İmanlı sanatın sınırsız ufkunda-1

Sanatın pek çok farklı tanımı yapılmıştır bugüne kadar. Bu çok farklı anlayışlar nedeniyledir ki, modern zamanlarda, bir türlü sonlandırılamayan; sanatın “ne”liğini anlama arayışlarının kapısına mühür vurmak amacıyla “sanat tanımlanamaz” hükmü bile verilmiştir.

Moris Weitz tarafından Wittgenstein’ın görüşlerinden ilhamen geliştirilen Neo-Wittgensteincı görüş, sanatın asla tanımlanamayacağı tezini savunmada baş rol oynar mesela. (1)

Bu tanımsızlık iddiası, modernitenin felsefi arkaplanı olan sekülerizmin, varlıkların anlamlarını katledişi gibi, kavramların anlamlarını yok etmede de ne derece mahir olduğunu gözler önüne sermektedir.

Ya da yapılan sanatın tanımsızlaştırılarak amaçlaştırılması yani ilahlaştırılmasıdır ki, sanat böylece seküler modernizmin mistik ihtiyaçlarına cevap olarak, metafizik değil ama fizikiçi bir gâye cennete dönüştürülmektedir.

Sekülerizmin ürettiği bu Sanatperestlik dinini benimseyenlerin; Sûretperestlik, Şehvetperestlik, Maddeperestlik gibi hastalıklara yakalanması ise elbette olağandır.

Yine bundandır ki Sanatperestlik dininin inanlıları, peygamberleri olarak kabul ettikleri Sanatçıları idolleştirip, her sözleri mutlak doğru ve mutlak yol gösterici tartışılmaz tabular haline getirirler.

Hatta bu anlamsızlaştırıcı bakış açısının sanat yanında bilimin yorumlanışını da ne derece etkilediği, seküler bilimin kâinatı tesadüfen oluşmuş anlamsız madde, dalgalanma ya da enerji yığını olarak tanıtmasından da belli olmaktadır. 

Halbuki sanat da, kâinattaki her şey, her olay ve her olgu gibi anlamlıdır, anlamlı olmalıdır. Çünkü kâinat vardır ve bu hakikat, şeylerin açıklanmasında efrâdını câmi ağyarını mâni tanımların yapılabileceği gerçeğinin en önemli kanıtıdır.

Kâinat ise varlığını, varlığı zorunlu olan sonsuz bir varlığa istinad etmesiyle devam ettirebilir. Mevcudât, onu var eden zorunlu varlığın var etmesiyle var olan ve varlığını devam ettiren itibâri bir varlıktır.

Bu sebepledir ki, “Mâdem o var, herşey var.” diyebilmemiz mümkün olmaktan öte, zorunluluk olmaktadır. Yani şeylerin hakikati, bu gerçeğe istinaden sabit olmaktadır.

Bütün o şeyler/eşyâ varsa, kâinatta var olan o şeyler üzerinde işlenen sanat da tüm soyut özellikleriyle birlikte vardır. Bu sanat daha çok duygulara hitap etse de, onun varlığı konusunda septikler/sofistler/sofestailer dışında herhangi bir ciddi itiraz gelmesi de olası değildir.

Belki de şuurları sanatın tarif edilemeyeceği yanılgısına inandıran sebep, beşerî sanatın taklit ettiği ilâhi eserlerin ulvîliğinden sızan ve ele avuca sığmayan o mücerretlik hâlidir.

Şu bir gerçektir ki, bir hakikat mücerretleştikçe, o hakikatin anlamını sınırlı şuurumuzun avuçlarına sığıştırmakta güçlükler yaşarız.

Elimizi engin bir okyanusa daldırdığımızı varsayarsak eğer, bırakın o okyanusu avuçlarımıza tamamen yerleştirmeyi, avucumuza yerleşen bir miktar suyu bile ihata edip muhafaza etmeyi beceremeyiz.

Ama şunu biliriz ki, sızıp giden onca su damlasına rağmen, okyanusun bütün özelliklerini içinde barındıran bir kaç damla avucumuzun içinde bize gülümsemekte, o engin okyanustaki özelliklerin varlığını ilan/tarif etmektedir.

