerinde ve çeşitli yerlerde vakıfâne hizmete devam edenler de yok değil.
Bütün bunları, iman hizmeti şevki ile yapardık. Sonraları, vakıflık dönemimizde de bu daha da ilerledi ve bu fakirde "Eğer her gün yeni birine ulaşamadıysak boşuna okuyor ve vakıf olarak kalıyoruz." düşüncesi oluşmaya başladı. Yani biraz ifrat içine girmiştik o dönem. O sırada Trabzon'a gelen Feyzi Allahverdi abiye de bu durumu anlatınca o da bize "Habib kardeş, sen hiçbir şey yapmayıp da dershanede otursan bile, kuvve-i maneviye ve örneklik olarak yeter." demişti. Bu tembih bizi biraz rahatlatmış ve sonunda iman hizmeti meselesini kendi alemimizde vuzuha kavuşturmuştuk.
İman hizmeti, illa da birini imansızlıktan alıp iman dairesine getirmek değildi. Evet bu, emsalsiz bir hizmet ve alkışlanacak bir merhaledir. Ama daha geniş tanımıyla Kur'an'ını ve imanını dehşetli sadmelerden tam muhafazanın" çeşitli şekilleri ve imana hizmetin epeyce tabakaları vardı.
Evvela, İslâmiyet onu kabul ve tatbik edenin sadece ahiretini değil; dünyasını da cennete çevirir ve bunu onu yaşayana taahhüt eder. Daha doğrusu, İslâmiyet bunun için gelmiştir. İslâmiyet sarayına iman kapısından girildiğine göre, iman meselesi Müslümanın birinci meselesidir. İmanı sağlama, tahkike; aksinin mümkün olamaması derecesine getirmeden, bu konuda hep havanda su dövmüş olacağız. Çünkü iman kıl kadar bir tereddüdü kaldırmıyor, kaldıramaz. İmanın katiyetinde şüphe olmaz. Zaten, kıl kadar şüphesiz katiyetteki imana itikat diyoruz.
Her bir cümlesi bir cehalet ürünü olan, aklı gözüne inmiş, gaybe iman meselelerini laboratuvar ortamı gibi sanan, güya bilim adamı bir bedbahtın "İmana en ufak bir delil bulamadım." cümlesinin mukabili Üstad da "Bir Müslümanın imanı, o kadar kuvvetli ve sarsılmaz ve hadsiz hüccetlere dayanıyor ki inkârda hiçbir özür kalmıyor. Adeta akıl kabulde mecbur oluyor." buyuruyor. Buyurun, seradan süreyyaya kadar olan farkı siz mahkeme edin.
Yine tam bir akıl tutulması olan inkârın ve lakaytlığın basitliği karşısında üstad, imana nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum, diyor. İman ve İslâm yüz kapılı bir saray gibidir. O sarayın doksan dokuz açık kapısı varken, adam bilgi alanına girmediği için anlamadığı, çözemediği veya cevabını bulamadığı bir kapının önünde durup bu saraya girilmez veya içine girmediği için çözemediği bina hakkında saray değildir, diyebiliyor. Üstad ise, bir hakikatin bir dakika aksini farz etmeye tahammül edemiyor ve "Bütün dünya benim olsa, bir tek hakaik-i imaniyenin vücut bulmasına (yani anlaşılmasına kabul edilmesine) bilatereddüt vermesine nefsim itaat ediyor." buyuruyor. İşte bu katiyette bir imanın peşindeyiz, yani peşinde olmalıyız.
Tahkike dayanmayan iman, küçük bir tereddütle başlayan ve cehaletle kartopuna benzeyerek ilerledikçe büyüyen şüphelerin hücumuyla dağılır, bozulur ve sahibini selamete götüremez. Halbuki biz, bizi kabre kadar selametle taşıyacak bir tahkiki imanın peşindeyiz. İşte, bizleri bu noktaya yaklaştıran her bir okumanın, dinlemenin, koşmanın, tefekkürün her saniyesi imana hizmet hesabına geçer. Her bir tereddüdü izale, iman hizmeti olduğu gibi; iman adına kazandıklarımızı muhafaza için yapıp ettiklerimiz de gayretlerimiz de imana hizmettir.
İnkârdaki biri, öyle doğmadığı gibi; iman dairesindeki biri de o keyfiyeti birden kazanmadı. İnsan inkâr bataklığına birden düşmüyor, zamanla kayıyor. Bu kayma da bir arkadaşın tabiriyle "imanı varoluşsal bir sonuç değil de basit bir dinî vecibe gibi görmekle" başlıyor. Hâlbuki senin ve âlemin var olması, bir var edeni gösterdiği gibi; bir hâlden bir sonraki hâle sağ salim geçebilmen de bir yaratmayla oluyor. Âlem gibi sen de her an yeniden yaratılıyorsun. Her an, maddî ve manevî yeni bir dünya senin kapını çalıyor. O zaman, seni ve âlemi her an değiştiren ve dönüştürene iman etmek, yani imanını yenilemek, girdiğin yeni âlemini nurlandırmak, o âlemini bir nevi diriltmek, diğer tabirle her an yeniden yeni iman etmek gerekiyor.
Evet dostlar, her şeyi farkındalıkta düğümleniyor. Başka varlıkları keşfetmek, kendi varlığımızın farkındalığı ile mümkün. Kendini, eşyayı keşfedemeyen Cenab-ı Allah'ı da keşfedemiyor. Kur'an'a kulak vermek de bir farkındalık. Bu yazıyı farkındalığımız sayesinde okuyoruz. Fakat zamanla bu farkındalığımızı unutuyoruz, ona alışıyoruz; ülfet peyda ediyoruz. İmanımızla ülfet peyda ediyoruz. Her an yaratılma devam ettiğine göre, her an imanımızı yenilemekle mükellef olduğumuzun farkında mıyız?
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Müfritane irtibat manasını es geçmemek lazım. Bu kardeş bu abi vesaire bunca medrese kalmış vesaire dememek lazım aramak derse çağırmak lazım kişiye göre davranacaksın birde herkese risale direkt başlamak Aksu amel olabiliyor öncelik samimiyet hal hatır sormak olmalı.Kendimde bu vartaları yaşayan biri olarak söylüyorum.
Yanıtla (1) (0)Meleke hâline gelen sağlamdır. Niyet ve nazar eşyayı tağyir eder. İman zaten her anımızda var
Yanıtla (1) (0)