Erdem AKÇA
İftikar ve reklam kültürü
Ekonominin, sosyal hayatın ve daha derinlerde insan-kâinat-Allah ilişkisinin temelini teşkil eden en temel konulardan biri ihtiyaçlardır. Bu yönleriyle ihtiyaçlar konusu filozoflardan âriflere, siyasetçilerden mutasavvıflara kadar geniş bir yelpazede tarih boyunca incelenmiştir. Felsefe dünyasından Siyaset Felsefesini ihtiyaçları temel alarak sistematize eden Farabi’yi, mutasavvıflardan ise “Aşkı, ihtiyacın en zirvesi” olarak gören Abdülkadir-i Geylani’yi (KS) misal olarak sayabiliriz.
İhtiyaçlar, canlıların hayatı üzerindeki etkisine göre “zaruri” ve “keyfî” ihtiyaçlar şeklinde sınıflandırılırlar. Zaruri ihtiyaçlar, herhangi bir canlının, karşılanmadığı durumda hayatını tehlike altına sokup ölümüne yol açan temel konuları ifade eder. Nefes alma, yeme, içme, uyku ve barınma gibi… Keyfî ihtiyaçlar ise, karşılanmadığı durumda canlı açısından hayatî bir önem arz etmeyen hususlarla ilgilidir. En güzel şeyleri yeme, markalı kıyafetler giyinme, en görkemli evde oturma gibi...
İnsanın ihtiyaçları, onun potansiyel yeteneklerine dayanmaktadır. Maddi-manevi bütün âlemlere açık, geçmiş ve gelecek zaman algısı olan, güzellik ve nimetlerin her birine yönelebilecek ve istifade etmeye çalışacak potansiyeli ile insan, yeryüzündeki en muhtaç canlıdır. Bu yönünden dolayı da canlıların en hırslı, en kederli ve en mutlusu odur. İnsandaki bu potansiyel ihtiyacı Said Nursi “fakr” olarak isimlendirir. Yani yokluk…[1] Potansiyel manasıyla insan, her şeye karşı fakr üzere dünyaya gelir. Sayısız şeyleri dünyada tadar, tartar ve tanır. İnsanın dünyada gördüğü, tarttığı ve tanıdığı şeylere karşı hissettiği yokluğu ise Said Nursi, “iftikar” olarak adlandırır.[2] Bu manada dünya hayatı ve ebedî Cennet, insanın fakrının iftikara dönme yolculuğudur. İftikar hissi, Cennetin hayatının olmazsa olmaz yapı taşıdır.[3] Bu fakr-iftikar farkını ömründe ilk defa böğürtlen yiyen bir şehir çocuğunun böğürtlene karşı potansiyel ihtiyacı ile, böğürtleni yiyip beğendikten sonraki halinde gözlemleyebiliyoruz.
Fakrı iftikara dönüştüren sır, tatmadır. Şehir pazarlarındaki satıcılar bu sırrı bildikleri için satmak istedikleri sebze veya meyveden bir parça ikram edip “Tadına bir bakın, almak zorunda değilsiniz” şeklinde bir reklam metodu uyguladığını sıklıkla görüyoruz. İnsan, o gıdayı tadana kadar tam manasıyla hürdür. Fakat tattıktan sonra o gıda, kokusu, tadı, rengi v.s. birçok yönüyle hafıza arşivine güzel bir hayat karesi olarak nakşedilir. Sonrası süreçte o gıda insanın duygularına hükmederek insan iradesini kendisine doğru cezbeder. Bu şekilde pazarcının reklamı etkili bir sonuç elde ediyor.
