Mustafa AKYOL
‘Hür Adam’ın hürriyet davası
Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatını resmeden “Hür Adam” filmini izlerken, bir yandan takdir, bir yandan da eleştiri notları düştü zihnime.
İlk kısımdan, yani filmin övülesi yönlerinden başlayalım. Evvelâ, hem resmi ideoloji hem de hakim kültür tarafından onyıllardır karalanan Bediüzzaman gibi dev bir şahsiyetin sinemaya taşınması, cesur bir girişim. Bu işin kaliteli bir “ sinematografi”yle kotarılması, etkili bir tanıtım kampanyası ile sunulması, ve kimi “laik sinema”ların reddiyeciliğine rağmen beyaz perdenin “merkez”ine taşınması da, alkışlanmayı hak ediyor.
Bunlardan yola çıkılarak, filmin mütedeyyin kesimin “kabuk kırma” sürecinde yeni bir adım olduğu da söylenebilir.
Ancak bu “kabuk kırma” işi, uzun ve zorlu bir süreç. En zor kısmı da, siyasi açılımlar, iktisadi zenginleşme veya teknoloji ithali değil; “zihinsel açılım.” Çünkü bu, bir yandan kendi inanç ve değerlerinize sadakati sürdürürken, bir yandan da bunlara “dışarıdan” nasıl bakıldığını kavramanızı gerektiriyor. Herkese hitap edebilecek “evrensel” bir mesaj üretebilmeniz, ancak o zaman mümkün.
Bu açıdan bakıldığında “Hür Adam” filmi Bediüzzaman’ın derinliğini yansıtmakta yetersiz kalmış. Bazı diyaloglar sun’i durmuş; “firavun-meşrep komite”nin çocukça tasviri sırıtmış; yönetmenin kendini film içinde taltif etmesi de çiğ kaçmış. Bediüzzaman’ın onca hikmetli sözünden bir-iki tanesinin tekrar edilip durması da özensiz gözükmüş.
Filmde, Bediüzzaman’ın ABD hakkındaki olumlu sözlerinin “bağlam dışı” verilmesi de tuhaf duruyor. Söz konusu “bağlam”, o dönemde çoğu dindarı haklı olarak endişeye sürükleyen “komünizm tehlikesi”dir. Bediüzzaman, buna karşı Türkiye’nin “Hür Dünya”ya ve dolayısıyla NATO’ya katılmasını savunmuştur. Ve bence çok da doğru yapmıştır.
Zaten bugün hem dindarların hem de “laikler”in Bediüzzaman hakkında anlaması gereken gerçeklerden biri, onun söz konusu “hürriyetperver” yönüdür.
Bu fikrin kökenleri, Tanzimat devrindeki Yeni Osmanlılar’ın “hürriyet” vurgusuna dayanır. “İstibdad”a, yani otoriter yönetime karşı çıkan, İslam’ın ruhuna en uygun yönetimin de demokrasi olduğunu savunan bu akım, II. Meşrutiyet’te zirveye çıkmıştı. O devirde Said-i Kürdi olarak da anılan Bediüzzaman da, hürriyet ve demokrasiyi İslami argümanlarla savunmasıyla tanındı. (Kürt olmak, o zamanlar ne suç ne de ayıptı.)
Ancak Bediüzzaman’ın da can-ı gönülden desteklediği Milli Mücadele’nin hemen ardından, Türkiye koyu bir istibdad rejiminin eline düştü. Günümüzün tabiriyle epey “İslamofobik” unsurlar içeren bu rejim, sırf iman, ahlak ve ibadet savunusu yapan kitaplar yazdığı için, bu idealist din adamına türlü zulümler yaptı.
Buna karşı Bediüzzaman’ın asla silahlı direniş teşvikçiliği yapmaması kayda değerdir. Bırakın bunu, “siyasal İslamcılık” yolunu dahi reddetti, “din devleti” değil, dine hürriyet tanıyan devlet istedi.
Buna paralel olarak, laikliği de şöyle tanımladı: “Bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi dindarlara ve takvâcılara da ilişme[mek].” (Şualar, s. 317)
“Bîtaraf” (tarafsız) devletten korkmayan, yani İslam için devlet desteğine ihtiyaç duymayan bu vizyonun özünde, kuşkusuz Bediüzzaman’ın İslam’ın hakikatlerine duyduğu sarsılmaz güven vardı.
Tarih de bu güveni doğruladı; Isparta’nın ücra bir köyünde elle yazmaya başladığı risalelerin mesajı, bunu tehdit ve baskıyla susturmak isteyen müstebit rejimden daha güçlü çıktı.
Ve, tarihçi Cemil Koçak’ın da dediği gibi, zaman, Said Nursi’yi haklı çıkardı.
Aziz hâtırasını saygı ve rahmetle anıyorum.
Star
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.