Hangi mezhebe uysam daha iyi olur, hangisi daha üstün?
Mezheplerin farklılıklarının hikmeti nedir; aynı konuda neden farklı içtihadlarda bulunmuşlardır?
Ehl-i sünnet mezheplerin hepsi haktır ve hepsi de doğrudur. Bu bakımdan şu mezhep diğerinden daha üstündür gibi bir düşünce yanlıştır.
Her mevsime göre değişik elbise giyilir. Her hastalığa göre farklı ilâç alınır. Bunun gibi, asırlara göre şeriatlar, milletlerin yaşayış ve kabiliyetlerine göre de hükümler değişebilir. Nitekim İslâmdan önce her millete ayrı ayrı şeriat ve peygamberler gönderildiği olmuştur.
Peygamber Efendimiz (asm)'in gelmesinden önce insanlar birbirlerinden çok uzak, yaşayış ve kabiliyet bakımından bedeviyete yakın olduğundan, o zaman gelen şeriatlar da onların haline uygun olarak farklı farklı gelmiştir. Öyle ki, aynı bölgede, aynı asırda, ayrı ayrı şeriat ve peygamberler gönderildiği olmuştur.
Peygamber Efendimizin (asm) gelmesinden sonra insanlar kabiliyet, yaşayış ve anlayış bakımından daha yüksek bir seviyeye çıktılar. Dinî sahada ve sosyal hayatta birçok inkılâp ve değişiklikler meydana geldi. Böylece insanlar bir tek hocadan ders alacak, bir tek şeriatla amel edecek vaziyete ulaştılar. Bunun için de ayrı ayrı şeriatlara ve peygamberlere lüzum kalmamıştır. Fakat insanlık yaşayış, örf ve âdet itibariyle aynı seviyeye gelmediklerinden mezhepler birden fazla olmuştur.
Şayet insanlığın çoğunluğu yüksek bir okulun talebeleri gibi, eğitim, kültür ve yaşayış bakımından aynı seviyede olsalar, o vakit mezhepler birleşebilirdi. Fakat şu andaki insanlığın durumu buna müsait değildir.
Mezheplerin birden fazla olmasının hikmetine gelince, Bediüzzaman Said Nursi bu hususta şöyle bir misal vermektedir:
“Bir su beş muhtelif mizaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır. Şöyle ki:"
"Birisine, hastalığının mizacına göre su ilâçtır; tıbben vaciptir. Diğer birisine hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine ne zarardır, ne menfaattır; afiyetle içsin, tıbben ona mübahtır. İşte hak burada taaddüt eder (çoğalır). Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki: ‘Su yalnız ilâçtır, yalnız vaciptir; başka hükmü yoktur.”
“İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhiye (İlâhî hükümler) mezheplere, hikmet-i İlâhiyenin sevkiyle ittiba edenlere (uyanlara) göre değişir. Hem hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur.”1
Dünyanın muhtelif bölgelerinde yaşayan Müslümanlar dört mezhepten birisine bağlıdırlar. Bir Müslüman hak mezheplerden birisine tâbi olur, ibadet ve muamelelerini o mezhebin hüküm ve içtihadlarına göre sürdürebilir. İslâmî hayatını bu mezheplerden birisine göre yapan bir Müslümanın, ölünceye kadar aynı mezhepte kalması gibi bir mecburiyet yoktur. Bundan dolayıdır ki, arzu ederse tamamen bir diğer hak mezhebe geçebilir. Meselâ, Şâfiî mezhebine mensup olan bir kimse, dilerse Hanefî mezhebine; Hanefi mezhebine mensup bir kimse de, isterse Şâfiî mezhebine geçebilir.
Ancak bir mezhepten diğer mezhebe geçen kimsenin, ibadet ve muamelelerinin kâmil mânâda olabilmesi için, girdiği mezhebin meselelerini bilmesi gerekir. Meselâ bir Şâfiî, Hanefi mezhebine geçiyorsa, en azından o mezhebe göre abdestin farzlarını, abdesti bozan halleri, namazın rükünlerini ve vaciplerini bilmesi gerekir. Bunları bilmeden geçecek olursa, farkına varmadan ibadetini eksik yapıp hataya düşebilir.
Bir mezhepten diğerine tamamen geçmek mümkün olduğu gibi, kendi mezhebinde çıkış yolu bulamayan bir kimse o mevzuda diğer mezhebin içtihadına, görüşüne göre amel edebilir. Bu caizdir. Fakat bu taklit keyfi ve nefisten gelen bir arzu ile olmamalıdır. Bir zaruret ve maslahata göre yapılmalıdır.
Bir meselede kendi mezhebinden başka bir mezhebi taklit eden kimse şu hususlara dikkat etmelidir:
Birincisi: Bir ibadet veya muamele başka bir hak mezhebe göre taklit edilecekse, o ibadet veya muamelenin daha önce yapılmamış olması gerekir. Meselâ, Şâfiî mezhebine mensup olan bir kimse, namaza başlamadan önce hanımına eliyle dokunduğunu namazı kıldıktan sonra hatırlasa; sonra da, “Nasıl olsa abdestim Hanefi mezhebine göre tamamdır.” deyip o meselede Hanefiye tabi olsa, namazı sahih olmaz.