Her ürün sahibinin ürününü satmak için duyurması, sergilemesi, reklamını yapması sünnetullah denilen İlâhî bir kanundur. Muzhir isminin tecellisidir. Kur’an ve Sünnet’te yeri olan bir husus ve fıtrî bir tavırdır. Cenab-ı Hakk mümin insanı maldan anlayan bir müşteri olarak görerek Ebedî Cennet’in reklamını şöyle yapar: “Ey tahkiki iman edenler! Genişliği, sema (gök) ve yer kadar olan Cenneti kazanmak için yarışın.” [4] Bu manada dünya hayatı bütünüyle, Cennet’teki ebedî nimet, lütuf ve lezzetlere müşteri kazanmak yapılan İlâhî bir arz, ikram ve reklamdan ibarettir. Bir tüccarın satacağı mal için reklam yapması bu manada sünnetullaha uygun ve fıtrî olsa da bu reklamı yeminlerle süslemeyi ve desteklemeyi, müşteri iradesini zorladığı ve yönlendirdiği için Hz. Peygamber (ASM) yasaklamıştır.[5]
Reklam dünyası, gerek televizyon, gazete, internet ve gerek bilboard, sokak levhaları gibi araçlarla insanı satmak istedikleri ürünlere cezbetmek için görsellik, telkin ve hatırlatma v.b. birçok yöntemi kullanıyor. Bu şekilde kişinin daha önceden tattığı şeyleri ona hatırlatarak veya yaşadığı şeylerle yeni ürünün benzerlik noktalarını ihtar ederek veyahut insan duygularının lakayd kalamayacağı tılsımlı kelimelerle müşterileri çekmeye çalışıyor.
Mesela bir içecek reklamındaki “Mutluluk kapağın altında” söylemi gibi… İnsan ruhunun en temel ihtiyacı olan mutluluğu, o içecek ile ilişkilendirmesi bir algı yönetimidir. Veya “Rüya gibi bir tatil” ifadesinde benzer bir algı ve duygu yönetimini görüyoruz. Bu reklam rüyalarda görülebilecek bir güzelliğin benzerini görmeyi vaad etmekte… Her insan öyle veya böyle güzel manzaralı bir rüya gördüğü için reklamların bu ifadeleri kişiyi şuur-altı cepheden avlama hedeflidir. Sıklıkla kullanılan “leziz, enfes, nezih” gibi seçilmiş tılsımlı kelimeler tamamen insanı iç dünyasından avlama merkezli bir algı ve duygu yönetimidir.
Sigorta şirketleri, bankalar ve bazı müesseseler ise, insanın fakr cephesinin haricinde acz ve çaresizlik cephesini işletiyor.[6] İnsanı daha farklı cihetten avlamaya çalışıyor. Bu tarz reklamlar kişinin vehim duygusu ve korku damarını işletecek bir algı yönetimi uygulayarak ürün ve hizmet satışında bulunuyor. Bu noktada kişi açısından en can alıcı unsurlar olan aile fertlerini de içeren trafik kazası görüntülü bir reklamın muazzam etkisini istatistik çalışmalarla görebiliriz. Kasko sigortası müşterisi sayısındaki artış şeklinde…
Reklamların tekrar tekrar sunulması, görsel ve işitsel hafızada yerleşmesine yol açtığı gibi insan duygularını da o nesneye kilitler. Çünkü reklamların tekrarı bir sırra dayanıyor. O sır şudur: Canlılar için en hayatî nesne olan hava, burun deliklerinin dibinde hazır bulunduğu gibi, onları besleyecek gıda ve yiyecekler de en yakın çevrelerinde bulunuyor. Onlar için en önemli kişiler ve nesneler genelde gözleri önünde ve işitebilecekleri mesafede oluyor. Bu durum insan şuur-altına, “Sürekli görülen ve duyulan şeyler, hayat için önemlidir” mesajını veriyor. Reklam dünyası bu şuur-altı algıyı işletmekle insanı istismar ediyor. Zaruri olmayan ihtiyaçları “Her eve lazım” şeklinde zaruri bir ihtiyaçmış gibi yansıtıyor. Bu telkinlerin etki boyutunu şuradan ölçebiliriz ki, kredinin ve dolayısıyla faizin girmediği ve bulaşmadığı ev, İslam ülkesi olan Türkiye’de kalmamış gibi… Ya konut, ya araç, ya ihtiyaç veyahut başka isimler altında çeşit çeşit yollarla kredi ve binnetice faiz Müslümanların evine girmekte… Akabinde Müslümanların kesesinde kirli bir delik açmakta; sonrasında hanenin bereketi, huzuru ve mutluluğu o delikten dışarı doğru günden güne akmaktadır.
