Hüseyin YILMAZ

Hüseyin YILMAZ

Fitne Arayışları!

Bediüzzaman Molla Said'in dağdağalı ve istikrarsız gibi görünen hayatı belli bir nizama girmiş, sükûnet bulmuştu. Vaktinin çoğunu konakta kitab okumak ve tahkikatla geçiriyordu. Günün bazı vakitlerinde ise, çocukluğundan kalma bir alışkanlıkla, yüksek zirvelere tırmanarak, tenezzüh ve tabiat tefekkürü ile geçiriyordu.

Ağaçlara, çiçeklere, kuşlara büyük bir dikkatle eğiliyor, sanat ile sanatkâr arasındaki kopmaz bağın, büyük hakikatin keşfiyle zengin bir ruh ve uyanık dimağla, saatler sonra ya doğrudan Valiliğe geçip akşam saatlerinde Ömer Paşa ile konağa dönüyor ya da Paşa'nın evine dönmüş olacağı saatlere kadar oyalandıktan sonra konağın yolunu tutuyordu. Aslında her zaman, her yerde tek bir hayatı yaşıyordu: Düşünceyi... Bediüzzaman, bir bakıma düşünceden ibaretti. Ulvî hayatının vasıtaları değişse bile, mahiyeti değişmiyordu. Okumak, tabiat müşahedeleri, âlimlerle sohbet ve mübarezeler aynı maksada hizmet ediyordu: Düşünmeye. Akıl ve mantığını tatmin etmeye, hakikati bulmaya, hakikatten emin olmaya çalışıyordu. Hakikat ise tekti: Allah... Allah varsa, bütün bu olup bitenlerin, müşahedelerin, mahlûkatın, insanın bir değeri, bir hakikati olabilirdi. Allah yoksa her şey değersizleşiyor, kıymetsizleşiyor, hakikatini kaybediyor, korkunç bir abesiyete, bir hiçliğe dönüşüyordu.

Sabahları hizmetli kadın konağa geldiğinde kendisini daha iyi hissediyordu. Aradan geçen haftalara rağmen, Ömer Paşa mesaide iken konakta, kızlarla aynı çatının altında kalmakta bir tedirginlik, bir sıkıntı yaşıyordu. Odasından çıkmadan, kitabların arasına gömülmüş bile olsa, namahremle yakın mesafede olduğunun şuuru dalıp gitmesine müsaade etmiyordu. Ama kadın geldiğinde Vali evde imiş gibi rahatlıyor, kendi ruh ve tefekkür dünyasına dalıp gidiyordu.

Ayşe Hanım, ağır başlı, kendisine hürmet eden, itina gösteren, bir nevi anne muamelesi yapan bir kadındı. Günde birkaç sefer kapısını tıklayıp, "Seyda, bir ihtiyacın var mı?" diye soruyor, ısrarla kirlilerini yıkamak istiyordu ama Bediüzzaman o kapıyı açmıyordu. Herkes yatıp, alt kat kendisine kaldığında çamaşırlarını yıkıyor, günlük duşunu alıyor ve gecenin sessizliğinde, huşu içinde kendisini ibadete veriyor, evradlarını okuyor, uzun uzadıya dua ve niyazda bulunuyordu.

Ömer Paşa, sabah kahvaltısından sonra valiliğin yolunu tutarken o da, adeti üzere odasına kapanıp kitabların arasında kayboldu. Arada bir Ayşe Hanım ve kızların tıkırtılı ayak sesleri, bir eşyanın yerini değiştirirken sebebiyet verdikleri gürültü, küçüklerin koşuşturma ve kıkırdayışları duyulsa bile huzurunu bozacak, dikkatini dağıtacak kadar rahatsız etmiyordu. Zaten Ayşe Hanım da, kızlar da kendisini rahatsız etmemek için büyük dikkat ve itina gösteriyorlardı.

Önündeki kitaba dalıp gittiği bir anda odasının kapısı beklenmedik şekilde hızlıca ve ardına kadar açıldığında küçük kızlardan biri sanıp göz ucuyla baktı. Fakat içeriye dalan küçük kızlardan biri değil, büyüklerdendi. Simalarını, birbirinden ayıracak kadar dikkat etmediği kızlardan hangisi olduğunu bilmese de sesinden Gülfem olduğunu anladı.

"Bir kitab bakmıştım!" diyen genç kızın sesine karşılık Bediüzzaman'ın hiddetli, azarlayan sesi yüksek tavanlı odayı doldurdu:

"Bu ne cür'et, destursuz odama nasıl girersin böyle? Hiç mi adab, edeb ve ahlâk bilmezsin? Defolup odamdan çık ve sakın bir daha böyle bir terbiyesizlik yapma!"

Gülfem, derin bir şaşkınlık ve hayâl kırıklığı yaşıyordu. Kendi evinde maruz kaldığı bu sert ve beklenmedik tavır, gururunu fena halde kırmıştı. Ağladığını göstermemek için, kaçar gibi odadan çıktı. Bediüzzaman'ın, odanın kapısını ardından kırarcasına çarpması da üzüntüsünü büsbütün arttırdı.

Bir taraftan ağlayan, bir taraftan fırtınaya yakalanmış dal gibi titreyen Gülfem'i Ayşe kadın ve beş kız yukarı kata açılan merdivenlerin başında şaşkınlık içinde karşıladılar. Belli ki aşağıda kopan gürültüye hep birlikte koşmuş, merdiven başında burun buruna gelmişlerdi.

"Ne oldu abla?" diyen Güldem, oradakilerin ortak sualini sormuştu. Gülfem, üst kat odalarının arasında kalan, sofadan çok, büyük bir salon hizmeti gören holün ön penceresine kadar gidip cama yaslanmadan cevap vermedi. Nitekim bir müddet daha hıçkırarak ağladıktan sonra,

"Vallahi deli bu, hem de zır deli!" dedi.

Bu sefer hâlâ şaşkınlığını üzerinden atamamış olan Gülden,

"Ne oldu abla, kimmiş deli olan?"

"Kim olacak, babamın büyük âlim diye konağa aldığı Molla! Said mi, Bediüzzaman mı, ismi her ne ise işte."

"İyi de ne olduğunu hâlâ bilmiyoruz kızım!" diyen Ayşe kadın, usulca elini Gülfem'in hıçkırıkların sarsmakta olduğu omuzuna koydu. Gülfem anlaşılmamanın hırsı da ilave olmuş gözlerle Ayşe Kadına çıkıştı:

"Neyi bilmiyorsunuz? Bir kitab almak üzere odasına girdim; gündüz ortasında, bu kalabalıkta üstüne atlamışım gibi, bağırıp çağırarak kovdu beni, azarladı. Deli bu, deli... Deyin ki, odasına girmem yanlıştı, ama buna verilecek tepki böyle mi olmalıydı? Adam gibi, kibarca ifade edersin, olur biter. Bağırıp çağırmak ne, azarlayıp defol demek niçin?"

Konuştukça hırslanıyor, hırslandıkça daha çok hıçkırıyordu. Yatışması ise bir yarım saat kadar olup biteni defalarca anlatıp, Molla Said karşısında imiş gibi ona saydırdıktan sonra ancak mümkün olabildi. Ayşe kadın ve kızların bütün ısrarlarına, aksi telkinlerine rağmen akşam olup bitenleri vali babasına anlatıp onu kovduracağına yeminler edip durdu.

(Kutub Yıldızı II)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum