Habibi Nacar YILMAZ
Namazın insanî ciheti
Bazen vaazlarda ve günlük konuşmalarda bazen de çeşitli iletişim vasıtalarındaki programlarda, özellikle namaz için, "dinimizin emri namaz", "ödenmesi lâzım borcumuz", "Allah emretmiş, kurtuluşumuz yok, kılmamız lâzım" gibi ifadeleri dinler ve bu tip ifadelere rastlarız. Bunlar gibi imana, Kur'an'a, İslam'a oryantalist; yani sanki dıştan bakan, fakat onu iyi görüp takdir de eden yaklaşımlar, âcizane bana biraz sevimsiz ve ruhsuz geliyor. Bunları, işin ruhuna uzak buluyorum ve bu tâbirlere ısınamıyorum bir türlü.
Bizdeki bu kanaat ve yaklaşım, Risale-i Nurların iman ve İslamiyet'in "Tûba-i cennetin meyveleri gibi tatlı ve güzel ve saadet-i dâreynin mehasini (güzelliği) gibi hoş ve şirin neticelerini göstererek, insana kazandırdığı nihayetsiz bir tarafgirlik ve iltizam ve teslim hissinden" kaynaklanıyor olsa gerek. Aklı ikna eden ve ubûdiyeti, hususen ibadetin fihristesi, hülâsası ve bütün mahlukatın ibadetlerine işaret eden bir harita keyfiyetindeki namazı, bir "insanlık sancısı" olarak insana kavratan Risale-i Nur'lar, İslamiyeti de bir "insaniyet-i kübra" (büyük ve mükemmel insanlık) olarak takdim ediyor, anlatıyor.
Özellikle 9. ve 21. Söz'ün namazı anlatan manifesto niteliğindeki hakikatlerinde biraz dolaşınca, "insan olmanın sancısını" çekmeye, namazın bir insanlık gereği olduğunu fark etmeye başlıyor insan. Bu sancıyla yüzleşmeyince, namazı "dindar olma" düşüncesi ve "farzdır yapmak, zorundayız" gerekçesiyle kılıyor insan. O zaman da bu namaz, onu 'kılmıyor' maalesef. Namaz, kutudan ara sıra çıkardığımız bir ritüele dönüveriyor. Kalbe dokunan tefekkürden uzak bir ritüel de taklitte kalıyor, tahkike çıkamıyor. Çünkü namaz, "çekilmesi gereken bir zahmet", "kurtulunması gereken bir borç" olarak görülünce, taklitte kalır, tahkike çıkamaz. Kalıpta kalır, kalbe dokunamaz.
İnsan varoluş biçimini, nedenini çözemeyince, ubûdiyete su ve ekmek derecesinde olan ihtiyacını da göremiyor. Hani "Her gün her gün namaz kılmak, niçin usanç vermemeli?" sorusunun cevabında geçiyor ya. "Her gün her gün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin. Sana onlar usanç veriyor mu?" cevabı, bize neyi gösteriyor? Namaza olan ihtiyacın ekmek, hava ve suya olan ihtiyacın derecesinde olduğunu. Bu ne demek peki? Hava, su ve ekmek insanlık ihtiyacımız. Maddî hayatımızın temelleri, devam şartları. Demek, namaz da gerçek insanlık şartımız o zaman. Namaz bir emirden ziyade "ulvi bir vazife, münasip bir hizmet", fıtratımızın rahatını temin eden bir karşılık oluyor böylece.
Hayatın teklifleri ağır fakat biz âciziz. Arkalarında bir kâinat projesinin yattığı ve elimizdeki küçük bir lokmanın ana hamuru olan ne havayı, suyu, ekmeği ne de bunu bize ulaştıran mekanizmayı evirip çevirebiliyoruz. Kısacası "tek bir nefeslik huzura" bile gücümüz yetmiyor. Basit bir düşünme ve biraz da insafınızı yanınıza alarak yapacağınız küçük bir tefekkür ve teemmül (derin düşünme) ile, bu inkârı mümkün olmayan gerçeği görür ve anlarız. İnsaniyetini kaybetmemiş bir insan, bu sonsuz ve sınırsız hizmet; sessiz ve isimsiz iyiliklerin bize yapılması, âdeta her vakit beton duvarların yarılıp tablaların bize uzatılması karşısında "Bize bu iyiliği kim yapıyor, bu tablaları niçin uzatıyor?" diye sormaz mı? Aynı bu sualin devamında bozulmamış ve bütün bütün kendini kaybetmemiş bir akıl, misafiri olduğu insana "Ona nasıl teşekkür etmeliyim?" diye sordurmaz mı? Ubûdiyet, işte bu tefekkürün ve sualin cevabıdır. Namaz ise, bu tefekkürün ve teşekkürün ifadesi, dillendirilmesi, arzdan arşa sunumu, arzı ve şuurlu bir mukabelesidir. Bir nevi, insanın kendini okuması, fark etmesi ve yeniden keşfetmesidir. Her namaz bir keşiftir, insanın kendini tarifidir. Âcizliğini, fakirliğini, kusurunu, muhtaç olduğunu yeniden okumasıdır.