Görülüyor ki, beşeri sanat yapaydır, yansımadır, daha yüksek bir sanatı bize tanıtır niteliktedir.

Friedrich Schelling’in iddia ettiği gibi beşeri sanat, tabiattaki sanattan elbette üstün olamaz.
Çünkü kâinatın sanatkârı şuursuz, tesadüfe bağlı, cansız bir kör kuvvet değildir. Schelling ise bu hakikatin tam zıddını öngörür.

Zira bizatihi tabiatta görünen ve inkâr edilemeyen sanatın kendisi sanatkârının şuurunu, ilmini, iradesini, kasdını ve sanatlı yaratışını ilan eder. Çünkü sanat, ilmi ve şuuru olan kudretli bir varlığın işidir.

Eğer Picasso’nun bir eserini, Leonarda da Vinci’nin bir portresini ya da Yunus Emre’nin bir şiirini sanat eseri olarak kabul ediyorsak; elbette kar tanelerinin her birini, insan-hayvan suretlerini, tavus kuşunun/kuşların rengârenk tüylerini, çiçeklerin renklerini, güneşin doğuş-batış tablosunu ve sanatlı olarak her ne yaratıldıysa onu; “sanat eseri” olarak kabul etmek zorundayız.

Bilinçsiz hayvanlar da kendilerince işler yapabilirler ama bu şuursuzca yapılanlar için, o yapan “acizlere” nisbeten “sanat eseri” diyemeyiz. Arının balı, ipek böceğinin ipeği, bülbülün şarkısı herhangi bilinçli bir sanat kaygısının ürünü değildir.

Çünkü bu işleri yaptıklarını müşahede ettiğimiz varlıkların bizler gibi “şuurlu” varlıklar olmadıklarını çok iyi biliriz. Ama elbette o yapılanları şuurlu bir sanatkâra nisbet ettiğimizde elbette bal da, ipek de, bülbülün nağmeleri de harika birer sanat eserine dönüşür.

Seküler felsefelerin gözlerini kapayarak Hakiki Sanatkârı kabul etmemeleri, mevcutların sanatlı varlıklarını oluşturmak için bilinçli ve kudretli bir sanatkârın varlığının zorunlu olduğu gerçeğini hiçbir zaman değiştirmez.

Gerçekte beşerin sanatı bir aynadır ve bu aynada görünen yansımalar, bir galat olarak bizatihi Sonsuzun, aslın, hakikatin kendisi olarak tahayyül edilebilmektedir. Bu tahayyül mâna-yı ismiyle kâinata bakmanın bir sonucudur. Halbuki mânâ-yı harfiyle baktığımızda görürüz ki sanatı oluşturan insan dahi, sonsuz bir sanatkârın muhteşem bir sanatıdır.

Dünya dillerinde sanat kavramını karşılamak için kullanılan kelimeler bile beşeri yapaylığı, yani taklitçiliği ele verir niteliktedir.

Mesela Almanca’da “sanat” anlamını ifade eden Kunst kelimesi “Künstliche/yapay” anlamını da içinde barındıran bir sözcüktür. İngilizce art

O halde beşerin sanatı, gölge bir sanattır, daha yüksek bir sanatın yansıması olan bir sanattır. Beşerin kendisi olmasa da, şuuraltı elbette bu gerçeğin farkındadır.

Ama bunun anlaşılması için öncelikle ilâhi sanatın varlığının kabul edilmesi ve kâinattaki bu hakiki sanatın izlerinin görülmesi, ardından da bu sanattan anlaşılması gereken her neyse onun anlaşılması gereklidir.

İşte bunun için “imanlı bir sanat” anlayışına ihtiyacımız var. Bu anlayışa ulaşabilmek içinse, bir mü’min için sanatın ne anlama geldiğini/gelmesi gerektiğini ortaya koymamız gerekiyor.

Evvela şunu anlamalıyız. Sanat, şuurlu ama sınırlı varlık olan insanın sınırsız tahayyül imkanlarının bir ürünüdür. İmanlı sanat, elbette tahayyülün bütün sınırsız imkanlarını kullanmaya adaydır.

Bâtılı tasvir etmemek muhayyile imkanlarını asla sınırlamaz. Bâtılın tasviriyle sanat özgürleşmiş olmadığı gibi, tahayyül imkanlarını da sınırsızca kullanmış olmaz. Bizatihi batılın tasviri sanatı bel altıyla sınırlayan bir imkansızlaştırma hâlidir.

