Hür Adam, konuşulmaya değer bir yapım
Mehmet Tanrısever imzalı 'Hür Adam', Kürt kökenli İslam âlimi Said-i Nursî'nin hayatından kimi kesitleri aktarıyor. Film, üslup ve biçiminden çok bazı sahneleriyle konuşulmaya değer bir yapım olmuş
Uğur Vardan'ın yazısı
Yönetmen: Mehmet Tanrısever
Oyuncular: Bülent Polat, Ahmet Yenilmez, Taylan Güner, Mürşit Ağa Bağ, Orhan Aydın, Halil İbrahim Kalaycıoğlu, Tekin Temel, Mesut Çakarlı,
Senaryo (Kitap): Tarihçe-i Hayat
Görüntü Yönetmeni: Ali Özel
Müzik: Yildiray Gürgen,
Yapım: 2010
Sinema, bazen kendi döneminde nihayete erdirilemeyen hesaplaşmalar için bir tür ödeşme alanı aynı zamanda. Bu açıdan yedinci sanatın Türkiye için özel bir önemi var. Uzak ve yakın tarihinin saydamlaşamayan sayfalarında, halının altına süpürülen kimi dertlerde ya da yüzleşmekten korkulan geçmişte bir kameranın gezinmesi, nasıl derler hayırlara vesile oluyor… Basın için ön gösterimi geçen hafta yapılan, akabinde de öne çıkan sahneleri dolayısıyla ertesi gün gazete sayfalarına taşınan ‘Hür Adam’, işte böylesi bir çalışma olmuş.
Kürt kökenli İslam âlimi Said-i Nursî’nin (lakabı, ‘Zamanının en iyisi’ anlamına gelen ‘Bediüzzaman’dı) hayatından geniş kesitler sunan yapım, beklenildiği üzere sinematografik yanlarından çok içeriğiyle ve bazı sahneleriyle tartışılacak bir film olmuş. Yönetmenliğini Mehmet Tanrısever’in üstlendiği ‘Hür Adam’, hayatı acılarla ve sistemle olan mücadeleyle geçen Said-i Nursî’nin, kabuk değiştiren bir yapı içinde (gerçi onun Osmanlı döneminde de statükoyla, özellikle de Abdülhamit’le sorunu vardı) adeta bir çıban başı olarak görülmesi ve zulme uğramasını aktarırken, ortaya da tartışılmaya değer sahneler atıyor. Bu sahnelerden ön plana çıkanları, geçen hafta ön gösterim sonrası bu sayfalara taşımıştık. Kısa bir özet geçersek, sahnelerden ilkinde Said-i Nursî’nin bir dönem sürgünde bulunduğu Barla nahiyesindeki devletin en üst yetkilisi, onu mahkemeye gönderirken başındaki sarığı çıkarıp şapka takmasını istiyor, Üstâd da, “Bu sarık bu başla çıkar” diyerek, sarığını ancak kellesinin kesilerek çıkarılabileceğini ima ediyordu. Bir diğer dikkate şayan sahnede Said-i Nursî müridi bir yüzbaşı, hapishanede üniformasını çıkarıp üzerinde namaz kılıyor ve devamında imanıyla ordunun kendisine yüklediği sorumluluklar arasında bir hesaplaşma yaşıyordu.
İki yerde ‘Bacak bacak üstüne’ atıyor
Ve son olarak bir ‘flashback’te Said-Nursi’nin, 1922’de Atatürk’le Meclis’teki buluşmasını izliyorduk. Bu sahnelerde Mustafa Kemal, Nursî’ye zamanında kendisini dinlediğini ve takdir ettiğini söylüyor ve ardından, yeni cumhuriyetin oluşumunda katkı bekliyordu. Lakin, “Biz içki ve kıyafet konusunda bazı serbestliklere gideceğiz, ama sen yine ibadetini özgürce yapabilirsin” deyince, ‘Üstâd’ kendisi için yol ayrımına gelindiğini düşünüyor ve sinirli bir şekilde sırtını Ata’ya dönerek kapıya doğru hamle yapıyordu. Mustafa Kemal, bu esnada Nursî’nin arkasından “Hoca, hoca” diye seslenirken, Üstâd kapıyı vurup çıkıyor. Tabii bu ‘sembolik’ sahneyi, Said-i Nursî’nin Atatürk’e ‘posta’ koyması olarak da okumak mümkündü.
Bir başka altı çizilecek nokta da, Nursi filmde iki yerde bacak bacak üstüne atıyordu; bir mahkemede, iki Atatürk’ün karşısında…
Filmin sinemasal değerine gelince; doğrusu bu ve benzeri kilit sahneler dışında ‘Hür Adam’ tipik bir biyografik yapım olmuş. Ve her şeyden öte süresi biraz fazla uzun tutulmuş… Ayrıca, günümüzün dertlerine, mesela Türk-Kürt meselelerine bakışta da, ‘Türk-Kürt kardeştir, ikisi de aynı dine hizmet ediyor, kavmiyetçilik yapmamak lazım” türünden, bence AKP çizgisine yakın bir tavır belirlenmiş.