Bütün bunlar, tefekkürümüze insanî ve imanî bir gözlük takmak, imanımızı tahkikî bir dereceye yükseltmekle anlaşılıyor, kendini gösteriyor. Bu şekilde bir yönüyle insanlık arşına çıkıyor, ebedî saadetin kapısını aralıyoruz. Yani ona liyakat kazanıyoruz. Ama bu liyakat kazanma bizden güçlü, belki de çileli bir fikir işçiliği, bir ömür hem de saniye atlamadan sürecek bir sancı, tahammül, mukaddes bir gayret istiyor. Gayesiz hiçbir şeyin olmadığını, olamayacağını; her şeyin insana hizmet ettiği bu âlemde insanın gayesinin "sırf dünya ya da dünyanın cüz'i bir cüzü için olamayacağını" idrâkla başlayan imanî şuurun ubudiyete dönüşmesi ise, kâinatı ışıklandıran rahmetin, üzerimizde her an tecelli ettiğini anlamakla mümkün. Her an O'nun nazarında ve huzurunda olma heyecanını duymuyor, takdir ve teşekkür duygularına kapılmıyor ve bunu namazla fiile dökemiyorsak, bu bizim önemli eksiğimiz, düşünememe sorunumuzdur. Devamlı düşünmeye davet eden bazılarının, namazın "en büyük bir düşünme ve keşif eylemi" olduğunu bilmelerini isterim. Bu böyle olunca, imanımızın kalbi, kalbin de kalıbı etkileyecek derecede olmadığını anlayabiliriz. Bu durum, önemli bir ölçü oluyor elimizde.
Biraz daha derine inersek, inancımızın "illa Allah" kısmında bir problemimiz olmayabilir. Ama "lâ ilâhe" kısmında çoğu zaman aşamadığımız, ateisti olamadığımız tenimiz, yönlerimiz var. Duvar gibi önümüzde duran bu yönlerimizi temizlemek, aşmakla selamete kavuşabiliriz ancak. Tenimiz, tenperverliğimiz, zevklerimiz, tembelliğimiz, malâyaniyetimiz, ertelemelerimiz, bahanelerimiz, insanı sadece gevezeleştiren felsefemiz, yönümüzü kendine çeviren dünyamız, bulanık hâle dönen maddemiz, tabiatımız, tesadüfümüz, gurur ve enaniyetimiz, firavuniyetimiz, bir mikroba mağlup olan cürmümüz, kendini bile tanıyamayan hevamız, boş hülya ve emellerimiz, hayvanî ve nebatî yanlarımız, esbabperest anlayışımız, insanın menşeini yosuna bağlayan bağnazlığımız, olmak üzere insanlık şeffafiyetimizi kirleten, tahkike ve secdeye engel birtakım perdelerimiz var. Bunları aşmak, kendimizi okumak ve keşfetmekle mümkün.
Bu okumanın en geniş şekli ise, namazımız. Namazı "insanlaşmak olarak değil de sadece dindarlaşmak" vasıtası saymak, onu ötekileştirmek, kavramlara hapsetmek, biraz da sıradan yapmak olur. Böyle bir namazla kendimize, ruhumuza acz ve fakr ile yorulmuş mahiyetimize dokunamayız, onları işletemeyiz. Yukarıda saydığımız perdeleri aşamayız, secdemizi devamlı kılamayız. Namazla bütünleşemeyiz. Namazı, vazgeçemeyeceğimiz, bütünleştiğimiz bir örtü hâline getiremeyiz. Ulvî bir mahiyet kazanamayız. Onun için Üstad 9.Söz'de namazı bir emir olarak değil, "hayret, muhabbet ve mahviyetini ilân" ve bir "borc-u fıtratı eda" olarak ele alır. Ve bu hizmetin, "ne kadar güzel, ne kadar hoş, ne kadar lâzım ve münasip olduğunu" anlamayanı da insan olarak görmez. Elbetteki üstad, "hakikî insan" olarak da "makasıd-ı rububiyetine tevafuk eden ve kendilerini iman ve teslim ile O'na(Rabbine) sevdiren"leri görüyor. Bu sevgiye mazhar olan, fâni ve geçici dünyasını ve insaniyetini ebedileştirmiş olur. Namaz ise bu ebedileştirmenin en kârlı bâkiyene sohbet zamanları olsa gerek.
Evet dostlar, dünyadaki reklâmlarla şaşırtılan beğeniler arasında kendimizi sadece Allah'a beğendirmek, O'nun beğenileri dışındakilere asil bir başkaldırıda bulunmak ve bunu gerekçesiz bir ömür sürdürmek, sadece insana mahsus bir izzetli duruştur. işte namaz bu duruşun insanî yönüdür.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.