Hz. Peygamber (asm), Ebu Bekir ve Bilal'in birbirine karışan kanları

Peygamberimiz (asm) ile ilgili romancı iskender Pala'nın "Muhammed Romanı" eserinde Efendimizin çektiği bütün gerilimler tafsilatlı ve dramatik olarak anlatılmış, çizilmiştir. Kureyş'in ona yaptıkları karşısında o hiçbir zaman itidali kaybetmemiş zaferini sabırla beklemiştir. Haşimoğullarını toplamış onlara tebligatta bulunmuş. Ebu Leheb orada hakaretin her türlüsünü yapmıştır Habibullah'a. Amcası Ebu Talib ise olanları ibretle seyretmiş. Resulullah "bir elime ayı bir elime güneşi verseler amca bu davadan vazgeçmem" demiştir. Romanda O'na yapılan zulümlerden biri de namaz kılarken üzerine deve leşinin konmasıdır. İskender Pala bunu büyük bir maharetle anlatır.

"Baba, oğul ve torun... Birlikte yürüyorlardı. Arkalarında da kendilerine yelpaze sallayan birkaç köle. Kabe haremine girdiklerinde gülümü gördüler. Hacerülesved'e yakın yerde secdeye varmıştı. Dede, kendilerine yelpaze sallayan kölelerine emretti, yol kenarına atılmış kanlı bir deve işkembesini getirdiler ve güzeller güzelinin sırtına koydular. Dünyanın ve göklerin gördüğü en kötü günlerden biriydi ve kurtlar ile kuşlar, dağlar ile taşlar bu hale ağlaşmaya başladık. İşkembenin içi sırtından başına doğru boşalmış, pis kokudan nevri dönmüştü. Yüreği yanık, bağrı ezikti. Başta Ebu Cehil, yanında eski damatları Utbe'yle Uteybe, Halef'in oğlu Ümeyye, Velid oğlu Amr ve diğerleri... Gülümü gördükçe dişleri gıcırdayanlar... Allah belalarını veresiceler... Hepsi kahkahayla gülüyorlardı. Kimse onların şerrinden yardıma da gelemiyordu. Nihayet gülüm sırtındaki işkembeyi üzerinden zorla atabildi. O sırada yanına hıçkıra hıçkıra Fatmacık geldi. Henüz pek küçük kızı Fatmacık. Altı veya yedi yaşın saf masumiyetini taşıyan ince ve narin güzellik. Nazenin elleriyle babacığının yüzündeki ve sırtındaki işkembe pisliklerini temizliyor ve içli içli hıçkırıyordu. Kabe hareminde merhametin buz kestiği andı. Kimsecik şu küçük kızın imdadına gelmiyordu. Bir ara baba ve oğlun yanındaki torunu gördüm. Koştu, yaşıtı Fatıma'nın omuzu hizasında durdu. Tam ona yardım için elini uzattığı sırada öfke dolu bir ses yankılandı. Babasıydı bağıran:

"Aslaaaa!. Çek elini çabuuuk!"

Torun duraksadı. Bunu bir oyun zannediyordu. Bir Fatıma'ya baktı, bir babasına. Kararsızdı. Gözlerini dedesine çevirdi. Belki oyunu bitirir zannediyordu. Ama hayır, o, manzarayı arkadaşlarına gösterip kahkahalar atmadaydı. Torun çaresiz, kölelere yöneldi. Acımasız oyun için onlan tekmeliyor, azarlıyordu. Dedesi onu tutup sakinleştirmek istediğinde ona da bir tekme fırlatıp elinden kurtuldu. Sonra Fatıma'nın başucuna eğildi. Yanağından sicim gibi akan yaşları silerken mırıldanabildi:

"Fatıma, ağlama, olur mu!.."

