Habibi Nacar YILMAZ
Molozların Altında Kalan, Gazze Değil Medeniyettir
Yazılarımızın tamamına yakınını, zamanımızın önemli bir bölümünü geçirdiğimiz, küçük mağazamızda yazarız. Bugün de dükkândayız ve iki şeyden dolayı biraz moralsiziz. Onun için, satış elemanı kızımız da fırsat oldukça, "Hocam, bugün moraliniz bozuk" diye bizi ikaz ediyor. Aslında bir yazımızda, "Müslüman'ın morali bozuk olmamalı ve olamaz." demiştik. Ama şimdi moralimiz bozuk, diyoruz.
Çünkü denk geldiğimiz bir haberde, İsrail'in Filistin topraklarında bir caminin minaresine bayrağını çektiğini, resmiyle birlikte de servis ettiğini yazıyordu. Âdeta İslâm âlemine meydan okur gibi duruyordu minarenin başındaki paçavra. En azından bu âciz öyle olduğunu düşünüyordum. "Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryat etmek gerekir." buyuruyor Üstad İkinci Lem'a'da. Musibet-i diniyeden feryat eden üstad, "Âlem-i İslâm'a inen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum." da diyor. Fakat bu ümit insanı, yeise de kapılmıyor. Bu cümlenin hemen devamında da, "Fakat bir ışık görüyorum ki o elemlerimi unutturacak inşallah." diye de müjde veriyordu.
Merhum şairimiz Bursa'nın işgali üzerine yazdığı "Bülbül" şiirinde de:
"Ne zillettir ki nakus inlesin beyninde Osman'ın,
(Şimdi Kudüs'ün ve Gazze'nin)
Ezan sussun, fezalardan silinsin yâdı Mevla'nın" msralarıyla feryadını dile getiriyordu. İslâm âlemi aynı hâli mi yaşıyordu, onu düşündüm.
Yine Bülbül'ün devamında, sanki yine günümüzdeki işgalleri anlatılıyordu:
"Yıkılmış hanûmanlar, yerde işkenceyle kıvransın,
Serilmiş gövdeler binlerce, yüz binlerce doğransın,
Dolaşsın sonra İslam'ın haremgâhında na-mahrem
Benim hakkım, sus ey bülbül senin hakkın değil matem."
Akif, üstad kadar bir ümit ve direnç insanı değildi. Daha işin başında ülkeyi terk ile, nispeten rahat edebileceğini düşündüğü Mısır'a gitmişti. Üstad ise, "En ziyade burada ihtiyaç var." deyip "Biz iman kurtarmak ve Kur'an'a hizmet için, Mekke'de de olsam buraya gelmek lazım." diyerek cepheyi terk etmedi. Sadece terk etmemekle kalmadı. Dil ve kalemlere kelepçe vurulduğu zor dönemlerde, bulabildiği bir okka mürekkep ve bir kamış kalemle kâh bahçelerde bağlarda kağıt parçalarına, kâh da zindan köşelerinde ancak bulabildiği sigara kağıtlarına, şu anda elliden fazla dile çevrilen muazzam Nur külliyatını da telif etti.
Tahribat mânevi idi ve ahir zamanının hadiselerinin ve hadîslerde geleceği ihbar edilen dehşetli şahısların âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiği dönemdi. İşte üstad: "O zamana yetiştiğiniz vakit, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez. Ancak mânevi kılınç hükmünde i'câz-ı Kur'an'ın nurlarıyla mukabele edilebilir." tavsiyesine de uyarak, kendisine yapılan makam ve mansıp tekliflerini de reddederek, dehşetli mânevi tahribata karşı mânevi hizmetlerle mukabeleye çalıştı.
Musibet-i diniye had safhaya ulaşmış:" Taklidî olan itikadın istinat kal'aları sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş; Kur'an'ın aleyhinde bin seneden beri müntakimâne hazırlanan dinsizlerin itirazları ve kâfir feylesofların şüpheleri, şimdi yol bularak intişar etmiş; Kur'an'ın dehşetli darbelerinden intikam besleyen Yahudilerin ve mağrur birkısım Hristiyanların hücumları başlamıştı."
