İmâni sorulara cevaplar-1

Bediüzzaman Hazretleri bu asırda yapılması gereken en önemli hizmetin iman hizmeti olduğunu Emirdağ Lahikasındaki bir mektubunda şöyle ifade eder:
“Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyun ve tabiiyyun tâunu, beşer içine intişâr etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır.”
Bu beyandaki “tam susturacak bir tarzda” ibaresi, imânı tehdit eden şüpheleri izale etmede çok ısrarlı olunması gerektiğini de vurgulamaktadır.
Yani imâni meselelere, kıyısından köşesinden bir miktar değinip de, daha câzibedar ve şa’şaalı olan siyasi, ictimâi mevzularla daha çok meşgul olmak değildir vazifemiz.
Elbette o sahalarda görevlendirilmiş olan şahıslar da olacaktır ve onlar da, vazifedar oldukları siyaset, ictimâiyyat sahnelerinde vazifelerini icra edeceklerdir.
Ancak yine de en önemli vazife bugünlerde dahi iman hizmetidir. Materyalist felsefe, tabiatpersetlik, kendi kendinecilik, sebepçilik, tesadüfçülük gibi “bilim” kisvesi altında beliren hurafe inanışlar, tam manasıyla susmuş ve susturulmuş değildir.
Aslında şu aşamada bizim işimiz oldukça kolaydır. Risâle-i Nur, bütün maddeci, tabiatçı ve tesadüfçü akımlarla mücadele etmenin temel prensiplerini bizlere zâten talim etmiştir. Yâni bu eserler böylece küfrün bel kemiğini kırmışlardır.
İşte bugün biz de, Oğuzhan adlı kıymetli bir okurumuzdan gelen imânî suallere, Kur’ân-ı Hakîm’in “hikmetinden” tecelli etmiş hakikatlerin feyziyle cevap vermeye çalışacağız inşaallah.
Suâl: “Allah bana sormadan beni neden yarattı? Allah bizi neden imtihan ediyor ve inanmayanların ebedî Cehenneme gitmesi adalet midir?”
El cevab:
Evvelâ, Allah Vâcib’ul Vücûd’dur (Vücûdu zorunludur), vücûdu binefsihi kâimdir (Kıyam binefsihi) yani varlığı kendisindendir.
Kâinatta müşahede ettiğimiz ya da etmediğimiz vücûd-u hâriciye çıkmış (varlık sahnesine çıkmış) Allah’tan maada her ne varsa, o şeylerin vücûdları ancak ve ancak Vâcib’ul Vücûd’un yâni vücûdu bütün “şeylerin” vücûdlarından daha zahir olduğu halde, azamet-i kibriyâsından (büyüklüğünün azametinden) dolayı sebep perdeleriyle istitar (örtülmüş) etmiş Sonsuz Varlığın, var etmesiyle vardırlar.
Kâinatta gördüğümüz bütün o varlıklardaki nizam, intizam, denge, hikmet, merhamet, şuûr ve nice özellikler, bizlere Rabbimizin varlığını açıkça gösterir.  Bir kitap yazarsız olmayacağı, bir iğne ustasız, bir bilgisayar yapıcısız oluşamayacağı gibi atomlardan gezegenlere, hücrelerden insanlara bütün varlıklar da şuûrlu, gören, duyan, kudret sahibi bir Yaratıcı tarafından yaratılmışlardır.
Dünyayı, mesela şu çiçeği veyahut da atomları bütün kâinatı kuşatan denklemlere, formüllere, şifrelere uygun kılan, milyonlarca kilometre ötedeki güneşle gözümüzdeki sarı beneği, atmosferle akciğerlerimizi, dilimizle meyvelerin tadlarını birbirine uyumlu kılan bir Vâcib’ul Vücûd Rabbimiz vardır.  
Görme nedir bilmeyenin kamera sistemlerini keşf edip yapması, duyma nedir bilmeyenin bir telefonun ses ayarlarını ayarlaması nasıl mümkün değilse, canlılardaki görme ve duyma özelliklerini de cansız, akılsız, kör, sağır tesadüfün ve tabiatın bilinçle yaratması sonsuz derecede imkansızdır. O halde görülerek, duyularak, bilinerek, şuûrla yaratıldığı belli olan bütün o varlıkları yaratan Vâcib’ul Vücûd bir Yaratıcımız vardır.
