Habibi Nacar YILMAZ
'Seni Yarattım Ya'
Geçenlerde bir yerde, yazıya da başlığını verdiğimiz, küçük bir hikâye okumuştum. Çok önemli ve Kur'an'î bir dersle biten, âcizane birkaç defa tefekkür etmenizi tavsiye edeceğim bu hikâyeyi aynen aktarıyorum.
"Çelimsiz küçük bir kız çocuğu, sokağın köşesinde oturmuş; yiyecek, para ya da alabileceği herhangi bir şey için dileniyordu. Üzerinde yırtık pırtık giysiler vardı. Yüzü gözü ise, kir içindeydi. Çocuğun perişan bir hâli vardı.
Kız dilenirken, sokaktan genç, sağlıklı, zengin görünümlü bir adam geçti. Kızı, fark etmişti ama belli etmemek için, dönüp kıza bir daha bakmadı. Geniş ve lüks evine, konfor içinde yaşayan ailesinin yanına geldiğinde, çok güzel hazırlamış bir akşam sofrası onu bekliyordu. Fakat az sonra, gördüğü o dilenci kız aklına takıldı yeniden. Duyguları bir şeylere itiraz ediyordu.
Sonra, kolay yolu tercih etti ve itirazlarını Allah'a yöneltti. Böyle durumların var olmasına izin veren O değil miydi?
İçin için O'na karşı:
'Böyle bir şeyin olmasına, nasıl müsaade ediyorsun? Neden o küçücük kız çocuğuna yardım için bir şeyler yapmıyorsun?' diye yakınmaya başladı.
Biraz sonra, ruhunun derinliklerinden gelen şu cevabı işitti:
"Yaptım. Seni yarattım ya."
"Yaptım, seni yarattım" cümlesi, ne kadar sarsıcı ve derin cümle değil mi? Sebepler dünyasında Allah, sana emaneten ve imtihanen verdiği maldan, bu dilenciye vermen için seni bir tevziatçı (dağıtıcı) olarak tayin etti ve yarattı. Sen bunu, yani bize verilen, yüklenen görevi, Allah'a havale etmek gaflet ve cehaletini gösteriyorsun.
"Ya Rabbi, yeryüzünden zulmü kaldır!" diyoruz. Allah bu görevi, sana, bana yani bize vermiş. Bunun için bize yardım ve yol göstermek üzere de şeriatlar, peygamberler göndermiş. Zulmü yapmamak, yapılan zulmü kaldırmakla memur olan biziz. Yani Allah, zulmü bizim kaldırmamızı; ayrıca zalim olmamamızı istiyor. Biz de bunu tekrar Allah'a havale ediyoruz.
Yine aynı şey, dua mahfillerinde, değişik şekillerde karşımıza çıkıyor. "Ya Rabbi, muhtaç kardeşlerimize yardım eyle!" Bu yardımı Allah, bizim vasıtamızla yapıyor, yapacak. Allah, bu görevi bize yüklemiş. Biz, O'nun bize ihsan ettiği malı, tevziatımızla yani gerekli yerlere ulaştırmakla, bize verilen malı arındırıp fazlalığından kurtaracağız. Bize ait olanına da bekçilik yapacağız sadece. Yani işimiz kolaylaşacak. Malımız helalleşecek. Fakat biz, yine bizim arınmamız, yani bizim iyiliğimiz ve bereketimiz için bize verilen görevi, tutup yine Allah'a havale ediyoruz. Verdiklerimizle, böylece eksilenlerden mahrum kalacağız endişesi taşıyoruz. Halbuki veren kimse, mahrum kalmadığı gibi, Nebevî lisan "İnfak et ki sana infak olunsun." müjdesini veriyor.
Anlatılır ya, malı mülkü yerinde birine sormuşlar:
- Sen bu zenginliği nasıl elde ettin?
- Allah ile yarışarak, demiş.
- Nasıl oldu bu, Allah ile yarışılır mı hiç, demişler.
-Vallahi demiş, "Ben verdim, Allah verdi, ben verdim, Allah verdi, sonunda Allah galip geldi."
