Afife ARTIK
İkinci şuayı anlamak-4
Birinci meyvenin en can alıcı cümlesine gelmiş bulunuyoruz. Cümle bu: “Hem tevhid sırrıyla, şecere-i hilkatın meyveleri olan zîhayatta bir şahsiyet-i İlahiye, bir ehadiyet-i Rabbaniye ve sıfât-ı seb'aca manevî bir sîma-i Rahmanî ve temerküz-ü esmaî ve iyyake nabudü ve iyyake nestain deki hitaba muhatab olan zâtın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu tezahür eder.” Bu hakikatlerin göründüğü ayine zihayat ayineler olduğuna göre ve bunun anlamı da hayat sahibi demek olduğuna göre önce hayat üzerine bir okuma yapmamız gerekiyor. Hayat sahiplerinin hususiyetini anlayabilmek için evvela hayatın ne olduğuna bakalım.
Hayat vücudun nurudur diyor Yirmi Dokuzuncu Söz. Yani bir şeyin ademden vücuda çıkması o şeyin hayata mazhar edilmesi ile oluyor. Cemadat dediğimiz şeyler dahî müekkel melaikeleri olduğu cihetle hayata mazharlar. Bütün mevcudat, yaratılmış ne varsa hayata mazhar. Ya kendi ruhu var ya da müekkel melaikesi var. Vücudun görünmesi hayat ile oluyor. Hayat bir fihriste gibi. Bütün Esmaül Hüsna’ya ayinedarlık ediyor. Otuzuncu Lema’nın beşinci nüktesinde hayatın yirmisekiz hassası izah edilmiş. Burada hepsini sayamayacağız ama İkinci Şua ile ziyade alakadar olan bir kaçını zikredelim: “…hem güya, kainatın küçük bir zihayatta yerleşmesine vesile oluyor gibi; koca kainatın bir nevi fihristesini o zihayatta göstermekle beraber, o zihayata ekser mevcudatla münasebettar ve küçük bir kainat hükmüne getiren en harika bir mucize-i kudrettir. Hem en büyük bir küll kadar – hayat ile – küçük bir cüzü büyüten; ve bir ferdi dahi, külli gibi bir âlem hükmüne getiren; ve Rububiyyet cihetinde, kainatı; tecezzi ve inkısam kabul etmez bir küll, bir külli hükmünde gösteren fevkalade harika bir san’at-ı İlahiyyedir.” Demek bir şey hayat vasıtası ile adeta her şey hükmüne geçiyor. Hayata mazhar olması ile bir tek fert adeta âlemler kadar genişleniyor. Dördüncü Şuanın bu gelen cümlesi bunu çok net ifade ediyor: “…en büyük bir nimet olan vücudu, bu vücudumda büyütmek ve çoğaltmak için hayatı verdi.”
Yirmi İkinci Söz’ün ikinci makamının Dördüncü Lem’asında da böyle geçiyor: “zira bir zihayat ekser kainatta cilveleri görünen Esmayı birden kendi âyinesinde gösteriyor. Adeta bir nokta-i mihrakiyye hükmünde Hayy-ı Kayyum’un tecelli-i İsm-i A’zamını gösteriyor.” Evet, biliyoruz ki kainattaki her şey Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin ayinesidir. Sani-i Hakîm bu kainatı, kendisini tanıttırmak ve sevdirmek için yaratmıştır. Her bir Cemal ve Kemal sahibi görmek ve görünmek istemesi sırrınca Cenab-ı Hakk kendini ayinelerde göstermek ve gayrın nazarı ile de kendi Cemal ve Kemalini müşahede etmek hikmetine binaen bu kainatı yaratmıştır. Fakat bu kainata, bu eserlere bakarak Allah’ın Kemal ve Cemaline ait manaları okumak, eserden fiile, fiilden Esmaya, Esmadan sıfata ve sıfattan şuunata intikal etmek ancak Cenab-ı Hakk’ın cemî masnuatına birden bakabilmek ile olabilir. Yani kainat vüsatinde bir göz olacak ki tüm eseri birden bir şey olarak görebilsin. Lemalardaki ‘Bu da güzeldir’ adlı kısımda Üstad, kainat ve içindekiler gözümde öyle küçüldü öyle küçüldü ki üzerinde Efendimiz Aleyhissalatü Vesselamın siluetini gördüm diye bu bakışı tarif ediyor. Fakat herkesin nazarı bu kadar genişleyemez elbette. Ama bu vüsatli mananın tümünü kendisinde gösteren bir ayine var, işte o da zihayatlardır.
