İhvan’ın siyasi çizgisi Said Nursi’nin Müsbet Hareketi

İhvan-ı Müslimin, yaklaşık bir buçuk aydır asrın en hunhar darbelerinden birine karşı kahramanca direnirken diğer taraftan kendisi için dikilmeye çalışılan yeni elbiseyi giymemek için cansiperane mücadele veriyor.

Batı doğuyu “doğulaştırmada” gösterdiği mahareti, İhvanı, “ihvanlaştırmakta” da göstermek istiyor. Oluşturmaya çalıştıkları marjinalleşmiş ve antidemokratik parti algısına ne yazık ki bazı dindarlar da gönüllü payanda oluyorlar.

Bu süreçte bir çok ortamda İhvan’ın çizgisi ile Said Nursi’nin çizgisi birbiri ile çatışma içerisindeymiş gibi sunmaya çalışıp nifak tohumları ekenler oluyor.

Said Nursi çizgisinden gelen biri olarak bu nifak tohumlarına karşı İhvan’ın ‘meşrutiyet’ kavramını, Said Nursi’nin açıklamaları ile irdelemek istiyorum.

Dikkatinizi celp etmiştir, Mısır`da 3 Temmuz tarihli pespaye darbeden hemen önce Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, çeşitli defalar bazı konuşmalar yaptı. Bu konuşmalarda defalarca ve üstüne basa basa ‘meşrutiyet, meşruiyet, cumhuriyet’ dedi.

Meşrutiyet neydi, kastettiği şey bildiğimiz demokrasi miydi? Yoksa demokrasinin içselleştirilmiş ve İslamiyet ile zenginleştirilmiş bir formu muydu?
Bunu irdelemek gerekir kanımca.

Meşrutiyet kavramı aslında İhvan-ı Müslimin eski siyasal İslam çizgisine çok uyumlu bir kavram değil. Siyasal İslam ideolojisi tarihsel olarak, hakimiyetin Allah`ta olduğunu ve beşerin hakimiyetinin bir belirleyici rolünün olmadığına dayanır.

Meşrutiyet kavramı ilk defa 19. yüzyılda yoğun şekilde kullanılmaya başlandı. Daha sonra Devlet-i Aliye-i Osmaniyenin kurtuluşu kapsamında yeniden bir yönetim şekli olarak savunuldu. Osmanlı padişahları iki defa meşrutiyet ilan ettiler. Her ikisinin kaldırılmasında yine Batı destekli yerel İttihad ve Terakki cemiyeti önderliğindeki komiteler neden oldular.

İttihad ve Terakki’nin yanlış uygulamaları sonucunda bir çok Müslüman da meşrutiyete karşı bir alerji oluştu.

Bu esnada Cemaleddin-i Efgani, Namık Kemal, Muhammed Abduh gibi zatlar İttihad-ı İslamı savunmaya başladılar. Ama devir siyaset devriydi. Ortaya atılan her kavram siyaset tarafından sonuna kadar kullanılıyor, istismar ediliyordu.

Nitekim Dervişi Vahdeti (ki sunulduğunun aksine kendisi bir vatanseverdir) İttihad-ı İslam’ı siyasete alet etti ve 31 Mart vakası gibi elim ve etkileri yıllarca süren ve sürmekte olan olay yaşandı. Selanik’ten gönderilen ordu zalim bir müdahalede bulundu ve yüzlerce insan hukuksuz yere idam edildi.

Tüm bu tartışmalar sonucunda daha sonraki dönemlerde İslam coğrafyasında Ehli Sünnet ve Cemaat çizgisinde iki ana akım on plana çıktı denilebilir.

Birincisi, siyaset yoluyla hizmet edilebileceğine inanan Siyasal İslam Hareketidir. Bu hareket Cemaleddini Efgani`den sonra Muhammed Abduh`u takip etmek yerine Raşid Rıza çizgisini takip eden ve daha sonra Hasan el-Benna ile Seyyid Kutup ile iyice ayrışan Siyasal İslam hareketini doğurdu. Bu hareket bir çok zor dönemeçten geçti. Çok büyük zulümler, haksızlıklar gördü.

Sonunda Mübarek’in devrilmesi sonrasında İhvan, serbest seçimlerde iktidara geldi. Ardından uluslararası bir komplo hazırlandı, yerel aktörlere rol verildi ve ordu kanlı mı kanlı, aşağılık mı aşağılık bir darbe ile Mursi`yi devirdi.

İkinci ana akım ise Türkiye`de Bediüzzaman Said Nursi ile başlayan ve müsbet hareket olarak bilinen akımdır. Bediüzzaman, 2. Meşrutiyet sürecinde İstanbul`da bulunuyordu. Defalarca Sultan Abdulhamid Han ile görüşmek istedi ama bazı komitecilerle işbirliğini yapan saray ahalisince görüştürülmedi.

Bediüzzaman bu tarihlerde meşrutiyeti çeşitli defalar hem yazı ile hem konferanslarla savundu.
Sonraki hayatında bu çizgisini büyük oranda korudu. Ama siyaseti bir sonuç olarak gördü. Siyaset yoluyla iman hizmeti edilemeyeceğine inanıyordu. Üstad’a göre Cemiyetin en önemli sorunu garp medeniyeti içinde başlayan bir taunun yani dinsizliğin kalplerden imanı çıkarmasıydı.