Fatmacık nasıl ağlamasındı. Sevgililer sevgilisi babası o haldeyken minicik yüreği nasıl dayansındı? Yine de "Olur, ağlamam!" manasında başını salladı. "Babamı senin deden ağlatıyor" demedi, "Babamı senin baban ağlatıyor" demedi. Yalnızca elleriyle pislikleri temizledi, yine temizledi, yine temizledi. Babası, "Üzülme kuzucuğum, üzülme, Allah babanı koruyacaktır!" diye kendisini teselli ediyordu. Merhamet abidesinin titreyen sesinden, kendine değil, bu manzarayı gören kızına üzüldüğünü anladım. Fatıma'nın elinden tutup oradan uzaklaşırken kimseye bir şey de demedi. Ne kendisine bunu yaptıran dedeye, ne kenarda üzgün bekleyen kölelere beddua etti. "Bunu yapanlar" dedi yalnızca, "bunu yapanlar emirleri yerine getiren köleler."

Kabe hareminde kahkahalar yükselirken bir şeyi anladım: Kureyş eskiden de vahşi işler yapardı ama şimdi vahşete alıştılar. Zengin ve güçlü efendiler kudretlerinin tükendiğini hissetmeseler böyle davranmazlardı. İnsanların kulağına "Allah birdir, dürüstlük esastır, insanlar eşittir" gibi cümleler söylemekten öte zenginliği ve gücü olmayan bir yetimle başa çıkamıyor oluşları hepsini çıldırma noktasına getirmişti. Allah katında yok hükmünde olan şeyler gözlerini perdelemiş, Allah'ı yok zannederek ilahi kahır çamuruna hata hata tepinip duruyorlardı. Efendiler bu haldeyken maişetlerini kaybetme korkusu çeken ara tabaka da elbette inananlara mesafeli yaklaşmakta mazurdu.

Müslümanlara gelince, onlar yine karanlık gecelerde toprağı kollayarak yürüdükleri zamanlara döndüler ve yere gümbür gümbür basarak şehrin sokaklarında dolaşacakları günlerin hiç gelmeyeceğini düşünmeye başladılar.

Bilal'in başına gelenler herkesi ürkütmeye yetmişti. İşkembe hadisesinden üç ay kadar sonra...

Ben Bilal'i yıllarca evvel, Erkam'ın evine gelip gidenlerin hızla çoğaldığı zamanlarda tanımıştım. Güzel sesli ve akıllıydı. Uzun ince fidan boyuyla sevimli bir görüntüsü vardı. Ümeyye b. Halef onu kölelerinin en çalışkan ve dürüstü diye herkese örnek gösteriyor, onunla iftihar ediyordu. Günlerden birinde Bilal, Ebu Bekir'in telkiniyle Müslüman oluvermişti. Annesi Harname Hatun'la birlikte. Ümeyye neye uğradığını şaşırdı. İnanmak istemiyordu. Kim Bilal gibi bir kölesini kaybetmeyi göze alabilirdi ki? Ama zaman ilerleyip de Bilal imanında ısrar edince işler değişti. Herkes kölesine işkence yaparken Ümeyye de boş durmadı. Bilal başına gelecekleri bildiği halde Müslüman olduğunu hiç gizlememiş, bu uğurda adeta can oynamıştı.

Bilalcik fakirdi, anacığından başka kimsesi yoktu, siyahtan siyah, Habeş soylu bir köleydi. Bütün bunlar eziyet görmesine zemin hazırlıyordu. Ümeyye önce onun ellerini ve ayaklarını sıkıca bağlayarak terbiye etmek istedi. Olmadı, birkaç vakit dayak attı. Yetmeyince etine iğneler batırmaya başladı. Gülüm Bilal'in haberini aldığında ise iş çoktan çığırından çıkmıştı. Vahşet ve dehşet... Her gün Bilal'e uğrayıp bakıyordum. Derken bir öğle vaktinde Ümeyye'nin onu boğazında bir urganla yerlerde sürükleyerek götürdüğüne şahit oldum. Çıplak bedenini Hicr vadisinin kumları üstüne sırtüstü yatırdı. Güneş ile kum... Çıplak bir beden için yeterli işkence. Ertesi ve daha ertesi günlerde onu hep orada göreceğimi kestirememiştim. Teklif şöyleydi:

"Lat ve Uzza ne güzel tanrılardır!.. Haydi Bilal, söyle ve kurtul!"