Ayrıca bu vatan için cephelere koşan, sürgüne bile düşen asil evlatlar "öz yurdunda garip, öz vatanında parya" durumuna düşürülmeye çalışılarak, seslerinin kesilmesi için uğraşılmıştı. Bundan daha büyük feryad edilecek bir musibet olabilir miydi?
Özür dilerim, 'düşürülmüştü' dedik. Düzeltiyorum. Onlar, düşürülmemişti. Belk onlar, "hadsiz bir hayat-ı ebediyeye çalışmak, iman gibi kutsi bir nura hizmet makamına yükselmişti. Hem de nazarlarını dünyaya çevirebilecek her türlü gıll u gıştan azade olarak olmuştu bu.
Moralimi bozan ikinci bir husus daha vardı."Bu asırda Avrupa dinsizlerinin ve ehl-i dalâlet münafıklarının dehşetli bir surette Kur'an'a hücumları" karşısında, lisan-ı hâl ve kaliyle mücadele eden üstada yapılan birtakım iftira ve karalamaların muhatabı olmuştum. Şirkten tut küfre, reenkarnasyondan tut Şia'ya kadar bir sürü asılsız, mesnetsiz karalamalarda bulunan arkadaşa "Bir tane delil yaz." dedim. Bir paragraf gönderdi. Paragraf, nurlarda geçmediği gibi, üstadla da alakasız bir uydurmaydı. "Bu uydurmayı nereden öğrendin?" dedim. Bu sefer, başka bir uydurma iftirayı gönderdi. Hayretler içindeydim ama işin bu dereceye düşmesine de üzülüyordum.
Başka, âyet kelimesinin 'delil, alâmet' olan anlamından bile habersiz biri de Sikke-i Tasdik-i Gaybi'de geçen, "Risale-i Nur, bu zamanda Kitab-ı Mübindeki âyetlerin ayetleridir. Yani hakaikinin alametleridir." cümlesini göndererek, "Bak Said Nursi eserlerine âyet diyor." deyiverdi. İşin cehalet boyutuna mı üzüleyim, bir kahraman-ı İslâm hakkında bu kadar pes değerlendirmeleri yapan, okuduğunu anlamaktan aciz birilerinin boyundan büyük yorumlara kalkmasına mı yanayım, şaşırdım. Doğrusu, hâlbuki üstad, ikinci âyet kelimesi ile, yani bağlacını da kullanarak Risale-i Nurun, Kur'an âyetlerinin birer izahı ve yine Kur'an hakikatlerinin doğru olduğunun birer delili, ispatı olduğunu anlatıyordu. Yoruma bile muhtaç olmadan anlaşılabilecek bir cümleden adamın çıkardığı sonuca bakar mısınız? İyi niyet olmayınca, insanın zihnine gelen elmas bile kömüre dönebiliyor demek ki.
Aynı gün Rize'ye derse gitmiştik. Nurları Rize'de lisedeyken tanıdığımızdan, elli sene önceki hatıralarımız yeniden canlandı. Böylece çok hatıralarımızın olduğu Rize'ye uğrayınca, dersteki iştiyak bize şevk ve heyecan verdi. Derste, sözün gelişinden İkinci Mektubu okumak icab etti. Bu mektupta üstad, hediye kabul etmeyişinin altı sebebini anlatıyor. Aramızda kıraat-i Kur'an'da Türkiye derecesi olan, Rize'de İmam Hatip İsmail kardeşimiz de vardı. Üstadın izahları karşısında hayretler içerisinde kaldı. "Hakaik-i imaniye ve esâsât-ı Kur'aniye resmî bir şekilde ve ücret mukabilinde dünya muamelesi suretine sokulmaz." hakikati ışığında, âcizane İkinci Mektubun tüm Diyanet mensuplarınca iyice okunup anlaşılması ve benimsenmesi gerektiğini düşünüyorum. Özellikle birkısım görevlilerin bu ulvî hizmetleri ahiretin meyvelerini dünyada talep edercesine bir muameleye çevirmeleri veya öyle bir görünüm vermeleri, ciddi zararlar vermekte maalesef.
