Prof. Dr. Şadi EREN
İslâm’ın Geçmişte Tam Galip Gelmemesinin Sebepleri
Bediüzzaman Said Nursi, Muhakemat adlı eserinde vahşet ve cehaletin hükmettiği geçmiş zamanda İslâm’ın insanlık âlemine tam galip gelemeyişinin sebeplerini sekiz madde halinde ifade eder. Bunlardan dördü gayr-i Müslimlerin durumlarıyla alakalı, üçü Müslümanlarla alakalıdır, biri de her iki taraf arasında müşterektir. Şöyle ki:
Gayr-i Müslimlerin durumlarıyla alakalı dört mâni:
1-Taklit,
2-Cehalet,
3-Taassub,
4-Din adamlarının saltanatıdır.
Müslümanların durumlarıyla alakalı üç mâni ise şunlardır:
1-Çeşit çeşit istibdat,
2-Ahlâksızlık,
3- Halimizin perişaniyetini ve tembelliği netice veren ümitsizliktir.
Bir de hem gayr-i Müslimlerde hem de Müslümanlarda görülen bir mâni olarak “Din-ilim çatışması” tevehhümü vardır.
Bu manileri sırasıyla açmakta yarar görüyoruz.
1-Taklit
Taklit, delil olmaksızın bir sözü kabul etmektir. Bu tür taklit, mühim bir şahsiyet zaafıdır ve gerçeğe ulaşmaya büyük bir engeldir.
Taklit, başkasına benzemeye çalışmaktır. Genelde büyüklerin hal ve hareketleri taklit edilir. İyi yolda olanları taklit, iyi bir haslettir. Kötü yolda gidenleri taklit ise, büyük bir felaket...
Kur’ân-ı Kerim, körü körüne taklidi şiddetle reddeder. Mesela, şöyle der:
"Onlara ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiğinde, ‘hayır, biz atalarımızı ne üzere bulduksa ona uyarız’ dediler. Ya ataları bir şeye akıl erdiremez ve doğruyu seçemez kimselerse (yine mi onlara uyacaklar)?"[1]
Hamdi Yazır âyetin yorumunda şöyle der:
"Uyma sebebi, eskilik - yenilik veya atalar yolu olup olmamak değil, emr-i hakka mutabık, delil-i hakka muvafık olmaktır. Hakkın emrine uyan ve yaptığını bilen atalara uyulur. Bilakis, Hakk’ın emrini tanımayan, ne yaptığını bilmeyenlere, atalar dahi olsa yine uyulmaz. Bu âyet gösteriyor ki, icmalî veya tafsilî bir hak deliline dayanmayan körü körüne taklit, Hak Dinde yasaklanmıştır."[2]
Bu konuda Kurtubî de şöyle der:
"Küfür ve masiyette ataları taklit batıldır. Hak’ta taklit ise, dinin asıllarından bir asıldır."[3]
Cenab-ı Hak, önceki peygamberlerden bahsederken, Hazreti Peygamber’i şöyle yönlendirir:
"İşte onlar Allah’ın yol gösterdiği kimseler. Sen de onların gittiği yoldan yürü!"[4]
Bu âyet, Hak’ta taklidin esasını ortaya koyar. Yani, hak yolda gidenlerin örnek hayatları rehber alınmalı ve peşlerinden gidilmelidir. Âyette bu “iktida” ile ifade edilmiştir. Bazı âyetlerde ise ittiba emri vardır.[5]
"Eğer bilmiyorsanız ehl-i zikre (bilenlere) sorun."[6] âyeti, bilmeyen mukallitlerin ne yapması gerektiğini bildirir. "Ey Rabbimiz, biz efendilerimize, büyüklerimize uyduk, onlar da bizi yoldan saptırdılar..."[7] diyerek cehennemde feryat edenleri anlatan âyet ise, batılı taklidin uhrevi akıbetini haber verir.
Batıl atalar yolunu körü körüne izleyenleri kınayan âyetin devamında, Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
"Kâfirlerin hali, çobanın sözünü anlamayan, ancak bağırıp çağırışını işiten hayvanlara benzer. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık akıl etmezler."[8]
Taklidi reddeden bir dinin mensupları arasında, körü körüne taklit hastalığının olmaması gerekir. Ama her nasılsa, özellikle cehaletin hâkim olduğu çevrelerde, Müslümanlarda da bu tür taklit görülmektedir. "Ağam bilir." "Şeyhim söylüyorsa doğrudur." "Liderim söylemişse doğru demiştir" şeklindeki toptan kabulcü yaklaşımlar gerçeklerin örtülmesini netice verir. Zira İslâm’da peygamber dışında hiçbir şahsın masumiyeti söz konusu değildir. Her insan yanılabilir ve hata edebilir. Gerçekten büyük olan zatlar, hiçbir zaman kendilerini hatalardan uzak görme ve gösterme cihetine gitmezler. Bir kusur işledikleri veya farkına varmadan yanıldıkları ortaya çıktığında hemen tevbe ile hakka yönelirler, “yanlışta ısrar” yanlışını yapmazlar.
