Mehmet Asıf IŞIK
İki Diamond: Biri Kömürden Elmasa, Diğeri…
Aslı Eski Yunanca’da “elmas” anlamındaki Diamond kelimesi İngilizce ve Fransızca’ya da geçerek aynı anlamda kullanılır. Dilimizde Diamandi veya Diyamond diye de bilinir.
Elmastan bahsedelim biraz. Dünyadaki en değerli taş olarak kabul edilen elmas, tabiattaki en sert maddelerden biridir. Hammaddesi olan karbon (kömür) elementinin bir türevi grafit (kurşun kalem kömürü), diğer türevi ise kristalleşerek oluşan elmastır.
Saf karbon olan elmasın oluşumu benzersiz ve harika bir süreçtir; yeryüzünde bulunduğu yerlerde çevrenin ve tabiattaki fıtri güçlerin bir araya getirilmesiyle, yaklaşık 150 kilometre derinlikte, şiddetli basınç ve çok yüksek sıcaklık şartlarında gerçekleşir. Bu olağanüstü şartlar altında karbon kristallenmeye başlayarak elmasın nadide yapısını oluşturur. Milyonlarca yıl sürebilen bu oluşumda, minerallerin hareketleri sınırlanır ve doğru bir şekilde dizilirler. Bu hizalama ve dizilim elmasın yapısını, sertliğini ve dayanıklılığını sağlar.
Elmasın çıkarılmasından sonraki ameliyeler de oldukça uzun ve meşakkatlidir. Çıkarılan elmaslar temizlenir; Kalitesi, rengi, şekli, büyüklüğü ve diğer özelliklerine göre sınıflandırılır. Sonra farklı şekillerde kesilir ve parlatılır. Bu işlem sonucunda elmas parlak ve çekici hale kavuşur. Elmasın mücevher haline getirilmesi uzun ve zahmetli olsa da ortaya çıkan nadir ve değerli ürünler göz alıcı güzellikleriyle eşsiz ve özel bir yer tutarlar. (Bu teknik bilgiler için kadim dostum Doç.Dr. Salih Dabak beyefendiye teşekkür ederim.)
Elmas hakkındaki bu kısa izahtan sonra, biri kömürden elmasa, diğeri ise elmastan -şimdilik diyelim- (… !!!) halindeki iki Diamandi’den bahsedelim biraz.
BİRİNCİ DİAMANDİ
Asıl adı Diamandi Keçeoğlu’dur. Kayseri’nin Talas ilçesinde Ortodoks Rum bir aileden, Yuvan Efendi ile Afurani Hanımın çocuğu olarak 1887 senesinde dünyaya gözlerini açar. Küçük yaştayken ailesi Kastamonu’ya taşınır. Tahsil hayatına oradaki Rum Mektebi’nde başlar. Devamını kendi ifadesiyle şöyle hikâye etmişti: "Rüştiye birinci sınıfta iken 13 yaşımda idim. Arapça ve Farsça dersleri bu sınıfta başlar. Bütün dersleri sevmeme rağmen Türk edebiyatı ile birlikte bu iki dile pek düşkündüm. Sonraki sene Farsça hocamız Şeyh Sâdi'nin Gülistân'ını okutur, bâzen başka manzûmeler de yazdırırdı. Bir gün tahtaya yazdığı birkaç beyit kalbimi tutuşturdu. O ateşpâre sözler “Dinle neyden ki hikâye etmede, Hep ayrılıktan şikâyet etmede …” diye başlayan Mesnevî'nin ilk beyitleri idi:
“Bişnev in çün şikâyet mî küned / Ez cüdâyîhâ hikâyet mî küned / Kez neyistân ta mera bübrideend / Ez nefirem merd ü zen nâlideend / Sîne hâhem şerha şerha ez firâk / Tâ bigûyem şerh-i derd-i iştiyâk…
“Tahtada beyitlerin altına yazılan 'Mevlânâ' ismi bana pek tatlı geldi ve beni derinden sarstı. Son beyit ise hakikaten sînemi şerha şerha etmişti. O andan itibaren tatlı tatlı yanmaya başladım. Şiddetle yakan fakat anne bûsesi kadar tatlı gelen alevler iç alemimi kaplamıştı." Diamandi Mevlânâ’yı tanımasını bu etkileyici cümlelerle anlatmıştı.