İkincisi: Taklit eden kimse, her mezhepten kolayına geleni seçip ona göre amel etme gibi bir yola girmemelidir. Böyle bir hareket, farklı mezheplere göre birbirine zıt meseleleri birarada yapma sayılır ki, buna “telfik” denir. Telfik ise caiz değildir. Meselâ, abdestini Hanefi mezhebine göre alan kimsenin, niyet etmese de abdesti tamamdır. Çünkü bu mezhebe göre niyet abdestin farzlarından değildir. Fakat bu kişinin aynı mezhebe göre başının dörtte birini meshetmesi lâzım gelirken, bu hususta Şâfiî mezhebine uyarak başının dörtte birinden azını meshederse, bu abdest tamamlanmış sayılmaz. Böyle bir davranış “telfik” sayılacağından caiz değildir.2
Bununla beraber, her mezhebin azimete taalluk eden cihetlerini taklit etmek bir takva işidir. Meselâ, Hanefi mezhebine mensup bir insanın eli hanımına dokunacak olsa abdesti bozulmaz; fakat Şâfiîye göre bozulur. Bu insanın böyle bir meselede Şâfiî mezhebini taklit ederek abdestini tazelemesi bir azimettir, bir takva işidir. Yine Şâfiî mezhebine mensup olan bir insanın vücudunun herhangi bir yerinden kan çıktığında abdestini tazelemesi de, aynı şekilde azimete girer.
Yine, Hanefi mezhebinde olmayıp diğer mezheplerde olan ve ibadetlerin başlarında ve sonlarında yapılması sünnet dua ve benzeri nafile ibadetlerde o mezhebin görüşünü taklit etmek bir azimettir, sevaplıdır ve güzel bir harekettir.
İçtihat ve Taklit konularında şunlara da dikkat edilmesi gerekir:
- Bir mezhebi taklit etme hususunda insanlar üç gruptur:
Birinci sınıf; içtihat rütbesine kavuşmuş alimlerdir. Bu mertebeye ulaşmış kimsenin başkasını taklit etmesi caiz değildir.
İkinci sınıf; mutlak içtihat mertebesine ulaşmamakla beraber, mezhep imamının ilmî usulünü bilen, aynı usul çerçevesinde, belli konularda farklı görüşler ortaya koyabilen ilim sahibi kimselerdir. Bunlar -farklı derecelere sahip olmakla beraber- müçtehit fil-mezhep, müçtehit fil-mesele unvanını alabilenlerdir.
Üçüncü kısım ise avam tabakasıdır.
- Alimlere göre, avamın mezhebi yoktur, onların mezhebi müftünün fetvasıdır. Çünkü, bir mezhebi gerçek anlamda taklit etmek, onun görüşlerini bilmekle mümkündür. Bir mezhebin görüşlerinin daha isabetli olduğunu tespit etmek, önemli bilgi birikimiyle mümkündür. Bunun zor bir husus olduğu ortadadır. Bu zorluk, yalnız avam/halk kesimi için değil, bizim gibi sözde hocalar için de geçerlidir.(bk. Ravdatu’t-talibîn, 4/115-Şamile).
- Mezheplerin taklit edilmesi konusu, belli bir alimin görüşüne dayalı olarak ortaya çıkmamıştır. İslam alimleri, dört mezhebin görüşlerinin Ehl-i sünnet akidesine uygun olduğu hususunda icma olduğunu söylemişlerdir.(bk.el-Müflih, el-Furu’, 12/202-Şamile). Bu nedenle hak mezheplerden birini esas alarak dinimizi yaşamamız gerekir. Ancak zor durumlarda başka hak bir mezhebin görüşüyle amel etmek de mümkündür.
- Herhangi bir mezhebe geçmede, dinî bir merasim söz konusu olmadığı gibi, konulmuş belli kuralları da yoktur. Önemli olan, bağlandığı mezhebin kurallarını öğrenmek ve ona göre amel etmektir.
- Bazı alimlere göre herhangi bir mezhebi taklit etmenin bazı şartları vardır:
1. Taklit edilen mezhebin mudevven/ilmiyle kaynaklarıyla oturmuş bir konumda hak bir mezhep olmalıdır.
2. Taklit edenin taklit edilenin söz konusu mesele hakkındaki ilmî şartlarını, usulünü bilmelidir.
3. Taklit ettiği konu, resmi mahkeme/kadı tarafından nakzedilen/hükmü bozulan bir konu olmamalıdır.
4. Her mezhepten ruhsatları bir araya getirecek şekilde olmamalıdır.
5. Aynı konuda bir mezhebe göre amel ettiği halde, başka bir zamanda ona muhalif bir görüşe göre taklit yapılmamalıdır.
6. Bir konuda farklı mezheplerin görüşü telfik edilmemelidir. Söz gelimi, eli kadına değen bir kimsenin bu konuda Hanefî mezhebini, sonra bir yerinden akan kandan dolayı da Şafii mezhebini taklit etmek, her iki mezhebe göre de abdestinin olmadığının göstergesidir.(bk. İanetu’t-talibîn, 4/249).
Bu şartlar da gösteriyor ki, avam tabakasının mezhebi alimlerin fetvasıdır. Çünkü, bu şartların hepsi belli bir ilim birikimini gerektirir.
Kaynaklar:
1) Bediüzzaman Said Nursî. Sözler, s. 454-455, İstanbul: Sözler Yayınevi, 1987.
2) İbni Âbidîn, Reddü’l-Muhtar. (Beyrut: İhyâü’t-Türâsi’l-Arabî) 1:51; es-Seyyid Ebî Bekir. İânetü’t-Tâlibîn. (Beyrut: İhyâü’t-Türarâsi’l-Arabî) 4:219.
Sorularla İslamiyet
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.