Afife ARTIK
İkinci Şuayı anlamak – 33 - Ferdiyet-i Rabbaniye ve Vahdet-i İlahiyye
İsm-i Ferd’in Altıncı İşaretindeki konuları altı madde ile ifade edebiliriz:
- Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan tevhid ve Ferdiyeti pek çok tekrarla, kuvvetli bir hararetle, yüksek bir halavetle ders veriyor
- Bütün enbiya ve evliya ve asfiya, en büyük zevklerini ve saadetlerini, kelime-i tevhid olan La İlahe İlla Hû’da buluyorlar.
- Bütün kemalâtın medarı ve esası Ferdiyet-i Rabbaniye ve vahdet-i İlahiyedir.
- Kâinatın hilkatindeki hikmetlerin ve maksatların menşei ve madeni Ferdiyet-i Rabbaniye ve Vahdet-i İlahiyedir
- Zişuur ve ziaklın, hususen insanların metalib ve arzularının husûl bulmasının menbaı ve çare-i yeganesi Ferdiyet-i Rabbaniye ve Vahdet-i İlahiyedir.
- Bütün kâinattaki kemalâtın ve cemallerin Sani-i Vahidde bulunan kudsî kemalatın ve cemallerin gölgeleri ve cilveleri ve işaretleri ve tereşşuhatı olduğunun bilinmesi, kainatın Sâniinin, Vahid-i Ehad olarak bilinmesine bağlıdır. (bu altıncı madde hâşiye olarak zikredilmiştir)
İlk iki madde bedihidir, îzah gerektirmiyor. Kur’an-ı Hakîm’de mühim dört unsurdan biri tevhiddir ve Kur’anın hey’et-i mecmuası gibi her bir kelimesinde bile tevhidin sarihan, işareten ve remzen ifadeleri vardır. Bütün enbiya, evliya ve asfiyanın en ziyade zevk ve saadetlerini “La İlahe İlla Hu” kelâmında bulması ise; hem bazı hadis-i şeriflerde beyanı vardır hem de zikir ehli için yakînîdir.
Hüküm bildiren sair dört cümleyi anlamak[i] için ise onlara soru sorabiliriz. Mesela:
- Ferdiyet-i Rabbaniye ve Vahdet-i İlahiye neden bütün kemalâtın medarı ve esasıdır?
- Kâinatın hilkatindeki hikmetlerin ve maksatların menşei ve madeni neden Ferdiyet-i Rabbaniye ve Vahdet-i İlahiyedir?
- Neden zîşuur ve zîaklın, hususen insanların metalibinin ve arzularının husûl bulmasının menbaı ve yegane çaresi Ferdiyet-i Rabbaniye ve Vahdet-i İlahiyedir[ii]?
- Kainattaki bütün kemalât ve cemallerin, Sani-i Vahid’in kudsî kemalâtının ve cemalinin gölge, cilve, işaret ve tereşşühatı olduğunun bilinmesi neden Sani’in Vahid-i Ehad olarak bilinmesine bağlıdır.
Bu dört soru üzerinde tek tek duralım:
- Ferdiyet-i Rabbaniyye ve Vahdet-i İlahiye ile kemalât ilişkisi:
Akıl yolu ile düşündüğümüzde ve aşama aşama gittiğimizde kemalât bu basamakları ile karşımıza geliyor: eserin kemâli, fiilin kemâli, ismin kemâli, sıfatın kemâli, şuunatın kemâli ve nihayet hepsinin menbaı, madeni ve esası olan Zât-ı Akdes’in kemâli[iii]. Eğer kalbi devreye sokmazsak bunlar bir silsile gibi düşünülebilir. O zaman mahlukât ayinesinde gördüğümüz bir kemalâtı Kâmil-i Zülcelal’e vermek için her seferinde uzun bir tefekküre muhtaç oluruz. Fakat kalb aklın yardımına gelse, ruh harekete geçse, vicdan devreye girse; kemalât nâmına ne görsek derhal bir hads (şimşek gibi bir sür’at ile intikal demektir) ile Kemalât-ı Zâtiyeye aidiyetini ve mensubiyetini, ayîneliğini bilebiliriz, bulabiliriz ve görebiliriz. İnsanın kemalî elbette bütün bu cihazlarını kendine mahsus ubudiyetlere sevk etmesi ile tahakkuk edebilir. Aklın, kalbin, ruhun ve vicdanın da ayrı ayrı ubudiyetleri vardır.
Mahlukatın kemalleri; Zâtında bütün şuunatı, sıfatları, isimleri ve fiilleri ile bir tek olan Ferd-i Vahid-i Ehad’in varlığı ve bütün kainatı kuşatan benzersiz taasarrufatı (faaliyet-i müstevliye) ile tahakkuk etmektedir.
Cenab-ı Hakk; Kendi kemâlini en nihayet mertebede bildirdiği ferd olan insanların en mümtazı Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam’ı huzuruna alıp Ehadiyeti ile Rü’yetine ve kelâmına mazhar etmezden evvel onu bütün mahlukatının tabakalarında seyahat ettirir ve İsimlerinin semasında gezdirir, bütün isimlerin arşına eriştirir. Her isimlerinin a’zam mertebelerini ve İsm-i A’zamlarını tâlim eder öğretir.