Kur’an ve Sünnet’e uygun şekilde yaşamaya çalışan yakın bir arkadaşım bir gün “Ev almak istiyorum. Param yeterli gelmediği için kredi çekerek almam konusunda ne dersin?” diye istekli bir şekilde sordu. Çok şaşırmıştım. Hatırladıkça halâ da şaşırırım. Çünkü o arkadaşımdan hiç bekleyeceğim bir durum değildi. Ona kısaca şöyle anlattım: “İslam âlimleri, mesken, yani barınacak bir yer insan için zaruri ihtiyaçtır, demişler. Mesken sahibi olmak değil… Milyarlarca kişi şu an kirada oturuyor ve barınma konusuyla ilgili hayatî tehlikelerden kurtuluyorlar. Bu gösterir ki zaruret tanımlaması mesken konusunda yanlış yapılıyor.” Bu izahtan sonra arkadaşım meseleyi anladığı için kredi işinden vazgeçti ve kirada oturmaya devam ediyor. Takvalı bir hayatı tercih etmiş bir surette…
Şu an halkın diline pelesenk olmuş “Dünyada mekân, Âhirette iman” gibi yanlış sözler de kredi kanalını ve dolayısıyla faizi Türkiye halkı içinde kolay başvurulabilecek bir yol haline getiriyor. Faizi, normalleştiriyor. Oysa değil ev, hatta şehir ve ülkenin de Allah’ın dinine göre yaşamak için terk edilmesi gerektiği Kur’anda vurgulanmış iken… Mal-mülk, arazi ve mesken sevdasıyla hicret edemeyenler Kur’anda şiddetle tenkid edilmişken…[7]
Reklam, kapitalizmin en etkili pazarlama aracıdır. Dünya ekonomisinin tamamı, kapializm için ele geçirilmesi gereken bir pazardır. Bu noktada Bediüzzaman Said Nursi kapitalist Batı Medeniyeti’nin devlet ve ferd ekonomisine etkisini şöyle ifade eder:
“Şimdiye kadar İslâmlar (bu medeniyete) ihtiyarla (hayırlı görerek) girmemiş. Şu medeniyet-i hâzıra (Batı Medeniyeti) onlara yaramamış. Hem de onlara vurmuş müthiş kayd-ı esaret (esaret kelepçesi).
Belki nev-i beşere tiryak (panzehir) iken zehir olmuş. Yüzde seksenini atmış meşakkat ve şekavet (mutsuzluk)… Yüzde on’u çıkarmış muzahraf (şatafatlı) bir saadet…
Diğer on’u bırakmış beyne beyne bîrahat (iki ortada ve rahatsız). Zalim ekallin (azınlığın) olmuş gelen ribh-i ticaret (ticari kâr). Lâkin saadet odur: Külle (bütüne) ola saadet.
Lâakal (en azından) ekseriyete olsa medar-ı necat (kurtuluş vesilesi)… Nev-i beşere rahmet nâzil olan şu Kur'ân, ancak kabul ediyor bir tarz-ı medeniyet:
Umuma (genele), ya eksere (çoğunluğa) verirse bir saadet... Şimdiki tarz-ı hazır, heves[8] serbest olmuştur, hevâ da hür olmuştur. Hayvânî bir hürriyet...
Heves tahakküm eder. Hevâ da müstebittir. Gayr-ı zarurî hâcâtı (zorunlu olmayan ihtiyaçları) havâic-i zarurî (zaruri ihtiyaçlar) hükmüne geçirmiştir. İzale etti rahat…
Bedâvette (bedevilikte, göçebelikte) bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç-fakir etmiştir. Sa'y-i helâl (helal kazanç için çalışma), masrafa etmemiştir kifayet…
Onda hile, harama beşeri sevk etmiştir. Ahlâkın esasını şu noktadan bozmuştur. Cemaate, hem nev'e (insan türüne) vermiştir servet, haşmet.