Üstad İkinci Mektup'ta hediye kabul etmeyişinin sebeplerini Yunus Suresinin 72.; Hud Suresinin 29. ve Yasin Suresinin 21. Âyetleri ışığında açıklıyor. Fakat Barla Lahikasında Saff Suresinin "Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niye söylersiniz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında sevimsiz bir davranıştır. (O'nun gadabını celbeder.) mealindeki 2. ve 3. Âyetlerini bir hatıra eşliğinde anlatıyor ki bazen bu, konuşacaklarımın ve yazacaklarımın yarısını elememe sebep olur. Üstad, Barla'daki evindeyken bir yemek gelir. "Hediye kabul etmiyorum, ama bu bir yemektir, herhalde kabul edebilirim." diye düşünerek yemekten biraz yer. Fakat yemeğin sahibini çağırıp karşılığını verinceye kadar, o zamana dek hiç yaşamadığı bir rahatsızlık hisseder.
Nurların gönüllerde engin ve zengin şekilde dalgalanmasının asıl sebebi olarak, üstadın hayatının sonuna kadar süren bu "halkların mallarından istiğna ve tecennüp" olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz herhalde. Söylediğini hayata geçirmek, yaşamak bir iksir gibi, şifadâr oluyor ve sadra, daha kolay iniyor. Çağın, özellikle her şeyin resme ve isme bağlandığı, görselliğin öne çıktığı böyle bir asırda, lisan-ı hâl daha da öne çıkıyor. Aslında her asırda geçerli bir kanundur bu.
Ama günümüzde bu hâl, devletler seviyesinde acı meyvelerini vermekte; sözde insan hakları, hak hukuk, adalet, demokrasi, medeniyet gibi yaldızlı lafları dilinden düşürmeyen başta Amerika ve onun kuyruğundaki Batı; özellikle Orta Doğu, şimdilerde son Filistin-Gazze meselesinde, hâliyle yani İsrail'e yaptıkları kayıtsız desteğiyle, dilindeki göstermelik lafların tesirini de geçerliliğini de yok etmişlerdir. İnsanlık, dünyanın beşten büyük olması gerektiğini anlamış; maskeli vicdanların maskesi düşmüş; medeniyet paketi ile insanlara sunulmaya çalışılan 'maskara mahlukun' "bütün mehasini ile beraber beşerin ancak yüzde yirmisine bir nevi surî (görünürde)saadet verip seksenini rahatsızlığa, sefalete" attığına yaşayarak şahit olmuştur. Kuvvetlinin haklı olduğu yani hakkın kuvvete geçtiği böyle zalimâne uygulamanın aktörleri, bunca güçlerine rağmen, bütün sevimlilik ve ağırlıklarını kaybettikleri gibi, bu asra ve asırlara söyleyebilecekleri bir söz de kalmamıştır. Gazze molozlarının altında kalanlar, şehadete eren Filistinliler, Filistinli çocuk ve kadınlar değil; bütün şaşasıyla Batının sefih medeniyetidir. Ve bu medeniyet, tarihin çöp kutularına atılmayı beklemektedir.Hatta atılmıştır.Daha hiçbir güç ve uygulama bunu tersine ceviremez.
Evet dostlar, fert ve devlet olarak biz, bize düşenden, sözümüzün hâle yansımasından mesulüz. Bu asırda en büyük farz vazife olan ittihad-ı İslam için, "yüzer âyât ve ehâdîs-i Nebevîyenin şiddetle emrettikleri uhuvvet, muhabbet ve teavünü yapıp....dindaşlarımızla ittifak etmektir." manâsına olan ihtiyaç, eskiden belki bir iken günümüzde bine çıktığı görülmektedir.Bize bunun tahakkuku için gayret lazımdır.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.