O Vâcib’ul Vücûd’dan gayrı her şey, hâdistir yani sonradan olmadır. Allah ise başlangıcı olmayandır yâni kadîmdir, ezelîdir, evveldir, âhirdir.
Bu kısa mukaddimeden sonra elbette şu hakikat açıkça anlaşılır. Allah bizleri yarattığı için biz varız ve eğer bizleri halk etmeseydi (yaratmasaydı) var olamayacaktık.
Sâniyen (ikinci olarak), vücûd-u hârici (varlık) sahnesine çıkmayan yani yaratılmayan yani bir “şey” olarak varlıklar âleminde var olmayan ve Allah’ın ilminde olsa bile varlığının şuûrunda olmayan bir ilmî şey, kendisine sual sorulacak ve kendisinden bu suâlin karşılığında cevap alınacak bir şey değildir.
Sâlisen, zâten halk edildiği için var olan bir varlık, kendi varlığının hikmetlerini bilemeyebilir ama o varlığı yaratan Allah, onu elbette bilerek, hikmetle yaratmıştır.
“Hiç yaratan yarattığını bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” (Mülk 14)
Çünkü Allah, hiçbir hata yapmaz ve her işini hikmetle, bilerek yapar. İctimâ’uz Zıddeyn ( İki zıddın aynı anda birarada olması) mesela bir kağıdın aynı anda beyaz, aynı anda siyah olması muhal olduğu gibi, Allah da hem sonsuz Hakîm olup hem de hikmetsiz iş yapmaz.
Râbian, Allah kullarını imtihan edebilir ama kul Rabbini sorguya çekip imtihan edemez:
“(O,) yapmakta olduğundan suâl olunmaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir.” (Enbiyâ 23)
O yüzden Allah’a karşı gerçekte böyle bir soru sorulamaz. Yaratan yaratmalarını kimseye sorarak yapmaz. Kendi Sonsuz İlmi öyle iktiza ettiği için, kimi zaman ibda’, kimi zaman ihtira’, kimi zaman da inşa tarzında yaratır.
Hâmisen, “Bana sormadan beni neden yarattı?” suâlini soran bir varlık, halk edilmemiş olsaydı ya da halk edilseydi de zîhayat olarak yaratılmamış olsaydı veya canlılar âleminde yaratılmış olsaydı da şuûr sahibi bir insan olarak yaratılmasaydı böyle bir suali dile getiremeyecekti.
Yok olmayıp, cansız olmayıp, bitki olmayıp, hayvan olmayıp, insan gibi şuûrlu bir varlık olarak yaratıldığımız için bize düşen ancak ve ancak şükürdür. Madem varlık ağacının meyvesi olarak, yani şuûrlu bir insan olarak yaratılmışız; o halde bize düşen isyan değil, bu nimeti bize verene şükür etmektir. Pâdişahın sarayına davet edilip de, türlü nimetler içinde ağırlanan bir adam gibi bizler de hava, su, meyve, vücûd, ay, güneş, mevsimler vb. sayısız nimetlerle bizi karşılayan Rabbimize bu nimetler için teşekkürü bir borç bilmeliyiz.
Sâdisen, vücûd (varlık) mahz-ı hayırdır yani sadece hayırdan ibarettir; adem (yokluk) ise mahz-ı şerdir yani sadece şerden ibarettir. Demek ki “var olmak” şer değil bir hayrın kendisidir ve insana verilmiş en büyük hediyedir. Varlığın değerini bilmemek, onun değersiz ve kötü bir şey olduğunu göstermez. Zira gözünü kapayan yalnız kendisine gece yapar.
Dünyada yaşadığımız sıkıntılar, ya bizim yapıp ettiklerimizin bir sonucudur ya da sonsuzluğumuz adına birer imtihandır. Sonsuz âdil olan Rabbimiz, bu sıkıntılara sabredişimizin mükafatlarını sonsuz bir hayatta bize elbette verecektir. 
Sâbian, varlığı değersiz/kötü kılan varlığın bizâtihi kendisi değil bizim bakış açımızdır. “Halk-ı şer şer değil, kesb-i şer şerdir.” (Şerrin yaratılması şer değil, kazanılması şerdir) Varlık kötü değildir ama biz varlığı kendimiz için kötü yapabiliriz. Bir bıçak, ekmek kesmek için de kullanılabilir, başka kötü emeller için de...
Hayata ve varlığa iman nuruyla, müsbet, olumlu kısaca bardağın esmâ-yi hüsnâ ile dolu tarafından bakmayı öğrenen insanlar, güzel görüp, güzel düşünmüşler ve böylece hayatlarından lezzet almışlardır. Eğer hayır olarak yaratılmış varlığı kötü olarak görüyorsak, algımızda bir bozukluk var demektir ve öncelikle bu algıyı imân-ı tahkiki dersleriyle düzeltmeliyiz. Mesela, gözlerimizdeki bozukluktan dolayı varlıkların şekillerini farklı görmek ya da görmemek onların değil bizim kusurumuzdur. Mesela kimi gecelerde çocukları korkutan ağaç gölgeleri, yaprak hışırtıları, gök gürültüleri gerçekte o düşünülen kötülüğe sahip değillerdir. Unutmayalım ki, Mevlâna Hazretleri gibi zâtlara ölümü “Şeb-i Aruz-Düğün Gecesi” olarak gösteren hakikat, tahkiki imanın bahşettiği o imânî bakış açısıdır.
Bu meselede son olarak şunu söyleyebiliriz ki, yaratılanın yaradanın yaratma gayelerini bilmemesi, o mahlukun hikmetsiz yaratıldığı anlamına gelmez. Bir masa, bir bilgisayar ya da bir kitap ne için yapıldığını bilmese de, şuûrlu bir varlık tarafından yapılmışsa bir hikmeti elbette vardır. İnsan da ihtiyari (isteğiyle) değil de ıztırari (mecburi) bir şekilde yaratılmıştır. Zâten önceden var olmayan bir şeyin kendi “ihtiyar ve isteğiyle” yaratılması düşünülemez. Böyle olmayan bir varlığa da hiçbir şey sorulamaz. Kaldı ki herşeyi bilen Allah’ın böyle bir sormaya da ihtiyacı yoktur.
İnsanların kendi cüzi şuûr ve akıllarıyla yaptıklarıyla işlerde bile hikmetler oluyorsa, elbette Rabbimizin yarattığı en küçük mahlukta bile nice hikmetler vardır. Taş gibi cansız varlıklardan bir kaç saniye yaşayıp ölen canlılara kadar o yaratılan şey, eğer şu anda varsa, mutlaka var olması gerektiği için vardır. Ekolojik dengenin varlığı gibi “kozmolojik-kâinat çapında denge” de vardır ve bir tek atom bile boşuna yaratılmamıştır. O var olan varlık, kâinatı kuşatan nice ince ayarlarla bağlıdır ve o ince ayarlar gereği de var zâten edilmiştir.
Aslında var olan bütün o varlıklar, Rabbimizin isim ve sıfatlarının yansımalarından ibarettir. Sonsuz bir varlık, elbette sonsuzluğuna yakışır şekilde nihayetsiz, her an değişen, başkalaşan aynalarda isimlerinin sonsuz yansımalarını gösterecektir. Böyle bir varlığın mülkünde bu nesne ya da şu şey neden yaratıldı, keşke yaratılmasaydı diye sorgulamak, ben şu anda neden nefes aldım?, güneşin ışığı dünyayı neden aydınlatıyor?, yerçekimi neden var? diyerek bu oluşları inkar etmek kadar anlamsızdır. Çünkü inkar edilemez ki bütün bu oluşlar yaratılmaktadır ve vardır. Rabbimizin sınırsız esma ve sıfatlarının yansımaları öyle bir mahlukun oluşmasını gerektirmişti ve o da var edildi!
RABBİMİZ BİZİ NEDEN İMTİHAN EDİYOR?
Bu hakikatleri anladıktan sonra, “Rabbimiz bizi neden imtihan ediyor?” sorusu da anlamsız olur. Zira biz, taşlar, bitkiler, hayvanlar gibi şuûrsuz değil, “şuûrlu” yaratılmış varlıklarız. Kâinatta  böyle mükemmel bir sistem oluşturulup bize de görme, duyma, koku alma, tad alma duygusu ve şuûr verildiyse, o halde şu kâinatı halk eden zât kâinatı bizim göreceğimiz ayrıntılarla, duyacağımız seslerle, koklayacağımız kokularla, tadına bakacağımız tatlarla ve   “şuûrumuzla” anlayacağımız “anlamlarla” yaratmıştır.
Görme duygusu görülecek görüntüyü, duyma duygusu duyulacak sesleri, tatma duygusu tadılacak tadları gerektirdiği gibi “akıl, şuûr, bilinç” de farkına varılması istenen hakikatlerin, hikmetlerin varlığını gerektirir. Yani bizâtihi şuûrumuzun varlığı, kâinatın anlamsız olduğu tezinin saçmalığını gösteren en büyük delillerden biridir. O şuûrun karşılığında “şuûrla ve hikmetle” var edilmiş şeyler olacaktır ki, şuûr midemizin “bilinç” açlığı doysun!
Bizleri şuûrlu varlıklar olarak yaratıp varlık âlemine gönderen Yaratıcı, sonsuz derecede Âdil bir yaratıcıdır. Bu sonsuz adaletinin gereği olarak “şuûr” vermediği varlıklarını imtihan etmeyecek, ancak “şuûr” verdiği varlıklarını da imtihan edecektir. Çünkü “şuûr”un varlığı, seçmeyi, iradeyi, yönelmeyi, istemeyi, istememeyi ve diğer bütün bilinçli eylemleri beraberinde getirecektir.
Böyle bir varlık kendi başına bırakılıp imtihan edilmezse, imtihan fikrini kafalarından bilinçleriyle silenler gibi istediğini istediği gibi yapan, kural tanımayan, tek doğru kendi yaptığı olan bir sahte ilaha dönüşecekti:
“Hevâsını (nefsânî arzularını) kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü? O hâlde(vazîfen sâdece tebliğ iken) onun üzerine sen mi vekîl olacaksın?” (Furkan 43)
Sonsuz ilmiyle bunu bilen Rabbimiz, Hz. Âdem’den bu yana peygamberlerini yollayarak bu dünyanın bir imtihan meydanı olduğunu kullarına bildirmiştir. Böylece seçimlerinde ve yönelimlerinde özgür olan insana yaptıklarından “sorumlu” olduğu gerçeği gösterilmiştir. Diğer şuûrsuz varlıklarını ise zâten “fıtri” kanunlarla sınırlamıştır. Böyle bir imtihan onlar için söz konusu olamaz.
Rabbimizin binbir isim ve sıfatları da böyle bir imtihanı gerektirir. Allah’ın “Âdil”, “Tevvab”, “Rahîm”, “Muntakim”, “Kahhar”, “Hâdi”, “Hakem”, “Hasib”, “Müheymin”, “Reşîd”, “Şekur” gibi isimleri “Şâfi” ismi hastalığı, “Rezzak” ismi açlığı gerektirdiği gibi böyle bir imtihanın varlığını gerektirir.
Meselâ kul cüzi irâdesi vasıtasıyla günah işleyecek ama günahına pişman olup Rabbine “Tevvab” ismi gereği tövbe edebilecektir. Kullar bazen yollarını şaşırabilecekler ama “Hâdi” ismi gereği hidâyeti kendi seçimlerinin ardından bulabileceklerdir. Yine kulları arasında hüküm verecek bir “Hakem” varsa o halde, bu âlemde bir müsabaka, bir imtihan da var demektir.
Yine eğer imtihan olmadan bu kullar doğrudan cennete konulmuş olsaydı, o zaman Allah’ın Âdil ismi anlamsız olurdu. Çünkü sonsuz Adalet gereği, iyiler kötülerle, başarılılar başarısızlarla, zâlimler mazlumlarla, inananlar inanmayanlarla ya da ibadet edenler etmeyenlerle eşit mükafatı alamazlar. Bu dünyadaki adalet çoğu zaman yetersizdir. Onlarca insanı öldürmüş bir kâtilin bir kerecik idam edilmesi bile onun suçunun tam bir karşılığı olamaz. Bu da adalettir ama sadece insanlara ait izâfi bir adalettir.
İnsanın istemeden gönderildiği bu dünyada yapıp ettiklerinin başka bir âlemde karşılığı olmalıdır. İnsanın bu dünyaya kendi isteğiyle gönderilmemesi bile imtihanın varlığını gösterir. Çünkü insanın kendi vücudu dahil imtihana dair bütün soruları ve imtihanın yapılacağı âlem ondan bağımsız bir şekilde hazırlanmış ve insan bu hazır âleme, başkası tarafından kendisine verilmiş şu vücuduyla girmiştir.