Diamandi’nin elmasa dönüşme macerası başlamıştı artık. Çocukluktan yeni çıkan bir talebenin kalbine sıçrayan kıvılcımlar iç alemini tutuşturmuş, rûhunun derinlerinden itibaren yakmaya başlamıştı. Hıristiyan bir Rum genci olmasına rağmen Farsça derslerinde Mesnevî'den ve diğer İslâm klâsiklerinden beyitler ezberler, din dersine gayri müslim talebeler girmezken o sınıfta oturur ve bir Müslüman gibi ilmihal bilgilerini, aşk mertebesinde sevgi beslediği Resûlullah'ın (sav) hayatını, İslâm'ın inanç esaslarını öğrenmeye gayret ederdi. Bir naatta Resûlullah’a şöyle seslenmişti:
Rahmeyledi alemlere gönderdi seni Hak,
Nûr etti nigâhın gazâbı nâr-ı Muhammed.
Ümmi iken ümmetleri hayretlere saldın;
İlmin edebi kutb-ı şerefbârı Muhammed.
Diyamandi, sonraları Kastamonu İdâdîsi’nde devam eder. Farsça hocasının verdiği Mesnevî’nin ilk on sekiz beytini şerh etme ödevini çalışırken rûhunda büyük bir değişim meydana gelir. Hocasının tavsiyesiyle Nasrullah Medresesi’ne iki yıl devam ederek Arapça ve Farsça’yı bir hayli ilerletir. Arapça’ya vukufiyetinden dolayı Diyamandi (Yamandi) Molla diye anılmaya başlar.
Ardından İstanbul Dârü’l Fünûnu Hukuk Mektebi’ne girer. Bir yandan da Galata Mevlevîhânesi’nde Ahmed Celâleddin ve Ahmed Remzi Dedelerin Mesnevî derslerine katılır. Hocaları azim ve gayretini takdir ederek kendisine “Yaman Dede” adını verir. Tuttuğu notlarında, Mesnevî’yi Ankaravî şerhiyle birlikte baştan sona kadar okuduğunu belirtir. Bu dönemde müslüman gibi yaşayıp Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ihtifallerinde konuşmalar yapar. Paskalya yortusunda câmi imamları ve tarikat şeyhlerinin kendisini ziyarete geldiğini, evinde yapılan dinî sohbetlerde İlâhiler okunduğunu yazar. Öte yandan mason locasına da üye olmuştur. On üçüncü dereceye kadar yükselir, ancak İslâm’a duyduğu yakınlık sebebiyle sonraları locadan çıkarılır.
Diamandi, İslâm'ın bütün kurum ve değerleriyle silinip kazınmaya çalışıldığı bir dönemde yaşadı. İslâm'ın ulvî ateşiyle yanıp tutuştuğu dönem kültürü, edebiyatı, târihi, hâsılı maddi ve mânevi bütün mirasıyla İslâm’ın ve son temsilcisi Osmanlı'nın âdetâ lânetlendiği yıllardı...
Yaman Dede, gençliğinden beri İslâmiyet’e yakınlık duymakla birlikte âilevî sebeplerle bunu açıkça söylemekten çekindiğini, İslâmî eserleri gizlice okuduğunu, ailesiyle birlikte kiliseye gittiği zamanlarda duâ etmeden çıktığını, tam kırk yıl boyunca ailesinin haberi olmadan bâzen sahura kalkmadan, bâzen iftar etmeden oruç tuttuğunu ifade eder. Bu gizlilik 1942’de sona ermişti; O sene İslâmiyet’i kabul ettiğini resmen bildirir ve Mehmet Abdülkadir Keçeoğlu adını alır.
Bir Şubat gecesi Üsküdar'daki evinde Müslüman olduğunu çok sevdiği kızı ve eşine açar. Karısı ve kızı "eyvah" diyerek feryâd-u figân ederler. Bu haber Patrikhane'ye ulaşır. Zamanın Patrikhane İdaresi ya Hıristiyanlığa geri dönmesi ya da karısından boşanması konusunda Yaman Dede'ye baskı yapar, dönmeyince de aforoz ederler. Artık onun için ızdıraplı bir dönem başlamıştır. Zor bir karar alır; Yerde diz boyu kar varken, havanın bıçak gibi kestiği soğuk bir gece ailesine "Bu yaşananlar aşkımın bedelidir. Sizler sakın üzülmeyin. Aşk, ızdırapsız olmaz. Size acı vermeye hakkım yok. Bu ev ve içindekiler size kalsın. Elvedâ!" diyerek ceketini alır ve evden ayrılır.