Bu konuda, Bediüzzaman şu hatırlatmada bulunur:
"Hiçbir müfsid ‘Ben müfsidim’ demez, daima suret-i haktan görünür. Yahut batılı hak görür. Evet, kimse demez ‘ayranım ekşidir.’ Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor."[9]
Garaudy, taklit zindanında olanlara şöyle seslenir:
"Uzaktan kumandalı robotlar! Sökün protezlerinizi sökün! Dışarıda hâlâ gerçek insanlar, insan gibi konuşan insanlar varken, hapishanelerinizden dışarı çıkın!"[10]
2-Cehalet
20. yüzyıl öncesinde toplumlarda okuma yazma oranı genelde düşüktü. Kitap, gazete, dergi gibi ilim vesileleri fazla yaygın değildi. Ayrıca, milletler birbirinden kopuktu. Mesela ülkeler itibarıyla komşumuz olan Hıristiyan âlemi, İslâm âlemini çok da fazla bilmiyor, hatta kulaktan dolma bilgilerle yanlış biliyordu. Böyle olunca, özellikle İslâm’ın bilinmesi noktasında büyük ölçüde cehalet söz konusuydu.
3-Taassub
Taassub, yanlışı doğru sanmak ve bunun böyle olduğunu savunmaya kalkışmaktır. Mesela iki kere ikinin dört ettiğinde ısrarcı olmak taassub değil, salabettir. Ama bunun dışında bir rakamı söyleyip bunda ısrarcı olmak taassubun ta kendisidir.
Taassubta bir kimsenin kendi inancından ve kendince hakikat kabul ettiği görüş ve kanaatten başka olan inanç- görüş ve kanaatlere ve bunları taşıyanlara karşı düşmanlık beslemek ve onları boğup susturmaya kalkışmak refleksi vardır.[11]
"Taassup, bir nevi fanatizmdir. Fanatik kişi, kendisinin hakikatin tek temsilcisi ve vasıtası olduğuna inanır. Fanatizmi karakterize eden en önemli özellik, müsamahasızlıktır."[12]
"Taassup, taklitten neş’et eder."[13]
İslâm camiasında "Dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan"[14] bazı dindar kişilerin zaman zaman fanatizme varan davranışları olmuştur ve olmaktadır. Fakat Müslümanlar içinde çok az bir azınlığı temsil eden bu tür kimselerden dolayı umum Müslümanları taassupla, fanatiklikle suçlamak büyük bir haksızlıktır. Böyle olmakla beraber her nedense bu kelime, din düşmanları veya dinde lakayt insanlar tarafından dindar kişilere bir yafta şeklinde kullanılır olmuştur.
Dindarlıkla taassubu karıştırmamak lazımdır. Koyu dindar, mutaassıp olmayabileceği gibi, dindar olmayan bir kişi taassup içinde olabilir. Mesela, ideolojik taassup... İdeolojiler devlet yönetimi ile ilgili olduğu için ideolojilerdeki taassup hürriyetler için en büyük tehlikedir. Diktatörlüklerin temelini, ideoloji taassubu teşkil eder.[15]
4-Din adamlarının saltanatı
Orta çağda ruhban sınıfının insanlar üzerinde ileri düzeyde etkileri vardı. Öyle ki siyasi iktidarları bile onlar şekillendiriyorlardı.
Ortaçağ Hristiyan felsefesine “skolastik felsefe” adı verilir. Skolastik felsefe, latince “schola” (okul) sözünden gelme bir Hristiyanlık okulu felsefesidir. Bu felsefe, Hristiyan din adamlarını yetiştiren manastır ve katedral okullarında gelişir. Düşüncenin önünü açmak için değil, öğrenmek ve öğretmek için işlenmiş, sistemleştirilmiş bir teolojidir.
Bu teolojide, kilise denetiminde okullar açılıp Hristiyanlık esaslarının tek taraflı olarak verilmesi vardır. Dogmalara körü körüne bir bağlılık söz konusudur. Bu felsefede doğrular önceden bellidir. “Anlayayım diye inanıyorum” görüşü hâkimdir.[16]
Bin yıllık bir dönemi içine alan skolastik, statik bir yapıya sahiptir. Gerçeği ve doğruyu araştırmak diye bir endişesi olmadığından, bu felsefe mensupları bağnaz, tutucu, dar görüşlü, akla ve ilme önem vermeyen kimseler olarak tarihe geçmişlerdir.
5-Çeşit çeşit istibdat
İstibdat, despotluktur. Baskı kurmak, başkasına söz hakkı ve tercih hakkı tanımamaktır. İlmî istibdat, siyasi istibdat, manevi istibdat, askeri istibdat gibi kısımları vardır.
