Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

'Bir Allah Var Deyip...'

Rahmetli Niyazi Kumandaş Âbiden bize intikal eden kitap mirasından, Ömer Nasuhi Bilmen'e ait olanlar da var. Başta geniş tefsiri, sekiz ciltlik "İslam Hukuku Kamusu" ve "Muvazzah İlm-i Kelâm" kitapları bunlardan birkaçı. Zannediyorum Üstad Emirdağ'dayken birtakım insanların sahabe-i güzin hakkında ileri geri konuşmaları kendisine iletilince, Sözler'deki sahabe bahsini okutuyor ve bu gibi pest iddialara ise, İstanbul hocalarının cevap vereceğini ifade ediyor. Gerçekten de öyle oluyor. Çok geçmeden, Ömer Nasuhi Bilmen Hoca "Müslümanların Nezih İtikatları" adıyla başta sahabeler, ehl-i sünnetin pak itikatlarını anlatan bir kitap neşrediyor. Onu daha önce de okumuştum. Gerçekten doğru bilgileri, ehl-i sünnet akidesini akıcı üslupla delilleriyle birlikte açıklıyor. Sahabelerle ilgili, o dönemdeki birtakım içtihadî farklardan meydana gelen çatışmalar hakkında ehl-i sünnet itikadını açıkça ortaya koyuyor.

Hocanızın bana intikal eden kitaplarından şimdi okumaya çalıştığım kitabı ise, 1971 baskılı "Muvazzah İlm-i Kelam" adındaki 370 sayfalık özet bir kitap. Aslında itikatla ilgili bir izah, şerh.

Ama izah bile ağır bir dille yazılmış. Nurlara olan aşinalığımız sayesinde, rahatlıkla anlayabiliyoruz. Özetle, burada anlatılanlar nurlarda delillendiriliyor diyebiliriz. Burada ise, kısaca anlatılarak geçilmiş. Delil ve ispat yönünün üzerinde fazla durulmamış. Nelere iman etmeliyiz üzerinde durulmuş, niçin iman etmeliyiz konusuna pek girilmemiş.

Girilmemiş ama çok önemli bir not düşülmüş. Muhterem ve edeb timsali Ömer Nasuhi Bilmen Hocamız, geçmiş asırlarda kelâm ilmine, İslam itikadına hizmet eden zevat ve eserleri (mesela Abdullah ibn-i Küllab, Ebul Hasan El Eşari, Maturidi, İmam-ı Gazali, Fahrettin Râzî, Âmidî, Kadı Beyzavi gibi zevat ve Şerh-ül Mevakıf ile Şerh-ül Makasıd gibi eserleri) zikredip bunların zamanlarında çok önemli hizmetlerde bulunduğunu da not ettikten sonra, sözü asrımıza getiriyor ve çok önemli bir tespitte bulunuyor.

"Şüphe yok ki dinî akidelerimiz zaman itibariyle tebeddül etmez. Akaid-i İslamiye bundan 14 asır evvel ne ise, şimdi de aynıdır. Ancak ilim ve fünunun tevessüü (genişlemesi) felsefi meselelerin tenevvüü (çeşitlenmesi) ve teceddüdü (yenilenmesi) sebebi iledir ki ilm-i kelâm, böyle muhtelif devirlerde birer yeni kisveye bürünmüş; birtakım yeni yeni mebhaslar ile burhanlar ile mücehhez bulunmuştur.

Evet her asırda İslam uleması, zamanın ruhî, manevî ihtiyaçlarını dikkate almış; umumun zihinlerini işgal eden meseleleri teşrihe (açıklamaya) çalışarak, İslam muhitini bir kısım fikirlerin, batıl nazariyelerin tesirinden kurtarmaya muvaffak olmuştur. Binaenaleyh asrımızdaki İslam alimleri dahi bu zamanın umumi zihinlerini rahatsız eden birtakım yeni yeni felsefi nazariyeleri tenkide alarak, bu nokta-i nazardan ilm-i kelâmda bir teceddüd (yenilenme, yeni izahlar) eseri göstermek mecburiyetinde bulunmaktadır."