Hayatında hiçbir kadın yok
Genel haletiruhiyeye gelince, hikâyede Said-i Nursî bir ermiş gibi sunulmuş. Anlatılan portrenin, çok da insani olduğunu iddia edemeyiz. Bir evliya, yer yer peygambervari bir kişilik karşımızdaki (hele film boyunca iki kez karşımıza gelen bir ağaç üstünde görüntüsü var ki, burada nedense aklıma Rio de Janeiro’daki İsa heykeli geldi). Bir yandan Gandhi havası da var ama hikâyenin bir yerinde, bu benzerliği engelleyen bir diyaloğa rastlıyoruz: “Ama o İngilizlerle anlaşarak vatanını sattı.”
Müritleri, “Onun dünya nimetlerinde gözü yoktu” diyebilir ama ben mesela film boyunca hayatına, annesi dışında bir kadının gölgesinin bile düşmemesinin nedenini merak ettim mesela.
Filmin destansı görünen yapısına rağmen altından kalkamadığı bir mesele de, ‘Nur Risaleleri’ni kaleme alıp elden ele dağıtarak müritlerini artırırken, rejinin bu konuda ikna edici bir görkemi bize yansıtamaması olmuş. Küçük bir nahiyede, küçük bir topluluk dahilinde kaleme alınan risalelerin nasıl olup da yayıldığını ve rejim için tehlike arz eder hale geldiğini, film bize pek aktaramıyor. Bir de öykünün ‘En zayıf’ halkasından bahsedeyim: ‘Bizi mahvetmeye çalışan dış mihraklar’ fazlasıyla karikatürize olmuş. Filmin en kötü yanı önce İngilizler’in başını çektiği (ki Yahudi göndermesi de var), sonra da ABD’nin dahil olduğu bu grup ve aralarındaki diyaloglardı. Bu bölümler, Kara Murat, Malkoçoğlu filmlerinde Bizanslıların, kötülüklerini yaparken Türkleri (nedense) övmekten de kaçınmamalarına benzemiş (Üstüne üstlük Mason locası olarak resmedilen bu adamların ajanı olan Türk’ün ismi, tahmin edin ne? İsmet. Yani İnönü göndermesi. Bu da fazla şematik ve vasat bir zekânın eseri bir hamleye dönüşmüş).
Ahmet Hakan haklı beyler!
Filmin tortuları arasında düşünülmeye ve tartışılmaya değer noktalara tekrar göz atarsak, Said-i Nursî’nin Atatürk’e bir anlamda ‘Posta koyması’ meselesinde Hürriyet yazarı Ahmet Hakan, 31 Aralık 2010’daki ‘İslami kesimin bir menkıbesi’ başlıklı yazısıyla bence son derece doğru bir noktanın altını çizmiş. Hakan, söz konusu sahneye vesile olan buluşmanın Nurcu çevrelerce bir menkıbeden öte gerçek olarak kabul edildiğini yazdıktan sonra, bu durumda Mustafa Kemal’in “Çok demokrat bir lider” kabul edilmesi gerektiğini belirtmiş. Düz bir Aristo mantığına soyunursak, eğer Atatürk bir astığı astık, kestiği kestik bir liderse Nursî’nin tavrını yanına bırakmaz, yok eğer filmdeki gibi davranıyorsa da, ‘Demokrattır’ ve bazı İslami çevrelerin ona ‘yüklediği’ imajın ötesinde bir kişiliği ve hoşgörüsü vardır. Bu sahnenin ve neredeyse bütün filmin bana düşündürdüğü bir başka şey de, Said-i Nursi eğer sistem için bu denli tehlike içeriyorsa, niye 82 yıl süren hayatının bir yerinde, onu yok etme yoluna gidilmediğiydi. Gerçi filmin bu konuda bir ‘tezi’ var. Üstadın başına çeşitli belalar gelirken (yemeğine zehir atılıyor ama fareler ondan önce yiyerek bir anlamda Nursî’yi kurtarıyorlar. Hapishanede şırıngayla zehirlenmeye çalışılıyor, yine kurtuluyor. Buz gibi havada pencere açık uyuyor, yine de bir şey olmuyor) her şeye rağmen ayakta kalıyor, çünkü o ismiyle müsemma ‘Nur’lu bir zat… Fakat meseleyi ‘uhreviliğin’ dışında mantık ve tarihsel gerçeklerin ışığında ele aldığımızda, araştırmacı Faik Bulut’un “Teşkilat-ı Mahsusa’dan maaş alıyordu” iddiası bana daha mantıklı geliyor. Devlet, zamanında kendisine bir şekilde hizmet eden ve maaşa bağladığı birine, vefa kabilinden sürgünde (bunu hapis olarak da ifade edebiliriz) bile yaşaması için asgari özeni göstermiş olabilir.
Sonuç? Gönül isterdi ki ‘Hür Adam’, tartışmaya açtığı sahneler kadar sinematografik açıdan da üzerinde konuşulmaya ve yarınlara kalmaya değer bir çalışma olsaydı. Ama görünen o ki, şimdilik üslup ve biçimle değil, içerik ve hatırlattıklarıyla idare edeceğiz anlaşılan…
Radikal