Zîhayat öyle bir ayine ki; ancak bütün kainata bakmakla görülebilecek bir manayı bölünmeden, parçalanmadan tümüyle kendinde görteriyor. Ehadiyyete ait bir sikkeyi taşıyor. Tam da bu noktada Ondördüncü Lemanın ikinci makamını okumak gerek belki. Meraklılarını oraya havale edelim. Otuzüçüncü Sözün Yirmiüçüncü Penceresi olan ‘Hayat Penceresi’nin tamamını da burada paylaşmayı arzu ederim ama bir cümlesi ile iktifa edelim: “Evet, hayat tek başıyla bir Hayy-ı Kayyum’u bütün esmâ ve şuunatı ile bildirir.” Hayat çok yerlerde pekçok hakikatten memzuc bir hakikat olarak tarif ediliyor. Öyle ki hayatın içinde yok yok. Mesela bir şeye hayat girdiği vakit hikmet, inayet rızık gibi çok manalar da orada görünüyor.
Böyle geniş ve burada sayamadığımız pek çok manayı içine alan bir hayat, hayat sahiplerinin de kainat kadar külli bir manaya ayinedarlık etmesine sebep oluyor. Elbette zihayatlar içinde en camisi insandır. Yani hayat manasını en parlak olarak kendinde gösteren insandır. İnsan bir nakş-ı azamdır.
Evet, hayat ve zihayat hakkında bu kısa seyahatten sonra gelelim üzerinde tefekkür etmeye çalıştığımız cümleye. İkinci şuanın o, akılları hayrette bırakan cümlesi, yazının başında zikrettiğimiz cümle. Hemen itiraf edeyim ki benim terazim bu sıkleti çekemiyor. “iyyake” hitabına muhatap Zat’a ait bir teayyün ve teşahhus manası…Fatiha Suresinin başından tâ bu iyyake hitabına kadar gaibane bir hitap var. Alemlerin Rabbi, Rahman, Rahim, din gününün sahibi vasıflarında, bir Zatı tarif etmek ve sıfatları ile, isimleri ile onu tavsif etmek manası var. Ama “iyyake” hitabına gelince iş değişiyor; artık bire bir muhatap olduğum bir Zat’a hitap ediyorum. “sen” diyorum. “Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz” diyorum. Demek hâzırane muhataba suretinde hitap ettiğim o zatın teayyün ve teşahhusuna ait manayı zihayat ayinelerde görmem mümküm. Cümlenin devamında zihayatın masnuiyeti arkasında bu mananın görüneceği kaydı var. Madem üzerinde tefekkür edeceğiz cümleyi dineyelim: “ Hem o cüz’î zihayatlarda pek zahir bir sürette anlaşılır ki, onun Sanii onu görür, bilir, dinler, istediği gibi yapar. Adeta o zîhayatın masnuiyeti arkasında muktedir, muhtar, işitici, bilici, görücü bir zatın manevî bir teşahhusu, bir teayyünü imana görünür.” Demek bunu gözüm değil, imanım görecek. Bu cümledeki ‘istediği gibi yapar’ ifadesinde isteyen o zihayatın kendisidir diye anlıyorum. Çünkü sanatkarı onu biliyor, onu görüyor, onu dinliyor ve o zihayatın istediği tarzda yapıyor. Aynı kader bahsindeki o küçük çocuğu, çocuğun kendi istediği yere götürmek gibi. Eğer Sani kendi istediği gibi yapsa o zihayatı bilmesi, görmesi, dinlemesi üzerine vurgu yapılmazdı her halde. Bir de ‘masnuiyeti arkasında’ ifadesi ehemmiyetli görünüyor. Bu manayı müşahede etmek için o zihayatı bir masnu olarak görmek yani Sanii’ne olan intisabı içinde değerlendirmek lazım geliyor. Eğer sanat olarak göremezsem nasıl sanatkarına nispet edeceğim? Peki bu san’at bana Sanii’nin hangi sıfatlarını anlatıyor? Muktedir, muhtar, işitici, bilici, görücü vasıflarını anlatıyor. Öyle bir zatî kudreti var ki hiçbir şey ona ağır gelmez, koca kainatı bir tek şey gibi yaratır ve idare eder. Ve öyle irade etmiş ki kainatta görünen bütün manayı bir zîhayat âyinesinde gösteriyor, bütün zihayatları işitiyor, biliyor ve görüyor. Hem de istediği gibi yapıyor ama bir karışıklık olmuyor. Öyle bir intizam içinde işler dönüyor ki bir zihayatın istediği gibi yapması diğer zihayatların istediği gibi de yapması önünde bir engel teşkil etmiyor. Hepsi ahenk içinde bir bütünün parçaları olarak yapılıyor. Bir iş bir işe mani olmuyor. Tam tersine birbirini tamamlıyor.