Kelâm ilminde teceddüd yani yeni hücumlara yeni izah tarzlarıyla mukabele edilmesi, hem hikmet ve hizmetin gereği hem de bir zaruret. Çünkü akideler yani iman esasları değişmez. Ama imana hücum ve buna karşı müdafaa yolları değişir. Özellikle fen ve felsefenin, pozivitizmin ve maddeciliğin yani "Göster inanayım, ispat et kabul edeyim" bahanelerinin yaygınlaştığı asrımızda, bu İslam akidesinin yani kelâm ilminin mevzuları olan iman akidelerinin yeni izah ve ispat tarzları ile kör gözlere de gösterilmesi ve aksinin mümkün olamaması derecesinde ortaya konulması bir zarurettir. Onun için, Risale-i Nurların önemi, biraz da bu son asrın, bu özelliklerinden kaynaklanıyor.

İnkârcılık üzerine yapılan yayınları incelediğimizde, iki şeyi görüyoruz: Âyet ya da hadisleri kasten çarpıtma, eksik verme veya bilgi eksikliğinden kaynaklanan inkâr; ikincisi de yapılan ispatlara karşı göz kapama hâlini yaşama, yani inada dayanan bir inkâr. Dillerini pelesenk ettikleri âyetlerin öncesine, sonrasına, tefsir ve izahına, uygulanış ve sahabeler tarafından tatbiklerine baktığınızda, anlayıp anlattıkları gibi olmadığını görüyoruz.

Hele son zamanlarda İslam kimliğini bıraktığını da ifade eden bir arkadaş var ki evlere şenlik! Kader konusu, kafasını karıştırmış. "İlim malûma tabidir, Allah yazdığı için biz bu fiilleri yapmıyoruz; bizim yapacağımızı bildiği için Allah kaderimize yazmıştır" gibi kelâm ilminin önemli hem de anlaşılması kolay bir konusunu anlamamış demek. "Kaderin neticede değişmemesi, bizi zorlamaz mı?" diye soruyormuş. Zorlamaz arkadaş. "Allah, ne yapacağınıza karar veririm" demiyor ki. "Sizin vereceğiniz kararı ezelî ilmimle bilirim" diyor. İlim bizi zorlamıyor yani. Cihat meselesinde ise, azıcık araştırınca öğreneceği bir şeyde kem küme düşmesi, içler açısı biraz. Miras payını anlatan Nisa Suresinin 12. Âyeti ise, ehlince izahı yapılmış. Birçok cihetten asırları hissedar eden bir hakikatte, güya bir eksiklik buluyormuş. Ne diyelim, yüz kapılı bir saray olan İslam sarayının kendinizce kapalı olan kapısında şeytanın durdurduğu insana, o kapının ebediyen kapalı olduğunu zannettirmesi de ayrı bir imtihan.

Onun için Üstad, 9. Mektubun sonunda "Risale-i Nur din-i İslam'ın hakaik-i Kur'aniyenin meyvelerini ve neticelerini öyle bir tarzda göstermiş ki dinsiz de anlasa, taraftar olmamak kabil değil. Gayr-i müslim dahi anlasa herhalde tasdik edecektir. Gayr-i müslim kaldığı halde iman eder" buyuruyor.

Acizane başlığa yeni geldik. Emirdağ Lahikasının Birinci Cildinde ikiyüzüncü sayfalarının başında yer alan ve Risale-i Nur'un iman hakikatleri konusundaki tahşidatını lüzumsuz görenler tarafından sorulan "Her millet, herkes Allah'ı bilir; onu daha yeni ders almaya ihtiyacımız çok yok" sualine üstad, Allah'ı bilmenin tanım ve tarifini şümul ve keyfiyetini efradını câmi şeklinde anlattıktan sonra, "Yoksa bir Allah var deyip..." diye devam ediyor.