"Dilim ona bir türlü dönmüyor sahip. Ama şunu diyebilirim: Allah biiir!"

Sonra tekmeler, taşlamalar, kumları ağzına, burnuna doldurmalar. Yorulunca tekrar teklif:

"Lat ve Uzza ne güzel tanrılardır!.. Haydi Bilal, söyle!"

"Olmuyor sahip, bunu bir türlü diyemiyorum, ama istersen şöyle diyeyim: Allah biiir!"

Tekrar... Tekrar... Tekrar... Sabah, öğle, akşam, gece... Dördüncü günde kocaman kızgın bir kaya getirtip koydu Bilal'in göğsüne. Bilal önce bütün iç organları birbirine giriyor zannetti. Nefesi zorlandı. Derken Ümeyye öfkeyle haykırdı.

"Tanrılar adına, bütün ömrünün sonuna kadar böyle kalacaksın; sana son kez fırsat veriyorum haydi, ya Muhammed'i inkar et veya Lat ve Uzza'ya taptığını söyle!"

"Allah biiir!"

Bilal'in verdiği cevabı bilerek seçtiğini beşinci günün sonunda anladım. Efendisi dahil bütün müşriklerin bundan öfke duyduklarını bildiği için ısrarla aynı şekilde tekrarlıyor, onların öfkesini köpürttükçe köpürtüyordu. İşkence altındayken cellatlarına işkence etmenin yolunu bulmuştu. Sanırım Bilal'in çektiği bedensel acılar, Ümeyye'nin hissettiği acizlik, başarısızlık, ayıplanma gibi ruhsal acılar karşısında hiç kalıyordu. Bir köleye söz geçirememenin ıstırabı da cabası. Zavallı Ümeyye, kendi kibrinin mengenesiyle buruluyor, kıvranıyor, sarsılıyor, Bilal'e bir türlü hükmedemiyordu. Elbette Bilal de etine batan kumlardan ve göğsünün üzerine konan büyük kayadan dolayı sonsuz acı hissediyordu ama yine de çok mutluydu. Birkaç gün o kayayla yaşadı. Sonra Ümeyye işkenceye ortaklar buldu. Bu yeni gelenler Bilal'in bedenine demir zırh geçirip etlerini yakmaya, bedenindeki yağları sızdırıp kumlara karıştırmaya başladılar. O hep aynı kelimeleri tekrar edip durdu; ruhunu güzelleştiren ve acıları ona hissettirmeyen kelimeleri:

"Allah biiir!"

Arada sırada bayılıyor, yeniden kendine geliyor ve aynı işkenceler yeniden başlıyordu. Günlerden sonra bu da bitti ve Ümeyye onun boynuna bir ip taktırıp ucunu çocukların eline verdi. Onun adım atacak mecali yoktu, ama işte ipleri haşarı sabiler elindeydi. Çocuklar onun yaralar içindeki çıplak bedenini kumlarda çeke çeke Mekke sokaklarını dolaştırdılar. Sürünerek, tökezleyerek, sekerek ve yıkılarak... Yaralarının içine kumlar, çakıllar bata bata. Günler boyunca Kabe hareminde ve Mekke sokaklarındaki herkes, söylediği kelimeden dönüp dönmediğini öğrenmek için ona kulak tuttu ve herkes, çocuk, ihtiyar, kadın, erkek herkes, onun güzel sesinden aynı kelimeyi tekrar tekrar duydu:

"Allah biiir! Allah biiir!"