O halde insanı bu kâinata, ona sormadan bütün cihazâtıyla gönderen zâtın bu kuldan bir isteği olmalıdır. Kovanına yerleştirilmiş arının, ipek kozasına konulmuş böceğin bir vazife için yaratılışı gibi insan da, mâdem bu kâinat kovanında ve kozasında “şuur”, “görme”, “seçme”, “duyma” gibi özelliklerle halk edilmiştir. Demek ki, onun bu özelliklerine göre bir vazifesi, yine onun hayatının bal ve ipekten daha anlamlı bir neticesi olmalıdır. Bu da ancak imtihanla olabilir. Kul, vazifesi olan “iman” ve “kulluk” neticelerini gerçekleştirip gerçekleştirememe kıstaslarına göre imtihan edilir. İmtihanın sonunda lâyık olduğu mükafat ya da mücâzata erişir.   
İnsanın bu dünyada başı boş bırakılmadığını biyolojik gerçeklik de haykırmaktadır. Bu insan sigara içerse Akciğerlerini, alkol kullanırsa Karaciğerini tehlikeye atar, hastalanır. Zina gibi fiillerin karşılığında muaccel ceza olarak pek çok hastalık vardır. Ayrıca insana yerleştirilmiş vicdan pusulası yapılan kötü bir fiilin ardından kullanıcısını git gide psikolojik rahatsızlıklara dönüşecek pişmanlıklarla, onu endişelendiren kalp sıkıntılarıyla uyarır. Bütün bu hakikatler insanın başı boş olmadığını, bir imtihan için bu âleme gönderildiği açıkça gösterir.
Kâinatın varlığı ve yaratılış kanunları da böyle bir imtihan için düzenlenmiş gibidir. Çünkü başta bedenimiz kusurlarla, sıkıntılarla, ihtiyaçlarla doludur. Depremler, yangınlar, hastalıklar, korkular, ölümler böyle bir imtihanın varlığını açıkça ispat eder. Çünkü bütün bu olayları yaratan Allah, bunlarla kullarının imanını, sabrını, cehdini ölçer. Eğer böyle bir imtihan olmamış olsaydı acı çeken çektiğiyle, hasta olan olduğuyla, zulme uğrayan da mazlumiyetiyle kalır, sonuçta hakkını alamadan helak olur giderdi. Madem Allah var ve madem Rabbimiz sonsuz Âdildir, o halde bu fiili imtihanların neticesinde kullarına gereken mükafatları da elbette verecektir. Mesela, bu dünyada görmeyen ahirette çok iyi görecek, bu dünyada felçli olan ahirette âdeta uçar gibi yürüyecektir.
İnsanların yeteneklerindeki, özelliklerindeki, şevklerindeki ve çalışmalarındaki benzerlikler-farklılıklar bu dünyanın bir imtihan meydanı olduğunu ortaya koymaktadır. İnsanlar var olduklarından beri adeta yarış halinde gibidir. Başlangıçtan bu yana, klanlardan aşiretlere, beyliklerden devletlere bütün insanlar ve insan toplulukları diğerleriyle bir müsabaka halindedir. Savaşlar, saraylar, ünvanlar, kıyafetler, ahlak kuralları, göçler, silahlar vd. bütün müsabaka araçlarının varlığı bizi haklı kılar. İnsanoğlunun bu varlık müsabakası, ahiretin ve Allah’ın varlığı düşünüldüğünde apaçık bir imtihanın göstergesidir.
İnsanoğlu varolduğundan bu yana “Necisin?”, “Nereden geliyorsun?” ve “Nereye gidiyorsun?” sorularına cevap vermeye çalışmıştır. Eğer bu dünya imtihan meydanı olmazsa, o zaman insan bu soruların hiçbirine cevap veremeyecek demektir. Bu durum da kâinatın her köşesini kuşatmış olan “Sonsuz Hikmete” münâfidir.
Cennet ve cehennemin, yani mükafat ve cezanın varlığını gerektiren bütün ilâhi isimler ve sıfatlar da böyle bir imtihanın varlığını gerektirir. Çünkü mükafat ve ceza varsa, ortada bir imtihan var demektir. Kullar bu imtihanların sonuçlarına göre ya mükafat alacaklar ya da cezaya müstahak olacaklardır.
Rabbimizin bu imtihanın sonucunu zamandan mekandan münezzeh ezelî ilmiyle bilmesi, bu imtihanla O’nun değil, kulların sorgulandığını açıkça gösterir. İmtihan vurgusu ve düzeni kullar içindir:
“Celâlim hakkı için, mallarınız ve canlarınız husûsunda imtihan olunacaksınız ve sizden önce kendilerine kitab verilenlerden (yahudi ve hristiyanlardan) ve şirk koşanlardan şübhesiz birçok ezalar (incitici sözler) işiteceksiniz! Buna rağmen sabreder ve (günahlardan)sakınırsanız, artık şübhesiz ki bu, azmedilecek (kararlı sabra lâyık) işlerdendir.” (Âl-i İmran 186)
İmtihan olunan kullar ise hiçbir şekilde kendi seçimlerine ve yaptıklarına bağlı olan bu sonuçları bu dünyada kesin olarak bilemeyeceklerdir. İşte imtihan da zâten budur. Ancak hesap gününde bu sonuçlar şahitler huzurunda açıklanacaktır. Bu da Allah’ın sonsuz Adaletinin gereğidir. İmtihan edenin sonuçları sonsuz ilmiyle bilmesi ise imtihanın sıhhatini asla bozmaz. Böyle bir bilme, imtihan sorularını cevaplamak demek değildir. Zira imtihan sorularını imtihan olunanlar cevaplamaktadır ve imtihan eden de onların kendi özgür ireadeleriyle verdikleri cevapları bilmektedir. Bu noktada önce bilmekle sonra bilmek arasında bir fark yoktur. Belirleyici olan zaten cevaplanan soruların nasıl cevaplandığını bilmek değil “soruları gerçekte kimin cevapladığıdır!”
EBEDİ CEHENNEM ADİL BİR CEZA MIDIR?
Bu imtihan meydanında Rabbimiz, kullarına kendi varlığını göstermek için kainattaki atomlar adedince işaretler ve deliller koymuştur. Yine kullarını uyarmak için onların dilleriye konuşan Peygamberler ve onların dillerinde indirilmiş ilâhi Kitaplar göndermiştir. Rabbimiz insana akıl, şuûr, mantık, vicdan, ene gibi his, latife ve ölçü aletlerini vererek bu aletler yardımıyla Sonsuz Varlığının bulunmasını istemiştir.
Ancak kimileri başta Allah’ı inkâr ederek, enfüs ve afaktaki bütün âyetleri görmezden gelip, peygamberleri, semâvi kitapları ve maneviyat namına her ne varsa hepsini inkar etmişlerdir. Rabbimiz ise Kur’ân-ı Kerim’de bu zihniyetin ebedî Cehennem azabına uğrayacağını buyurmuştur. Böyle bir durum asla zulüm değil, Rabbimizin adaleti gereğidir.
Zira Allah “sonsuz bir varlıktır” Kendi zihinlerinde “Tanrı Öldü” diyerek Allah’ı (haşa) kesin bir kabulle inkar edenler, kendi zanları ve vehimleri açısından Allah’ın Sonsuz Varlığına karşı su-i kasde teşebbüs etmişlerdir. Allah’ın sonsuz adaletinin gereği olarak onlar, sonsuz ceza göreceklerdir. Çünkü, inkâr ederek öldürdüklerini ve hatta yok ettiklerini vehmettikleri Allah, “Sonsuzdur” Elbette alacakları ceza kendi vehimleriyle işledikleri cinayetin büyüklüğü oranında olacaktır ki, işte bu da adaletin ta kendisidir.
Yine Kur’an’a göre bu inkarcı zihniyet Allah’ı inkar ederek kâinatı oluşturan bütün varlıkların şereflerini ve değerlerini de katletmiş olmaktadır. Çünkü kâinattaki her bir varlığın varlık sahnesine gelişi ve geldikten sonra da varlığını devam ettirişi Allah’ın yaratmasıyladır. Bakın Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati ne güzel anlatır:
“Sene 365 gün hesabıyla, bir dakikada katl, 7 milyon 884 bin dakika hapis iktizası kanun-u adalet iken, bir dakika küfür bin katl hükmünde olduğundan, yirmi sene ömrünü küfürle geçiren ve küfürle ölen bir adam, kanun-u adaletle, 57 trilyon 201 milyar 200 milyon sene, beşerin kanun-u adaletiyle hapse müstehak olur. Elbette ..... adalet-i İlâhî ile veçh-i muvafakati bundan anlaşılıyor.
Birbirinden gayet uzak iki adedin sırr-ı münasebeti şudur ki:
Katl ve küfür, tahrip ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâakal, zâhirî âdete göre, on beş sene maktulün hayatını selb eder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, bin bir esmâ-i İlâhîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemâlâtını inkâr ve hadsiz delâil-i vahdâniyeti tekzip ve şehadetlerini reddetmek olduğundan, kâfiri, bin seneden ziyade esfel-i sâfilîne atar, hâlidîn'de hapseder.” (28. Lem’a)
Bir dakikalık kısa bir sürede işlenen bir suç, dünyanın bazı bölgelerinde idam cezasıyla bile cezalandırılabilmektedir. Rabbimiz ise inkar eden kulunu yine de yok etmemektedir. Rahman sıfatının tecellisiyle kafir de olsa kuluna cehennemde ebedi bir şekilde var olma nimeti vermektedir. Üstelik Rezzak ismi gereği o kulları rızıksız bırakmamaktadır. Ayetler göstermektedir ki, kaynar su, irin, zakkum ağacı gibi o kulların cezasına uygun rızıklar Cehennemde bile vardır.  Yine Sonsuz Adalet gereği her kâfirin Cehennemdeki azabı da aynı derecede değildir. Küfrün türüne ve derecesine göre cehennemde de mertebeler, dereceler vardır. Bu da Rabbimizin Sonsuz Âdil oluşunu, kullarına asla zulmetmediğini ortaya koyar.
Geometride 2 derecelik çok dar bir açıyı oluşturan “ışınlar” bile sonsuz büyüklüktedir. İki doğruyu oluşturan noktalar sonsuza kadar gider. Açı, çok küçük bir açıdır ama açı merkez alınara çizilen 2 doğru sonsuz uzunlukta kabul edilir. İşte küfür de aynen böyledir. 2 derecelik bir açı gibi görünüşte az bir yer kaplar ama ufak da olsa o “imani açıklık” hayatın merkezine alındığı için, insanı Sonsuz Cehenneme götürür. Teşbihte hata olmasın küfür, matematikteki çıkarma ve bölme işlemi gibidir. Sonsuzdan 1 sayısı da çıkarılsa/bölünse, 100 milyar sayısı da çıkarılsa /bölünse sonuç yine Sonsuzdur. Sonsuz Allah hakkında ifade edilen küfür beyanları ve inanışları misaldeki çıkarma ve bölme işlemleri gibidir. Allah’ın varlığını ve kudretini eksiltme niyetiyle yok kabul edilen ne kadar az olursa olsun bu işlem Sonsuza yönelik yapıldığı için elbette bu işlemin cezayi sonucu da sonsuz olacaktır.
Maddeciler yanlış düşünüp kendilerini kandırsalar da insan cesedinden ibaret değildir. İnsanın ölümsüz, bâki bir ciheti vardır ki o da Ruh’tur. İnsan şuûr, akıl, irade, seçme, görme, duyma gibi fiillerin sadece bedendeki beyin, göz gibi karşılıklarını bilebilmektedir. Bütün bu hisler ve duygular tabiri caizse aslında Ruh bedenindeki organlardır. Mesela akleden beyin değil ruhtaki bu gerçek şuûrdur. Gören et parçasından ibaret gözler değil, Ruh’tur. Cehennemde beden de azap görecek ama her defasında beden yenilenecektir. Ruh ise ölümsüzdür, yani ebedîdir. O halde ebedi ruhun sonsuz cinayetinin cezası da kendi cinsinden, kendisine göre yani ebedi olacaktır. Bu da sonsuz adaletin gereğidir.
Allah bildirmediği ve uyarmadığı halde kullarını cehennemle cezalandırmış olsaydı bu zulüm olabilirdi. Rabbimiz ehl-i fetreti, mesela Brezilya’nın, Afrika’nın balta kesmemiş ormanlarında ya da çöllerinde yaşayan kimi kullarını bizler gibi sorumlu tutmayacaktır. Onları, içinde bulundukları kendi şartlarına göre imtihan edecek ve ona göre onlara mükafat ya da ceza verecektir. Veyahut da şartları müsait olan kimilerini hiç sorumlu tutmadan doğrudan mükafatlandıracaktır.
Görüldüğü gibi Rabbimizin sonsuz Adaletinin ahirette de sonsuz yansımaları olacaktır. Ancak Kur’ân’ın vaad ve tehditlerini duyduğu ve hatta iyi bir şekilde bildiği halde yanlışta ısrar edenler de, İlâhi Adalet gereği ahirette bu amellerinin karşılığını göreceklerdir. (OD)

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.