Sakın, benim verecek bir şeyim yok, demeyin. Yüz kuruşu varken, on kuruş veremeyen; bin kuruşu olurken de yüz kuruş veremez, veremiyor. Bu vermek meselesi, biraz uyanık şuur ve kendini, yerini, vazifeni tanımakla ilgili. Ve varlığın kazandırdığı hiçbir lezzet de vermenin insanoğluna kattığı lezzete eş değil. Daha geride yani. Bunun kendi vicdanımız da dahil, binlerle misalleri vardır. Yine varlığın her türlüsüne kavuşan, meşhur bir zenginin, tekerlekli sandalye aldığı engelli çocukların sevinmelerinin ona yaşattığı mesrûriyeti, varlık basamaklarında ilerledikçe aldığı lezzet ve memnuniyete tercih etmesi, birincisini yüz kat daha üstün görmesi de buna çarpıcı misaldir.
Bu, aslında bir şuur uyanıklığıdır ve Kur'an'î ifade ile "Tekâsür hastalığından" (mal biriktirme ve yığma, onunla övünme) kurtulma, kalbi Mâlik-ül Mük-ü Zülcelâle yönlendirme, "Karun"cuk olmayı değil, sahabelerin sena-i Kur'an'iyeye (Kur'an'ın övgüsüne) mazhar olan "îsâr" hasletini (her türlü menfaatte, kendini değil, kardeşini tercih etmek) tercih etmektir.
Başta Peygamber Efendimiz (Aleyhisselatu vesselam) ve O'nun takipçileri, has kulların semtine uğramayan bu "Tekâsür hastalığının" tezahürü, çok çeşitli tarzlarda bazen de sevimli şekilde bizi yoklar. Özellikle gelenek, görenek, özenmek gibi meyillerle modern uygarlığın insan ruhunu unutturan, kalbini susturan avunma araçları bu yoklamaya eklenir. İnsana kısa veya uzun hedefler gösterir. Daima önüne sevimli görünümde ürünler koyar. Ruhun hedefini şaşırtmaya çalışır. Bir nevi sosyal anestezi uygular. Biricikliğini, farkındalığını unutturur ona. Onu mal çoğaltma krizine sokar. Böylece, sürekli eldekini yenilemek üzere, iyi tasarlanmış, pürüzsüz kurgulanmış bir koşuda bulur insan kendini. Durup düşünmeyi "tenasi" içinde saklar. Yani bir çeşit unutma numarası yapar. Bu numarayla kendini kandırmak, derin bir insanlık veya özelde Müslüman'ın krizi gibi duruyor bu âcize göre. Hedefsizlik, kendini merkeze koyup etrafı sarılı dairelerden habersiz gibi yaşamak, hâl diliyle sürekli "hep bana Rabbena" duasında bulunmak da diyebiliriz buna. Bu hâl, düşünmeyi erteletir veya unutturur. İnsanı vakitsiz kılar. Vakti olsa da niyeti körelterek, niyetlerinin toplamı olan insanî değerinin üzerine çarpı attırır. Onu silik ve sönük kılar.
Bütün bunları, başlığa gelmek, bu âcizden başlayarak, kısmen içinde bulunduğumuz Kur'an'î ifade ile "Tekâsür hastalığına" Kur'an', sünnet ve sahabe hayatının merkezinde olan infak noktasındaki ihmal, açmaz veya açgözlüğümüze gelmek için anlatıyorum.
Bir değerli kardeşim Kur'an için "Matbaada basılınca, 'Mushaf'; okununca, 'Kur'an'; anlaşılınca, 'beyan'; yaşanınca 'insan' olan kitap" tanımını kullanıyor. Ne kadar isabetli bir tanıtma. Yani İslamiyetin 'mâ ve ziyası'(suyu ve ışığı) olan Kur'an, bir insaniyet kitabıdır demek istiyor. Elbette ki insanı yaratan ve onu bin bir hissiyatla donatan Zât, onu en güzel kıvama, Kur'anî tâbirle 'ahsen-i takvime', yani hakiki insaniyete götürecek yolları da gösterecektir. İşte, insanları hakiki hikmete ve saadete sevk eden, ona mürşitlik yaparak yol gösteren Kur'an'ın, belki de bütün bu mânaların tahakkuku için farz emirlerinden biri de infak.
Başta Kur'an, devamında hadîs ve Peygamber Efendimiz ve sahabe hayatına baktığımızda, o kadar ısrar, teşvik ve emir var ki İslamiyet'in infak dini; Müslümanın da sanki infak için yaratılmış olduğunu görüyoruz, anlıyoruz. Âcizane, bu ısrar ve tavsiyenin arkasındaki amilin, hidayetin insanî ve vicdanî lezzete dönmesi, belki de din-i İslam'ın görülür bir libasa bürünmesi iradesi vardır, diye düşünüyorum.