Takip eden bu cümleye de nazar edelim: “ve bilhassa, zîhayattan insanın mahlukiyeti arkasında gayet aşikar bir tarzda o manevi teşahhus, o kudsî teayyün sırr-ı tevhid ile, imanla müşahede olunur. Çünkü o teşahhus-u ehadiyetin esasları olan ilim ve kudret ve hayat ve sem ve basar gibi manaların hem numuneleri insanda var; o numuneler ile onlara işaret eder.” Önceki cümlede imana görünür demesine rağmen burada imanla müşahede olunur demesi de çok manidar. Müşahede insanın kendi mahiyetinde olanla beraber külli bir hakikate şahit olması anlamına geliyor. Yani afaka bakıp diğer zihayatlarda okuması ‘görmek’ ise; kendi mahiyetiyle beraber okuması ‘şahit olması’ yani daha yakinen idrak etmesi ‘müşahede’ manasını yaşıyor. Kainattaki tasarruf ile, kendindeki tasarrufun bir olduğuna yakîn getiriyor. Bu iki kavramın farkını anlamak için Yedinci Şuanın birinci babı ile ikinci babının arabî ifadelerini karşılaştırmalı okuyabiliriz. Demek insanı bir mahluk olarak gördüğümüzde, onu Halıkına nispet etmekle Halıkının teşahhus ve teayyününe dair manaları müşahede edebileceğimiz bir ayine oluyor. Elbette bütün bu manaların görünmesi ancak ve ancak sırr-ı tevhid ile mümkün. Sırr-ı tevhidin ne olduğunu da geçen üç misalden (rızık, şifa ve hidayete dair) bir derece anlamıştık. Sırr-ı tevhid ile bakıldığında; insanda bulunan ilim, kudret, hayat, sem, basar gibi manaların numuneleri adeta bir pencere veya ayine gibi olup, insanın Halıkına ait sıfatları bize gösteriyor. Elbette bu manaları okuyabilmenin birinci şartı enaniyetli vücuttan tecerrüt etmektir. Ayinemizde görünenleri temellük etmemek, kıymetten düşürmemek gerek. İkinci Şua ile alakalı ilk yazılarımızda İkinci Şuayı anlayarak okumak için evvela hangi risaleleri anlayarak okumamız gerektiği üzerinde durmuştuk. Bunlardan biri de ene bahsi idi.
İnsanın ayinedarlığı üzerinde daha uzun durabilmek niyeti ile bu konuyu daha sonraki bir yazıya talik ederek hüsn-ü hatime olması niyetiyle şu cümle ile tamamlayalım: “işte, daire-i kesretin müntehasında ve en dağınık cüziyatında, sırr-ı vahdetle binbir esma-i İlahiyye, zihayat denilen küçücük mektuplarda temerküz edip açık okunduğundan o Sani-i Hakîm zihayat nüshalarını çok teksir ediyor. Ve bilhassa zihayatlardan küçüklerin taifelerine pek çok tarzda nüshalarını teksir eder ve her tarafta neşreder.”
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.