Kendisini en ziyade bilen ve tanıyan zâtı bütün mahlukatının tabakalarında gezdirmesi ve isimlerinin arşında seyahat ettirmesi ile, her mertebede her hâli ile cemalini ve kemalini ona göstermek irade etmesindendir. Zira Rabbimizin kemalini ancak cem’i masnuatı gösterebilir. Bütün masnuatına bakmak ise kesret içinde bir vahdeti görmekle değil, Ehadiyet ve Ferdiyete ayine olan cihetlerine bakmakla olabilir.
Her ne kadar hepimiz Rabbimizi Kur’andan ve Efendimiz Aleyhissalatü Vesselamdan öğrendiğimiz kelimeler ve manalar ile tanımaya gayret edip tarif etmeye çalışıyorsak da her birimiz ancak O’nun kendini bize bildirdiği kadar bilebiliriz. En ziyade Onu tanıyan en mümtaz kulunun “seni hakkıyla bilemedik” demesi de bize ders veriyor ki; tam manası ile bilinmekten de münezzehtir. Öyle bir Kâmil-i Mutlaktır ki mahlukatın tümü bir olsa yine Onun kemalini anlamakta azciz kalır.
Habibullah’a benzemeye gayret eden ve Cenab-ı Hakk tarafından buna teşvik edilen insan da kalbinde muhabbetullah olmak ile ancak kemalini bulabilip kâmil insan olabilmektedir. Kesrete müptela ve bütün mahlukat ile alakalı olan insan, eğer sevdiği ve alakadar olduğu bütün mahluklar bir tek zâta ait olmazsa ve onları sevmesinin sebebi olan kemalât, Kâmil-i Mutlak’ın kudsî kemalinin ayinesi değilse, nasıl kalbindeki bütün muhabbeti Allah’a verecek ve sair mahlukat ile alakası, Vedud-u Bâki olan Rabbine olan muhabbetine nasıl halel vermeyecektir? Bilakis insanın mahlukata olan alâkası ve muhabbeti; kendisi ve bütün mahlukatın sahibi olan Ferd-i Vahid-i Ehad’e ubudiyyetini arz suretine girecektir ve öyle olmaktadır. Allah için sevmek de bu manadadır ki; sevilen mahlukda sevilmesinin sebebi her ne ise (cemal, kemal, hüsün, ihsan gibi) cümlesi kainat san’atkarının kudsî cemalinden ve kemalinden gelmekte ve onlara ayinelik etmektedir.
Demek insanın kemâli, ancak bütün mahlukat bir tek zatın tasarrufunda ve hepsi O’na ayine olmaları ile tahakkuk edebilir. Ancak böylelikle insan; mahluk ayinelerde meftun olduğu hüsün, kemal ve cemalin Zât-i Ferd-i Vahid-i Ehad-i Cemîl-i Vedud-u Bâki’ye aidiyetine şuur kazanır ve şirkten muhafaza olunur. Yoksa o güzellikleri fani mahluka ve şuursuz sebeplere taksim etmekle kendi bütünlüğüne en büyük darbeyi vuracak ve o güzel mahlukun ekşi ve acımasız simalarına muhatap olacaktır. (kat-ı intisab ile nazar edilen yüzleri)
Bütün kainatın bir cihette insana musahhar olması da insanın bu kainat içinde çok mühim bir işi ve kemâli bulunduğunu gösterir. Dört unsur, cemadat, nebatat ve hayvanat taifeleri insanın ihtiyaçları ve terbiyesi için âdeta seferber edilmiştir. Acaba İnsanı bilen birinin bütün onları sevk ve idare ediyor olmasından ve insandan büyük bir muradı bulunduğundan başka ne ile bu durum izah edilebilir? Eğer o mahlukat insana hizmetle vazifeli ise, insanın da bir başka vazifesi olmalı ve onu bulup yerine getirmekle kemalini bulabilir.
Yine insan, istidatlarını nem’alandırmak üzere bu dünyaya gönderilmiş ve her şey onun istidatlarının inkişafı için ayarlanmıştır. Hastalıklar onu bir şükür fabrikası haline getirirken, elem ve musibetler de acz ve fark madenini işlettirir, hemcinslerine yardım edememenin elemi ile her kuluna şefkat eden Rahmet ve Rahimiyeti ve hususi imdadat ve ihsanatı bulmaya sevk olunur. Yani; ister menfi görünsün ister müsbet[iv], ona yaşatılan her şey insanın kemâline hizmet eder. İhtiyaç ve lezzet saiki ile de fıtrat vazifelerine sevk edilir. Her hâli ile Sani-i Hakîm’in kemaline hizmet eder. Eksik ve kusurları ve noksanları ile de Rabbinin kemalini ilan eder.