Bir Allah var deyip sebeplere, tabiata tesir veriyor ve onları mal sahibi zannediyorsa;

bir Allah var deyip O'nun her şeyinin yanındaki ilmini, iradesini, kamerayla kayıt altında olduğumuzu bilmiyorsa, veya aldırmıyorsa;

bir Allah var deyip sıfatlarından ve peygamberlerinden haberi yoksa;

bir Allah var deyip şiddetli emir ve yasaklarını, (hukukullahı, hukuk-u ibadı) tanımıyorsa, bilmiyorsa; o zaman hiçbir cihette Allah'a iman hakikati onda yoktur. Neden yoktur? Çünkü "Cenab-ı Hakka iman eden, elbette O'na itaat edecek."

İtaat etmiyor, iman dersine de ihtiyaç duymuyor. Fakat imanım da var, Allah bir de diyor. Böylece kendini kâinatta kör, sağır, akılsız kalmaktan belki kurtarıyor. "Küfr-ü mutlaktaki mânevi cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye de alıyor." Ama devamı yok. Demek yaptığı sadece neymiş? Mesele teselli olmakmış. Ezici ve soğuk, yıpratıcı ve yandırıcı yokluk ve ayrılığın baskısından kurtulmak. Belki de örfî bir baskının cenderesinde hedef olmamak hâli, onu inkâr ettirmiyor. Fakat bu inkâr edememe, bir iman ve marifete de insanı götürmüyormuş. Çünkü özellikle büyük günahları aldırmadan işliyor; küçüğünde de ısrarcı oluyor. Üstelik mânevi bir tövbe sayılan bir pişmanlık emaresi de göstermiyor. Elbette amel, imandan bir cüz değil. Fakat bu amelsizliğin, neticede insanı imansızlığa taşımaması anlamına da gelmiyor. Âmelsizlik, yanan bir mumun rüzgara açık olması gibi, imanı savunmasız bırakıyor. Bu da insanı başka tehlikelere taşıyor.

Bazıları da bir Allah var deyip İslam'ın esaslarına itiraz ediyor mesela. Başka bir adam ise kâmil manada belki bir Allah var demiyor ama Şeriat-ı İslamiyeye taraftar. Bu da özellikle zamanımızda garip hallerinden biri. Üstad tâ asrın başında birtakım insanlarda bu durumu müşahede ediyor. Müslüman değil ama Şeriat-ı İslam'a şiddetle taraftar. Tersi de var. Bunlar "gayr-i mümin müslim ya da gayr-i müslim mümin" olarak adlandırılabilir. Her iki sıfatı birden taşımak önemli. Yani hem mümin hem Müslüman olmak önemli. Bunu bir ömür boyu sürdürebilmek ise, bazen buz üzerinde yürümek gibi. Bütün gayret, bunun için. Okumalar, dersler, toplama ve dağılmalar, dua ve ilticalar niyaz ve istiğfarlar hep bunun için. Şeytan ve nefse her an açığız. Külli hücumlar ve ağır şartlarda hem itikadî hem fikrî istikameti elde edip 'gayr-i Müslim bir mümin veya gayr-i mümin bir Müslim' olmamak, mümin ve Müslim sıfatlarını kemâliyle taşımak önemli. "Çünkü imansız İslamiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, islamiyetsiz İman da medar-ı necat olamıyor."

Hulâsa bir Allah var deyip gerisini aldırmamak, tehlikeli olduğu gibi iman esaslarını kabulle birlikte İslam'ın iki dünya saadetine medar yüksek, parlak tarütaze ve tecrübe edilmiş esaslarına itiraz veya reddi netice veren beyanlar da tehlikelidir.

Evet dostlar bizi yokluk karanlıklarından bu ziyadâr varlık alemine çıkarıp güneşin etrafında mevsimlere uğratarak seyahatle birlikte, nimetlerle perverde eden Zât-i Zulcelâl yine bizi başka karanlıklara mahkûm etmez, etmemiş de. İlk insanla yanan ezelî ve ebedî Güneş gözleri kamaştırmaya devam eder ve ediyor. Göz, dil ve kulağın ihtiyaçlarına enva-i türlü güzellik, tat ve kokularla cevap veren Allah, ruh ve aklın ihtiyaçlarına cevap vererek, dünya ve ukba saadetinin yollarını göstermez mi?

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum