Emir DOĞAN
İlahiyatlar ve Risale-i Nur-1
Şu anda ülkemizde sayısı 50’ye yaklaşan ilahiyat fakültelerinin ilki 1949’da Ankara’da açılmıştır. Akademik çatı altında açılan bu fakültelerden beklenen aslında bilimselliğin ölçütlerini de kullanarak, din alanında ortaya konan tüm eserleri objektif olarak değerlendirmek ve gerektiğinde de onları araştırmalarına konu edinmektir. Bunun neticesi olarak da yetiştirilen öğrencilerine de bu donanımları kazandırarak dini ilimler noktasında ehil insan yetiştirme misyonunu üstlenmelerini sağlamaktır.
Ancak bu fakülteler bunu yapmak yerine fiili olarak Ali Fuat Başgil’in tabiriyle “din adamı yetiştirme yerine din tenkitçisi” yetiştirme misyonunu üstlenmeyi tercih etmişlerdir. Temel dini meselelere ve akaidi konulara tarih içerisinde ileri sürülmüş ama pek de taraftar toplayamamış bakış açılarıyla yaklaşmayı tercih etmiş ve bunu da kendi aralarında meşruiyetin bir ölçütü haline getirmeye çalışmışlardır. Aşırı pozitivist yaklaşımla dinin en kudsi meselelerini sıradanlaştırma gayretine düşme hatasını yaşamışlardır. Özellikle bu kurumların açıldığı ilk dönemlerde görev yapan ve ilahiyatla ilgisi olmayan hocalar sadece batının ve bundan beslenen sistemin yerleştirmeye çalıştığı bakış açısını empoze etmeye çalışmışlardır. Uzun süre bu kurumlarda felsefe ağırlıklı derslerle öğrenciler üzerinde menfi tesirler icra edilmiştir.
Bu kurumlarda bu tarzda verilen eğitim, eğitici konumda olması gereken, özellikle örgün eğitimde din derslerini veren öğretmenlerin, yanı sıra üniversitede ders verecek olan gelecek neslin de maneviyattan yoksun ve kendi manevi kültürel değerlerini aşağılayan insanlar olarak yetişmelerine sebep olmuştur. Manevi müktesebatını aşağılama ve hakir görme olayı uzun sürmüştür. İlahiyatlarda yapılan akademik çalışmaların batı tandansı dozajı yüksek olduğu ölçüde kabul şansı yüksek olmuştur. Temel eserlere yaklaşım noktasında da olması gereken önem verilmemiştir.
Bu temel eserlerden biri de Risale-i Nur’dur. İlahiyatlar katı sistemik dinin temsilcileri olarak bu eserleri detaylı bir biçimde incelemeden her zaman önden gidenlerin yönlendirmeleri ve kanaatleriyle hareket etmişlerdir. Bediüzzaman’ı “alaylı” olması hasebiyle olsa gerek çok dikkate almamışlardır. Buna resmi olarak elde edilen ünvanların kendilerinde meydana getirdiği kibir de sebep olmaktadır. Yine pozitivizmin dayattığı sıkı “bilimsel kriter” bağımlılıkları Risalelerin bilimsel olmadığı fikrini kendilerinde husule getirmiştir. Bu eserlerin hakkını teslim eden veya bir şekilde nasiplenen camia elemanları da bu sıkı atmosfer içinde seslerini yükseltememişlerdir.
Dünyanın köşesinde kenarında kalmış zayıf bir eserin arkasına takılıp kendi akademik çalışmalarına konu ederek insanların nazarlarını odaklayan ilahiyat camiası gözleri önündeki bu eseri görmezden gelmişlerdir. Tabi bunda Said Nursi’nin hayatı boyunca ortaya koyduğu ve hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmeyen, dolayısıyla müstebid rejime rağmen hakkı haykırmasının da rolü olmuştur.
Görür gözleri olan aydın diye nitelendirdiğimiz akademia çatısı altındaki bu camianın biriken keffaretini din ile ilgili en yüksek idari makamın başında olan ve bu ortamda yetişmiş "görmez" layıkıyla ödemiştir. “Üçok ve Armaner’lerle başlayan ve onların talebeleri olan bizlerin Risale-i Nurları ilahiyat çatısı altına sokmama çabasına rağmen bugün lisans ve lisansüstü talebelerin yarısından fazlasının bu kitapları okuması beni düşündürüyor” diyen ilahiyat hocasının sözlerini düşününce gelinen noktayı çok manidar buluyorum. Risaleleri tedkik eden bir müdakkik insanın tesbitiyle “ümidi olmayan insan eserlerini kibrit kutularına yazmazdı.” Demek ki Üstad’ın sistematiği bu günleri netice verecekti.
Bir dönem insanların okuduklarını izhar etmeye çekindikleri risaleleri okumak ve referansını bu eserler dayandırmak bir şeref vesilesine dönüşmüştür. İlahiyat camiasına çağrımız şudur: Risaleleri araştırmak üzere bünyenizde kürsü açmak için elinizi çabuk tutunuz. Bütün dünya bu eserleri akademik olarak tedkik ediyor. Şayet Avrupa ve dünya yıllardır kıymetini takdir etmediğiniz bu eserlere sahip çıkar, onları gündeme taşır ve siz de bu aşamadan sonra “bunlar yaptıysa hikmeti vardır” deyip sahip çıkmaya çalışırsanız, size bırakılan mirasa sahip çıkmamış olursunuz. Mirası görmeyen ve miras yediren konumuna düşersiniz. Daha da ötesi birer taklitçi konumuna düşersiniz. Pozitivizmin akla indirgemeci yaklaşımına karşı Said Nursi’nin “Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür.” sözünemakes olmamak için ziyayı kalbe, nuru akla davet edecek bir cehd içine giriniz.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.