Yapılacak iş cemiyetin imanının selametini sağlamaktı.
Bu yüzden “yüz elimiz de olsa iman hizmet ile mükellefiz” diyordu.
Siyaset ile olan mesafesini korudu ve talebelerine de bu mesafeyi korumalarını tavsiye etti.
Fakat, siyasete yön vermek için de uğraştı.
Siyasetin meşrutiyet çizgisine yönelmesi ve hürriyetin tüm insanları kuşatacak şekilde getirilmesi için çok uğraştı, konuştu, yazdı ve mücadele etti.
Simdi Üstad’ın meşrutiyet konusundaki tanımına bir bakalım ve ardından bu iki akımın geldiği ortak noktaya, ortak zemine değinelim.
Önce meşrutiyetin zıddı olan istibdadın tanımı ile başlıyor.

"Sual: İstibdat nedir; meşrutiyet nedir?
Cevap: İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâitbir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husûmeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne’l-İslâm îkâ edip, Mutezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır.
Evet, taklidin pederi ve istibdad-ı siyasînin veledi olan istibdad-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfıziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir.”
(Münazarat)

Burada Üstad, istibdatı her türlü kotülügün anası olarak tarif ediyor. Hatta, İslam mabeyninde ortaya çıkan bozuk fırkaların sebebinin istibdat olduğunu söylüyor. Yani serbest düşünceyi bastırınca yer altına inen düşünceler korkunç şekilde hem taraftar bulabiliyor, hem ifrat ve tefrit noktasına gidebiliyor hem de ihtilafa neden oluyor.

Burada şu noktayı özellikle vurgulamak isterim: Mısır`da yaşanan darbe sonrasında Batı`nın tavrı bir çok kimsede derin hayal kırıklığı meydana getirdi. Halbuki hayal kırıklığına gerek yoktu. Çünkü Batı Müslümanlar arasındaki bir demokrasiye, hürriyete, meşrutiyete hiç bir zaman hakiki manada taraftar olmaz. Çünkü, demokrasiye ve hürriyete taraftar olması demek, Üstad’ın yukarıda alıntıladığım cevabında belirttiği gibi, Müslümanların kendi aralarındaki ihtilafın bitmesine taraftar olması demek. İhtilafı ortadan kaldıran Müslümanların batının çıkarlarına tehdit olacağı aşikar. Müslümanlar batıya zarar vereceğinden değil, batının artık Müslümanları sömüremeyeceğinden bu tehdit söz konusu olur.

Şimdi de meşrutiyeti tarif ediyor Üstad:
“Sual: “İstibdat bu derece bir semm-i katil olduğunu bilmezdik. Lehü’l-hamd, parçalandı. Onu esâsiyle tedâvi edecek olan tiryâk-ı meşrutiyeti bize târif et.”
Cevap: Bâzı memurların ef’ali, adem-i ülfetten dolayı size yanlış ders gösterdiği ve şiddetten neş’et eden müşevveşiyetle hâl-i hazırdan fehmettiğiniz meşrutiyeti tefsir etmeyeceğim. Belki hükûmetin hedef-i maksadı olan meşrutiyet-i meşrûâyı beyân edeceğim:
İşte, meşrutiyet
“Veșavirhum fil emr” (Ve islerde onlarda istisare et-Ali Imran Suresi, 3:159)  “Emruhum șurahum beynehum” (Onlarin isleri aralarinda yaptiklari istisare iledir)” âyet-i kerîmelerinin tecellîsidir ve meşveret-i şer’iyedir. O vücud-u nûrânînin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi mârifettir, lisânımuhabbettir, aklı kanundur, şahıs değildir.

Evet, meşrutiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz. Umum akvâmın sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvâk ve hissiyât-ı âliyeyi uyandırır; uyku bes, siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslâmiyetin  bahtını, Asya’nın tâliini açacaktır.
Size müjde. Bizim devleti ömr-ü ebedîye mazhar eder. Milletin bekâsıyla ibkâedecek; siz daha me’yus olmayınız. Bir ince tel gibi her tarafa hevâ ve hevesin tehyîci ile çevrilmeye müstaid olan rey-i vâhid-i  istibdâdı lâyetezelzel bir demir direk gibi, lâyetefellel bir elmas kılınç gibi olan efkâr-ı âmmeye tebdil eder; siz de, sefine-i Nuhgibi emniyet ediniz. Herkesi bir padişah hükmüne getiriyor; siz de hürriyetperverlikle padişah olmaya gayret ediniz. Esâs-ı insâniyet olan cüz’-ü ihtiyârı temin eder, âzâd eder; siz de câmid olmaya râzı olmayınız. Üç yüz milyondan ziyade ehl-i İslâmı biraşîret gibi birbirine rapteder; siz de o râbıtayı muhâfaza ediniz. Zira meşveret perdeyi attı; milliyet göründü, harekete geldi. Milliyet içinde İslâmiyet ışıklandı, ihtizâza geldi. Zira, milliyetimizin rûhu İslâmiyettir; hakiki ve nisbî ve izâfîden mürekkeptir. Başka millete benzemiyor."
(Munazarat)

Bazı memurların yanlış tefsirinden kastettigi şey doğudaki vali, kaymakamlar gibi bürokratların yanlış uygulamaları olabileceği gibi askeriye sınıfından siyasete dizayn vermeye çalışan memurların açtığı belalar da anlaşılabilir.
(Devam edecek)

Twitter: @molgu

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.