Bu, fıtratın kemali ve muhabbetin cemali için de geçerli. Çünkü her bir merhamet sahibi başkasını memnun etmekten mesrûr olduğu gibi, her bir âli-cenap (cömert) zât da başkasını mesut etmekle lezzet alır. Bütün bunlardan da İslamiyetin bir fıtrat dini olduğunu anlıyoruz.
Fıtratını yırtıp vicdanını tahrip edenler ile başını bu nuranî halkadan çıkaranlar veya Kur'an'a yeterince kulak vermeyip insanîyet midesini, bu İlahî sofradan kısmen veya tamamen nasipsiz bırakanlar, yani derece derece çoğumuz, fıtratın kemâli ve dinin cemali olan infak noktasında- itiraf edelim ki- yeterince hassas olamıyoruz. Bunu birebir yaşadığımız da oluyor, yaşayanlar da var.
Gıda toptancısı bir arkadaş, vaaz kürsüsünde anlatılanlardan haberdar olduğu bir yer için, daha caminin içindeyken yüz teneke yağ vermeyi niyet ediyor. Bu niyet, caminin çıkışında elliye, ayakkabısını giyince otuza, dükkâna gelince de ona kadar düşüyor. Hatta bu vazgeçiş, daha kısa mesafeli durumlar da da olabiliyor. Üst katta yüz söz veren bir arkadaş, merdivenlerden inince bire bile düşebiliyor. Hayırlı bir işin o kadar mânileri var ki. Ama infakın mânileri daha cevval ve çetin ki hemen harekete geçebiliyor ve saniyeler içinde insanın aklını ve hissiyatını altüst edebiliyor. Bizzat kendimden ve dost çevremden bunun çok örneklerini verebiliriz.
Bu âcizin ulaşabildiğim doğrudan altmış, dolaylı yüzlerce âyette Cenab-ı Allah, gizli açık infakı bazen namazla, bazen istiğfar, bazen de arınma ve cennetin yolu olarak, en önemlisi de rızası ile birlikte, kendine yaklaşmada en önemli bir vesile olarak zikrediyor. "Allah'a güzel bir borç vererek arınmanın yolunu arayınız." diyor. Yine âyat-ı Kur'an'da geçiyor. Rabbimize Yani Allah'a verilen borç, her başağında yüz tanenin bulunduğu yedi adet başak çıkaran bir tohum tanesi gibidir. Tohum ama her başında yüz tane olan yedi başak çıkacak. Yani zahirde eksilen bir liramız, yedi yüz lira olacak. Bize misliyle iade edilecek yani. Böyle kârlı bir alışveriş olur mu ya da bu, kaçırılır mı?
Dünyadan nasibini de unutmadan, gizli ve açık, başa kakmadan, infak ederek mallarını temizleyenler, darlıkta ve bollukta, dünyada ve ahirette hiç kaybetmedikleri gibi, yüzlerinden tanınacağı, işlerinin de kolayına yönlendirileceği müjdesi de var. Tam tersini yapıp da göklerin ve yerin hakikî sahibinin geçici olarak ona verdiği mallarını, nefsine ve benciliğine yenilerek infak etmeyenler ise, acılı bir azapla karşılaşacaklar.
Demek bize düşen ve yakışan, sürekli infak... Maldan, candan, vakitten, ilimden gizli açık infak... Cimrilik, her iki âlemde de aleyhimize olduğu gibi, aslında zahmet yolunu da tercihtir. Çünkü İlâhî beyan, "Artık kim cömert davranır, günah işlemekten sakınır da bunları güzel karşılığına inanırsa, biz onu işin kolayına yönlendiririz." buyuruyor. Ayrıca, infak ettiğin mal zaten senin değil. Neyi, kimden saklayıp esirgiyorsun? Son nefesteki son pişmanlık ise, adı bile insanı titreten Münafikun Suresinin 10. Âyetinde "Ölmeden önce, keşke infak etseydim." dersiniz cümlesiyle haber veriliyor.
Evet dostlar, infakın Allah katındaki değeri "asıl vazife-yi fıtrat ve esas-ı ubudiyet ve kat'i borç olan farz namaz" kadar değerli ki âyat- Kur'an'da istiğfar, iltica, namaz ve infak birlikte geçiyor. Aman, ihmale ve imhale gelmez.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.