Ahmet AY
Her hayat, gariplikleri keşfetmeye adanmış bir pusuladır
Her hayat, gariplikleri keşfetmeye adanmış bir pusuladır
Bu yazım, sanıyorum diğer yazdıklarıma pek benzemeyecek. Zira insanın nefsine ait meseleleri bir yazıya karıştırması, o yazının da kıvamını kaçırmasına neden oluyor. Evet, bunu daha yazıma başlarken ifade etmeye mecburum. Çünkü mesele büyük ölçüde nefsime aittir. Nefsime ait bir meseleyi, bu yazıda umuma zahir edeceğim. Ne yapayım, heyecanlıyım, heyecanımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu köşe de sizinle hasbihal edebildiğim yegane ortamlardan birisi...
Kendimi okur zümresinden saydığımdan beri, hep bir şeyin eksikliğini hissederim bizim kitaplarda. Bizim kitaplar ifadesinden kastettiğim estetik, incelik; o kitapların içeriğini bir nebze sahiplenebiliyor oluşumuzdandır. Ki bu sahiplenme, öyle büyük boyutlara varır ki yüreklerimizde; biz o kitabı, o yazarı, bir bayrak gibi taşırız omuzlarımızda. Her yere reklam ederiz, hem kendimize sembol biliriz. Bizim, bizim olan kitapları ve yazarları sahiplenişimiz, fedakârane bir fena oluştur bir yönüyle... Tefani gibidir. Doğru ya da yanlış... Öyle bir yüreğimize alırız ki onu, çıkmamacasına; biz her nereye gitsek, o da bizim yanımızdadır. Dilimizdedir, dudağımızdadır, hatta dualarımızdadır.
Garip bir örnek var hatırımda, hislerimi anlatır: Bir zamanlar, bir muhterem ağabeyimin, çok sevdiği yabancı bir yazar için dua ettiğini duymuştum. Bunu ne kadar sıklıkta yaptığını sorduğumda “her namazdan sonra” demişti. “Onun kitaplarını, sözlerini o kadar beğeniyorum ki; müslüman olsun diye her namazdan sonra Allah’a yalvarıyorum.”
Tebessüm ettiren bu hatıranın benzerlerini çok gördüm hayatımda. Sanırım bu biraz da bizim insanımıza özgü bir sahiplenme... Her neyse, işte bu sahiplenmeyle sahiplendiğimiz kitaplar içinde var olan bir zaaf, geçmişten beri beni rahatsız ederdi. Bana ne kadar katılırsınız, bilemem; ama ben hep dindar yazarların yazdıkları romanlarda bir kronik zayıflık görürüm. Bu insanlar, bu iyi niyetli hocalarımız, o kadar çok mesaj vermeye konstre olurlar ki; olay örgüsündeki çekicilik kaybolup gider sayfalar arasında. Bir klişeliğe düşülür hep. O yüzden “hidayet romancılığı” diye bir yaftalama sistemi oluşturmuşlardır dillerinde, bizi beğenmeyenler.
Erkek kahramanın yakışıklı, karizmatik, bilgili, uzun boylu, manken görünümlü olduğu; bayan kahramanların ise genelde güzel, fakat ehl-i dünya, hidayete muhtaç, özünde iyi kalpli gösterildiği bu romancılıkta durum, ta Huzur Sokağı’ndan beri hiç değişmez. Yeni bir dile ve olay örgüsüne dökülmez. Huzur Sokağı’nın reddedilmez başarısı, ondan sonraki romanların da bu çerçeveden uzaklaşamamasına sebep olmuştur. Günümüzde yazılan muhafazakâr romanlarda da hal, bu minval üzere devam etmektedir.
Ben bu noktada, devam eden bu romancılık tarzının günümüz gençliğine pek de hitap etmediği kanaatindeydim, kanaatindeyim. Zira hidayet romanları, birkaç binlik satışlarla yetinirken; tercüme olarak gelen romanlar yüz binler, milyonlar satışlara ulaşabilmektedir. Bu geri kalış, aynı zamanda kendi güzelliklerimizi roman dilinde yeterince güçlü aktaramadığımızın da habercisidir ve bu yönüyle yeni şeyler düşünülmeli, yapılmalıdır. Yoksa kolay okunmasıyla gençlerin her zaman birinci tercihi olan romanlar, hep başkalarının olacaktır, hep başkalarının kalacaktır. Hep başka sakıncalar barındıracaktır.
İşte yıllar yılı hep bunları düşünür, hep bunları söylerdim bulunduğum ortamlarda. Sonunda bu şekvalarımdan yılgın bir arkadaşım; “O zaman sen yaz da, görelim” demişti. Haklıydı, insan kendisi denemedikçe başkalarını bu şekilde öğütlememeliydi. Ve yazmaya başladım. İlk birkaç romanımda başarısız oldum, yapamadım. Roman, hakikaten zor. Fakat nihayet, geçtiğimiz hafta Esen Kitap’tan okurlarıyla buluşan Gariplikler Pusulası ismindeki romanımı bitirmeye muvaffak oldum.
Bu kitapta inceden inceye işlemeye başladığım şöyle bir tezim var: Bir insanın hidayete ermesi için mutlaka sırlı hadiseler, sıradışı olaylar, kerametler, harikalar, rüyalar görmesine gerek yok. Eğer bir insan, hayatı ve olayları doğru bir şekilde okumaya başlarsa; o yol zaten onu kaçınılmaz bir şekilde ışığa götürür. Öncelikle nazarındaki ülfeti kırması lazımdır. Gariplikler Pusulası, olay örgüsü içinde bunu anlatmaya çalışıyor. Nur’un nefeslerinin satır aralarında hissedileceği bu öykü, elinden geldiğince hareketli olaylar üzerine kurgulu... Yani bir aksiyon romanı. Kahramanı; uzun boylu, atletik vücutlu, karizmatik, bilgili, imanlı bir insan değil belki; ama onun da en az onlar kadar mutluluğu aramaya hakkı olduğunu düşünüyor. Peki, bu dünyada mutluluğu tam anlamıyla bulabilmek, doyabilmek mümkün mü?
İşte roman ve nazara sunduğu hayat, bunun sorgulamaları içinde sürüyor. Zaten Gariplikler Pusulası’ndan kasıt, işte bu hayattır. Bu hayat, her anı harikalarla dolu, fakat ülfet ile kör olunmuş bir cennet-i evveldir. İnsan merakını başına takıp aramaya başlarsa, en sıradan sandığı olaylar içinde bile binlerce harika bulacaktır. Ben gücüm yettiğince bunu başarmaya çalıştım. Artık ne kadar yapabildiğimi okurlarım tayin edecek. Hepinize keyifli okumalar...
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.