İlmî istibdat, sadece kendi görüşünün doğru olduğunu kabul edip, bunları başkalarına da dikte ettirmektir. İslâm coğrafyasında çıkan Mu’tezile ekolünün devlet desteği de alarak 200 yıl boyunca din adına “Kendi doğrularını” kabul ettirmeye çalışması, ilmî istibdada bir örnektir.
Siyasi istibdat, mevcut otoritenin halka hak ve hürriyetlerini vermeyip, ülkeyi zorbalıkla yönetmesidir.
Manevi istibdat, psikolojik baskı kurmaktır. Günümüzde sıkça kullanılan “Mahalle baskısı” bunun bir şubesidir. İslâm’ın esasları istibdada zıt olmakla beraber, her nasılsa İslâm âlemi tarih boyunca çeşit çeşit istibdatlardan kurtulamamıştır.
İstibdatla hükmetmenin zıddı, meşverettir. Meşveret, yapılacak işler hususunda ehil kişilere danışmaktır. Kur’ân-ı Kerim’in 114 suresinden biri olan Şûra suresi, adını meşveretten almaktadır. İlgili surenin otuz sekizinci âyeti, kâmil mü’minlerin vasıflarını zikrederken şunu da nazara verir: "Onların aralarındaki işleri şûra (meşveret) iledir."
6-Ahlâksızlık
İslâm Dininin başlıca üç yönü vardır:
1-İman
2-İbadet
3-Ahlak
İslâm dini en güzel ahlâkı ve en kâmil insan modelini ortaya koymakla beraber, uygulamada İslâm’a göre yaşanmaması gayr-i Müslimlerin İslâm’ı kabullerinde önemli bir engel olmuştur. İslâm bir vadide, Müslümanlar başka vadide olunca, kuvvetli bir cazibe meydana gelmemiştir. Bediüzzaman şöyle der:
“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiye’nin ve hakâik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler; belki Küre-i Arz’ın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.”[17]
Biz İslâm ahlâkının ve iman hakikatlerinin güzelliklerini yaşantımızla göstersek, diğer dinlerin mensupları elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler; belki dünyanın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet’e dâhil olacaklardır.
7- Ümitsizlik
Halimizin perişaniyetini ve tembelliği netice veren ümitsizlik, her türlü kemale engel olur. Ümitsiz biri aşk ve şevkle geleceğe hazırlanamaz. Gayr-i Müslimlerin iman etmelerinden ümidini kesen bazı Mü’minler kendi dünyalarında kalmış, bu cihan-şümul mesajı onlara hakkıyla ulaştıramamıştır. Nitekim günümüzde de aynı illete müptela olanlar İslâm’ı tebliğ edemezken, ümit ile yola çıkanlar aşkla ve şevkle İslâm’ı başkalarına ulaştırma uğraşısı vermektedir.
8- “Din-ilim çatışması” tevehhümü
İslâm’ın mazide insanlık âlemine hükmetmesine en büyük bir engel, İslâm dini ile müsbet ilimlerin bazı meseleleri ortasında tevehhüm edilen çatışmadır. Bu mâni, bizimle gayr-i Müslimler ortasında müşterektir. Çünkü onlar “Din ayrı bilim ayrı” deyip kendi dinlerine karşı gevşek davrandıkları gibi, İslâm dinini de aynı kategoriye sokmak istemişlerdir. Keza bizde de bazıları aynı hataya düşmüşlerdir.
[1] Bakara, 170
[2] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, I, 586
[3] Ebu Abdullah Kurtubî, el-Cami Li Ahkami'l-Kur’ân, Daru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 1993, II, 142
[4] En'âm, 90
[5] Mesela bkz. A'raf, 3
[6] Nahl, 43
[7] Ahzab, 67
[8] Bakara, 171
[9] Nursî, Asar-ı Bediiyye, Envar Neşriyat, İstanbul, s. 368-369
[10] Roger Garaudy, Entegrizm (Integrismes), Ter. Kâmil Bilgin Çileçöp, Pınar Yay. İst. 1992, s. 141
[11] Ali Fuad Başgil, Din ve Laiklik, Yağmur Yay. İst. 1977, s. 153
[12] Hayati Hökelekli, Din Psikolojisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yay. Ankara, 1993, s. 193
[13] Muhammed Ebu Zehra, Tarihu'l- Mezahibi'l- İslâmiye, Daru'l-Fikri'l-Arabî, I, 7
[14] Nursî, Asar-ı Bediiyye, s. 494
[15] Necati Öner, Felsefe Yolunda Düşünceler, MEB. İst. 1995, s. 78
[16] Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kit. İst. 1990, s. 158
[17] Nursî, Asar-ı Bediiyye, s. 436
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.