Nihayet bir gün yanına Ebu Bekir geldi. Cömertler cömerdi, merhametliler merhametlisi Ebu Bekir... Ve kuşağında da Ümeyye'nin gözünü doyuracak bir kese akçe...

Bilal yalnızca bir tane değildi. Müslümanların kovuşturmaya uğramadıkları, tekinsiz düşman ile karşılaşmaktan emin olarak bir nefes bile alamadıkları zamanlardı. Kabe damındaki kuru hurma dallarının arasından başımı çıkarmak bile istemiyordum. Ne yana uçsam, hangi tarafa baksam bir elem boğazıma düğümleniyor, sesim kısılıyor, şarkılarım hıçkırıklara boğuluyordu. Dostum İbrahim "Dünyanın en güzel gülü henüz açmadı!" dediğinde ben onun bir gülistanda açacağını sanmıştım. Meğer o dikenler, diken yaraları, gözyaşları ve kan damlaları arasında açacakmış. Bir gül bu kadar mı zahmetli büyürdü? Güle kan rengini vermek bu kadar mı fedakarlık isterdi? Bir gülün etrafında bu kadar mı diken çok olurdu? Gül çağında, güle rengini veren kanlar böyle mi kızıla boyanırdı? Gülün rengi için kinler bu kadar mı ayrışırdı? Kan akıtanlar bir yanda, kanlarını akıtanlar diğer yanda. Ebu Cehiller, Ümeyyeler, Velidler ve Hattaboğlu Ömerlere karşı Ebu Bekirler, Osmanlar, Yasirler, Sümeyyeler ve Ammarlar... Ve bir gün, gülümün mübarek kanı, bir mercan tanesi olup toprağa düşüverdi. Tam da Bilal'in kanı damlayan yerde ve cihanın sarsıldığı zamanda...

Evinden çıkıp ibadet için tenhalara açılmış, yolu Hicr'e uğramıştı. Yanına uçtum; her zaman olduğu gibi. Güneş fokur fokur beyinleri kaynatıyor, kumlar buhar buhar alev saçıyordu. İşe bak, Kureyş müşriklerinin azılıları da orada değil mi? O başka yere yönelmek üzereyken hepsi birden çevresini alıverdiler:

"Söyle bakalım, bizim dinimize ve ilahlarımıza batıl diyen sen misin?"

"Evet, böyle söylüyorum!"

Kudurdular. Kudurdular ve güzeller güzelinin üzerine çullandılar. Kimisi öfkeyle yakasına yapışıyor, kimisi narin boğazına sarılıyor, kimisi mübarek sırtından ittiriyordu. Durmuyorlar, durmadan tartaklıyorlardı. Burnu kanamaya başlamış, kıyamadığım mübarek kanı damla damla toprağa karışır olmuştu. Çırpındım, çırpındım, çırpındım... Kainatın en güzel gülü kanıyor, kanıyordu. Gözlerim karardı, dünya çevremde hızla dönmeye başladı, en son yere düşmekte olduğumu hissettim. Bilal'in yığılıp kaldığı yere. Dilimde Allah zikri vardı:

"Ey her şeyi icat ve izhar eden Allah, ey her şey ile zuhur eden Allah, ey her şey için zuhur eden Allah, ey her şeyde zahir olan Allah, ey... ey..."

Ebu Bekir'in sesiyle kendime geldim. Dost, böyle zamanda gerekti. Duyunca koşup gelmişti anlaşılan. Can havliyle atıldı. Başı yarılıp kanlar akasıya, sakalları yolunup yakası yırtılasıya kadar tek başına mücadele etti ve gülümü onların elinden almayı başardı. Kanı gülümün kanına karıştı, yüzü gülümün yüzüne benzedi.

O günden sonra ben, her ne vakit kızıl bir güle baksam, Hicr toprağına dökülen kanları hatırlarım. Gülümün, Ebu Bekir'in ve Bilal'in birbirine karışan kanlarını.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
9 Yorum