Üsküdar Selâmsız Yokuşu'ndan iskeleye iner. Sabah ezanına kadar o soğuk gecede sokakları ve sahili arşınlar. Sabah ilk vapurla Karaköy'deki avukatlık bürosuna geçer. Birkaç gece burada yatıp kalkar. Bazı geceler dostlarının ve öğrencilerinin evlerine misafir olur. O artık "Bahtiyar Bir Sürgün"dür.
Sonraları avukatlığı bırakıp tamamen öğretmenliğe yönelir. Bazı azınlık okullarında, sonra İstanbul İmam-Hatip Okulu ve İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde Türkçe, Edebiyat, Farsça ve Arapça dersleri verir. 1961 yılı başında rahatsızlandığı halde vefat ettiği bir sonraki seneye kadar derslerine devam eder. Naaşı Karacaahmet Mezarlığı’na defnedilir.
Yaman Dede, kömürü milyonlarca yıl yakarak elmasa çeviren yüreğindeki dinmeyen aşk ateşiyle bir ömür boyunca yana yana elmasa dönüştü. İçindeki ateşle yandığı bir vakit şöyle feryâd etmişti:
Yak sînemi âteşlere, efgânıma bakma
Rûhumda yanan ateşe, nîrânıma bakma
Hiç sönmeyecek aşkıma, imânıma bakma
Ağlatma da yak, hâl-i perişânıma bakma!
Yanar Dede, Yanan Dede, Yamandi Molla, Molla Bey lakaplarıyla da anılan Yaman Dede’nin hayatında şiirin çok özel bir yeri vardı. “Hayatın içindeki her şeyin aslında bir şiir, şâirin de görünmeyen dudakların üflediği bir ney olduğunu” söylemişti. Şâirliği kadar mutasavvıf özelliğiyle de bilinen Yaman Dede’nin Mevlânâ’ya duyduğu muhabbetin temelinde İslâm dinine olan derin sevgisi yatıyordu. Yaman Dede, Müslümanlığı, içinde bütün kâinatın yer aldığı bir aşk diye nitelendirmiş, insanın bu aşk sayesinde yükseleceğini, insanlığın olgunluk ve mutluluğunun buna bağlı olduğunu, bu safhaya varıldığında ıztırabın zevke döneceğini ve insanın rûhuna akacağını; böylesi bir durumun ise anlatılamayacağını, fakat hissedilebileceğini ifade etmiştir.
Şiirleri arasında Peygamber Efendimize hayranlığını ve aşkını anlatan, bestelenen ve pek çok kişinin âşinası olduğu “Dahîlek yâ Resûlallah” başlıklı ciğer yakan şiiri meşhurdur. (Bu şiir yazının sonunda verilmiştir.)
DİĞER DİAMOND
Anlamı “elmas” olan Diamond Tema ismiyle tanınıyor. Bu isim gerçek adı mı yoksa kendisine yakıştırdığı takma bir isim mi bilemiyorum. 1994 yılında Arnavutluk'ta doğduktan iki sene sonra âilesiyle Türkiye’ye taşınmış, burada okuyup askerliğini yapmış. Kendisini Agnostik diye tanımlayan Diamond "Agnostisizm ve İlâhi Tragedya" isimli kitabın yazarı ve ayrıca da Youtuber'dır.
Henüz 30 yaşında olan bu gencin aslında şu ana kadar Youtube’de yayınladığı videoları dışında, ardında iz bırakacak kayda değer bir mâzisi ve eseri yok. Kendine açtığı bir video paylaşım kanalı üzerinden para kazanıyor. İzlenirliğini artırmak için yeterli bir altyapısı olmadığı halde ilgi çekebilecek ve/ya sansasyon oluşturacak konulara bodoslama giriyor. Bu gencin dini tedrisatını bilemiyorum fakat kendi anlatımına göre “müslüman bir anne-babadan dünyaya gelmiş”.