Ferd-i şahsı ahlâksız, hem fakir eylemiştir. Bunun şâhidi çoktur: Kurun-u ûlâdaki (ilk asırlardaki) mecmu-u vahşet ve cinayet, hem gadr ve hem hıyanet (vahşilik ve câniliğin, gaddarlık ve hıyanetin toplamını),
Şu medeniyet-i habîse (kirli ruhlu Batı Medeniyeti) tek bir defada kustu. Midesi[9] daha bulanır.”[10]
Bediüzzaman’ın tespit ettiği gibi yaşanan 2 dünya savaşının temeli, Batı Medeniyeti’nin yeryüzünü kendine pazar edinme kavgasıdır. Bu ekonomik kavga aleni veya gizli hal-i hazırda devam etmektedir. Orta Doğu’da alenen yaşanan kanlı manzaralar, ülkemizde gizlice yaşanan kansız manzara buna yeterli bir şâhiddir.
Kapitalizm deccalinin ve İslam âlemindeki şubesi olan süfyaniyetin seline kapılmamak için Said Nursi iktisadı ve Eflatun’un tanımladığı “minimalizm” i hayat prensibi yapmayı çıkar yol olarak gösterir. Yani ihtiyaçlarını azaltma ve öteleme… Bu noktada Bediüzzaman “Sanki Yedim Camii” nin yapılış hikayesini hatırlatarak şöyle der: “Lezâiz çağırdıkça " Sanki yedim " demeli. " Sanki yedim " düstur eden, bir mescidi yemedi.”[11] Aksi takdirde israf ve savurganlığın İslam Deccali manasında olan süfyaniyet akımına kişiyi kaptıracağını hadis-i şeriflere dayanarak haber verir.[12] Birçok nümunesini gördüğümüz üzere…
[1] Sözler, 7. Söz; 24. Söz, 5. Dal, 1. Meyve.
[2] Mektubat, 8. Mektub.
[3] Sözler, 5. Söz.
[4] Hadid suresi, 11… Diğer bir âyette ise, farklı bir Cennet seviyesi ve çapını anlatmak için şöyle der: “Genişliği semâvât (7 kat gök) ve arz kadar olan Cennet’i ve Rabbinizin mağfiretini kazanmak için yücelik yarışına girişin.” (Âl-i İmran suresi, 133) Bu âyette “sâriu” (boy ölçüşün, yükselme yarışı yapın) derken diğerinde “sâbiku” (hayırlarda yarışın) fiillerini kullanır.
[5] Prof. Dr. Cengiz KALLEK, Asr-ı Saadet’te Piyasa.
[6] Tıp dünyası, insandaki acze dayalı savunma sistemini “sempatik sistem”; fakra dayalı beslenici yapıyı “parasempatik” sistem diye isimlendirir. Bu iki sistem canlı bünyelerindeki sinir ağları, lezzet ve acı hisleri ile kendi işlevlerini icra ederler.
[7] Nisa suresi, 97 v.d.
[8] Heves, gelip geçici arzular demektir. Heva ise, sabit ihtiyaçlardan kaynaklanan şiddetli arzulardır. Tahakküm, hükmetmeye çalışmak demektir. Müstebid ise, gücüyle baskı yapan zorba demektir.
[9] “Demek daha dehşetli kusacak. Evet, iki Harb-i Umumî ile öyle kustu ki, hava, deniz, kara yüzlerini bulandırdı, kanla lekeledi.” (Bediüzzaman Said Nursi)
[10] Sözler, Lemeat, Bir Meclis-i Misalîde, Şeriatla Medeniyet-i Hâzıra, Dehâ-i Fennî ile Hüdâ-yı Şer'î Muvazeneleri
[11] Sözler, Lemeat.
[12] Şualar, 5. Şua, 2. Makam, 1. Mesele…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.