Öyle ise mesela hastalık ve musibetlerin hakikatini görmek ancak neticelerine nazar etmekle olabilir. Bir şeyin kemali, sadece kendisi ile değil ona takılan meyve ve neticeler ile görünebilir. Yoksa mesela Peygamberlerin çektiği meşakkatlere bakan ama onların âli mertebelerini ve vazifelerini bilmeyen elbette meseleyi anlayamaz.
Sair mahlukatın kemâlleri de ayinedarlıkları ile tahakkuk eder[v]. Harf manası ile kendilerine bakıldığında ulaşılan manalar, hakikatler, fiil, isim, sıfat ve şuunata olan işaretler onların kemalleridir. Bu nedenle onlara isim manası ile bakmak kemallerini inkar ve onlar üzerinde –hâşâ- rububiyyet davasına girip fıtratlarına menfice müdahale etmeye insan-ı gafili sevk eder.
Nübüvvetin nuru ile mahlukatın Cenab-ı Hakk’a bakan manalarını okuyanlar yani; bu kainat kitabını hakkıyla mütalaa edenler, kemâle erenler bulundukça bu kitap açık kalacak ve Resulü dinleyip tâbi olanlar kalmadığında bu kitap dürülüp kapatılacaktır. Bütün mahlukatın vazifelerinin tahakkuku, onları imanın şuuru ile okuyan mütalaacı insanın varlığı ile kaimdir. Kayyum isminde bahsi gelecektir.
Hayat ise; şükür, hamd, ibadet ve muhabbet ile kemalini bulur ki bunların kâffesi de Ferdiyet-i Rabbaniye ve Vahdet-i İlahiye ile mümkündür. İlah tek olmazsa ve bütün tasarrufat istiklal ve infirad sahibi bir tek Ferd’in elinde bulunmazsa hayatın neticeleri olan şükür, hamd, ibadet ve muhabbet de dağılıp gidecektir. Yüzleri bunlara liyâkatı olmayan insanlara ve şuursuz mahluklara dönecektir. En lezzetli bir nimet olan hayat azaba inkılab edecektir.
Mahlukatın her taifesinin kemallerinden misaller vermek elbette bir kitabı gerektirir. İkinci Şua’ya erdiğimizde her ferdin ve insanın kemalleri hakkında daha uzun tafsilat gelecektir.
İnsan fıtraten kemalâta meftun olduğundan ancak Kamil-i Mutlak’ın varlığını bilmek ile, hem de şuurlu bir iman ile bilmekle, kemâlata karşı meftuniyet hislerini tatmin edebilir. Daha bunun gibi sayısız hisleri vardır ki her biri ancak Zât-ı Ferd-i Vahid-i Ehad’i bilmek ile tatmin olabilir. Matlabları de bu Zâtın varlığı ve birliğine bağlıdır. Bu nedenle Allah’ı bulan her şeyi bulur. Bulamayan ise hiçbir şeye erişmiş değildir.
Sair maddeleri bir dahaki seferimize bırakalım ki; okumanın suhuletinin kemâline nâkıse gelmesin…
[i] Otuzuncu Lem’anın fihristini yazmak ile tavzif edilen Hüsrev Ağabey bu ifadeleri kullanmıştır: “…âh ne olurdu, bu risalenin hakikatlarının a’makına ulaşmak şöyle dursun, sathını olsun bâri görebilseydim…” Bu nûranî zât bunu demiş iken bu mevzuları anlamaya çalışmak bize mi kaldı demeyeceğiz elbette. Çünkü; bunlar Kur’anın dersleridir ve bizim gibi âmilerin de içinde hisseleri vardır. Ne kadar alabilsek kârdır ve koparmasındaki zahmet elbette lezzetini arttırmaktadır.
[ii] Bu üç farklı soru kalıbının ayrı ayrı düzenlenmesi bir çeşitlilik içindir. Her bir soru için Ferdiyet-i Rabbaniye ve Vahdet-i İlahiyye kavramını başa alarak cümleyi kurmak da mümkün.
[iii] Abdülkadir Badıllı merhumun tercüme ettiği Mesnevi-i Nuriye’nin Katre Risalesindeki Allahu Ekber mertebelerinde, Cenab-ı Hakk’ın kemâlatı fevkalade bir sadelik ile beyan edilmiştir. Kemalâtın mertebeleri gösterilmiştir.
[iv] Genellikle bir şeyi müsbet veya menfi olarak niteleyişimiz, kemale bakacak gözümüzün zayıflığından kaynaklanmaktadır. Öncesi ve sonrası, mukaddemesi ve hatimesi ile bakabilirsek ve dünyayı ahiretsiz düşünme hastalığından kurtulabilirsek ancak bir şeyin müsbet mi menfi mi olduğunu sağlıklı değerlendirebiliriz. Hızır Aleyhisselam’ın Musa Aleyhisselam’a olan tâlimi bu konuda önemli bir mürşittir.
[v] Otuzikinci Söz’ün Üçüncü mevkıfı mahlukatın keyfiyetleri hangi hakikatlere ve isimlere dayandığını ve nihayetlerinde Manevi Cemal ve Kemal bulunduğunu bir Hasna ve çiçek üzerinden misallendirerek anlatmıştır.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.