Bazı konuşmalarına bakılırsa, terk ettiği dinini yeterince ve etraflıca anlayamadığı, kendi akıl fenerinin cılız ışığıyla yol almaya çalışan, hikmetsiz felsefenin dipsiz ve karanlık dalâlet vadilerinde yolunu-izini kaybettiği izlenimi veriyor. Ateizmden başlayıp kim bilir nerelere savrulmuş, şimdilerde ise Agnostizm denilen bilinmezlik gayyasında şüpheler ve tereddütler içinde debelenen, çırpındıkça daha da derinlere batan, ne tuhaf ki şu haliyle kendini sıkı filozof zan eden bir “çaylak”!..
Ben “çaylak” dedim de yoksa çömez mi demeliydim? Tarihçi Ahmet Anapalı ise, kömür halden çıkmamakta direnen genç Diamond’un yayınlanan bazı videolarında değindiği bir kısım tarihi olaylarla ilgili olarak, boyunu çok aşan ve ciddiye alınmaya değer bulmadığı sözlerine binaen, Diamond için “Aslında adam değil de, sosyal medyanın adam ettiği”, “Bilgiliymiş/bilginmiş gibi görünen yarı cahil” diye niteledikten sonra benim “çaylak” tâbirimle uyuşan “ergen” deyivermişti. Çocukluktan ergenliğe çıkmaya çalışan ve rüştünü ispat etmeye hevesli toy bir delikanlı misâli!..
Kabuğunu yenice kırmış, kanatları palazlanmamış, daha göğe yükselmemiş, semânın sonsuzluğunda pervaz etmemiş bir serçe yavrusunu andıran bu “ergen” felsefe çömezi, özenip benzemeye heveslendiği ve izinden gittiğini sandığı filozof önderlerinin çok bilmiş ve kibirli edâsıyla, dinden edebiyata, evrimden tarihe kadar hemen her konuda konuşup ahkâm kesiyor.
İlmi meseleleri terkip ve inşa kabiliyeti edinememiş filozof özentisi, havsalasının alamadığı ağır meseleleri hâlen etkisinden kurtulamadığı Ateizmin tek boyutlu ve dar açılı yüzeysel bakışıyla, henüz hamlıktan çıkmamış, derinliği olmayan sığ görüş ve düşüncelerini dile getiriyor. Üstüne vazife almış gibi her programında dine ve dini değerlere saldırıyor, bâzen alay edip aşağılayarak içindeki zehri kusuyor.
Ah be çocuk, bilmez misin ki karbon dizilimi doğru olmazsa kömürden elmasa dönüşülmeyeceği gibi, akla ve kalbe giren kavramlar, sahih bir akide temeli üzerinde hazmedilerek, anlayıp idrak edilerek, bol bol tefekkür ve tezekkür edilerek, zihinde ve dimağda sağlam zemin üzerinde ve yerli yerine oturmazsa -şimdi olduğun gibi- insanı bocalatıp durur…
Genç Diamond’un en son haltı, Fahr-i Kâinat Peygamber Efendimiz (sav) ve muhterem zevcesi mü’minlerin annesi Hazreti Aişe’nin (ra) evlenme yaşı ile ilgili olarak ileri geri laflar etmesiydi. Bu toy genç, bu çömez bilmez mi ki dostuyla-düşmanıyla asırlardır bütün insanlık Hazreti Muhammed Mustafa’nın وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يمٍ (Kalem S./4.Ayet) “Ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin” kudsî beyanındaki yüksek ahlâkına ve ulvî seciyesine hayrandır. O Risalet Güneşinin onca amansız, gözü dönmüş, kalbi kaskatı ve hasud düşmanları yüce şahsiyetine gölge bile düşürememişlerdi.
Çünkü o mücessem rahmet, o seçkin ve yüce insan, en baştan beri ve hâlen İlâhi koruma altındadır ki onu koruyacak olan Alemlerin Rabbi’dir: …وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِۜ … (Maide/67) “…Allah seni insanlardan koruyacaktır. …” Kıyamete kadar aydınlığıyla göz kamaştıracak o parlak kandili hiç kimse, ne dün ne bugün hiç bir zaman söndüremedi ve zaten sönmeyecektir de!..
Seni haddini bilmez çocuk! Bu imkânsiz iş senin gibisine mi kaldı?! Yemle beslenen zavallı kuşcağız Zümrüd-ü Anka’ya kara çalmaya çalışıyor. Bilmez ki ilmin zirvesi, bilmenin de kemâl mertebesi “haddini bilmektir”! Cahil cesareti böyle bir şey olsa gerek!..
***
İşte iki Diamond’un hikâyesini özeti:
Birisi isminin hakiki mânâsıyla müsemma olarak İlâhi aşkla, yüreği Peygamber sevda ve hasretiyle yana yana kömürden elmasa dönüşmüş bir halde Rabbinin huzûruna çıkıp ebedi saadete mazhar olacak.
Diğeri ise, cevherini kömür halinden çıkaramamış, okuyup öğrendiklerini hazmedip zihninde yerli yerine oturtamamış, fikri çalkantılar içinde anaforlar yaşayan, pusulasının bozuk olduğundan bile gafil bir şaşkın! Temenni edelim ki, ikinci Diamond’un içindeki cevhere imanın nûru girsin de içi sükûn ve sekinet bulsun. Allah ve Resûlünün hayatbahş muhabbetiyle hidayete erip ebedi saadete ulaşacağı istikamete varsın. İnşaallah…
ELMAS ve PIRLANTAYI NE BOZAR?
Klor, kabartma tozu, aseton, saf alkol, limon suyu, sirke, kola, amonyak, terebentin, sodyum metabisülfit, hidroklorik asit ve benzeri kimyasal maddeler elmasın da içinde bulunduğu değerli taşlara zarar verir. Bu tür maddeler mücevherlerin rengini giderebilir ve hatta ayarlarını bozabilir. Bâzen faydalı olabileceği sanılan bir kimyasal madde işlenmiş ve berraklığı artırılmış bir elmas veya pırlantanın parlaklığını giderip mat ve bulanık görünmesine sebep olabilir.
İşte vahyin nûrundan mahrûm hikmetsiz ve tek kanatlı felsefe elmas ve pırlantaları bozan, mücevherlere zarar veren ve kıymetten düşüren kimyasallar gibidir. Kişiyi elmas ayarına çıkaracak en değerli cevheri olan aklı ve kalbi şüphelerle, tereddütlerle, belirsizliklerle, red, inkâr ve küfür fikir ve düşünceleriyle ifsad olduysa ayarını bozup, rengini siler, parıltısını örter ve berraklığını giderir. Allah korusun, “Sonra tefessüh eder gider. İşte küfür, böyle mahiyet-i insaniyeyi yıkar, elmastan kömüre kalbeder.” (Sözler, 23.Söz, 1.Nokta)
***
DAHİLEK YA RASULALLAH
Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Resûlallah,
Nasıl bilmem bu nirâna dayandım yâ Resûlallah,
Ezel bezminde bir dinmez figândım yâ Resûlallah,
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Resûlallah...
Yanan kalbe devasın sen, bulunmaz bir şifasın Sen,
Muazzam bir dehâsın sen, dilersen rehnümâsın Sen,
Habib-i Kibriyâ’sın sen, Muhammed Mustafa'sın Sen,
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Resûlallah...
Gül açmaz, çağlayan akmaz İlâhi nûrun olmazsa,
Söner alem, nefes kalmaz felek manzûrun olmazsa,
Firak ağlar, visal ağlar ezel mestûrun olmazsa,
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Resûlallah...
Susuz kalsam yanan çöllerde can versem elem duymam,
Yanar dağlar yanar bağrımda ummanlardan nem duymam,
Alevler yağsa göklerden ve ben mess eylesem duymam,
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Resûlallah...
Erir canlar o gül bûy-i revân bahşın hevâsında,
Güneş titrer yanar didârının bak ihtirâsında,
Perişan bir niyâz inler hayatın müntehâsında,
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Resûlallah...
Ne devlettir yumup aşkınla göz râhında can vermek,
Nasip olmaz mı Sultanım haremgâhında can vermek,
Sönerken gözlerim, âsân olur âh’ında can vermek,
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Resûlallah...
Boyun Büktüm Perişânım Bu Derdin Sende Tedbiri,
Lebim Kavruldu Ateşten Döner Pâyinde Tezkiri,
Ne Dem Gönlün Murad Eylerse, Taltif Eyle Kıtmiri,
Cemâlinle ferahnâk Et ki Yandım Yâ Resûlallah…
(Mehmet Abdulkadir Keçeoğlu-Yaman Dede)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.