Batı sanatı binlerce yıldır aynı tarzlar üzerinde döne dolaşa bütün imkanlarını tükettiğinden dolayıdır ki, bugün batıda Kübizm, Füturizm gibi soyut sanat anlayışları ortaya çıkıp yaygınlaşmıştır.

Bu sanat türlerinin Non-figüratif ve soyut olan sanat geleneğimizin etkisiyle oluştuğunu söylemek bile mümkündür. Ancak elbette bugün biz “imanlı sanat” kavramıyla sadece “soyut sanatı/geleneksel sanatı” kastetmiyoruz.

Sanatkârın tahayyülü seçtiği konudan ya da türden değil ürettiği eserde kullanabildiği hayal imkanlarından okunur, anlaşılır.

Küçük bir el aynası da okyanus kadar, hatta ondan daha ayrıntılı bir şekilde güneşi yansıtabilir. İmanlı sanat da, kendi ahlâki ve Kur’âni sınırlarını muhafaza ederek, elbette tahayyülatın sonsuzluğunu yansıtabilir.

Sorun sanatın kemiyeti sorunu değil, keyfiyeti sorunudur. Müslüman nefis ya da fenâ için değil, Allah için yaşayan insandır. O halde Müslüman, kendi inancını, kültürünü, medeniyetini özgürce  ve sınırsız tahayyül imkanlarını kullanarak sanatına yansıtacaktır.

Gerçekte “sanat”, kâinattaki sanatlı yaratmalarıyla kendisini gösteren sâni-i hakikiyi anlamak/anlatmak için bir vâhid-i kıyâsi, yani ölçü birimidir.

İmanlı sanatkâr, her sanat türünde ve biçimsel olarak her sanat akımına uygun sanat eserleri oluşturabilme özgürlüğüne sahiptir. Çünkü sanat onun için bir amaç değil, araçtır.

İmanlı sanatkârın uyması gereken tek ölçü ise Bediüzzaman tarafından şöyle ortaya konulmuştur:

“....hüzn-ü Kur'anî veya şevk-i Tenzilî veren âlet, zarar vermez. Eğer hüzn-ü yetîmî veya şevk-i nefsanî verse, âlet haramdır. Değişir eşhasa göre, herkes birbirine benzemez.”

Demek ki imanlı sanatkâr, bu tek ölçüye bağlı kalmak şartıyla her sanat türünde eser verebilir. Yani imanlı sanatkâr, ebru, tezhib gibi geleneksel sanat türlerinden ilham almaya devam etmektedir elbette, ancak sadece bu geleneksel türlerde eser vermek zorunda da değildir.

İmanlı sanatkâr, karikatür, roman, sinema, resim, müzik gibi farklı sanat dallarını da kendi sanatı olarak kabul eder ve süflîleştirilen sanat dallarını ulvileştirmeye, onları imanın hizmetkârı eylemeye mecbur olduğunu bilir.

En önemlisi imanlı sanatkâr, oluşturduğu itibari sanatıyla her dâim Hakiki Sanatkârı gösterir ve her baktığı sanat eserinde Hakiki Sanatkârın yansımalarını görür.

İmanlı sanat, modernizmin tek alternatifiymiş gibi gösterilen ama aslında modernizmi her yönüyle besleyen post modernist anlayışın insanlığın içine düştüğü bunalımlara çare sunamayacağını savunur ve anlatır.

Sonuçta post-modernizm anlayışı da, ufukta yükselen İmanlı Sanat’ın seküler aydınlanmanın ürettiği modernizmi alaşağı etmesini önlemek için oluşturulan tuzak bir alternatifin adıdır.

Yani seküler anlayış, “madem modernizmden bunaldınız o halde gelin bir de bu seküler ürünümüzü deneyin” diye seslenmektedir post-modern sekülerizm yoluyla...

Hâsıl-ı kelam İmanlı Sanat, tahayyül imkanlarını sınırlandırmak şöyle dursun, bâtılı tasvir etme/söyleme çıkmaz sokağına saplanmayı sınırsızlık sananların, dünyevileşmiş muhayyileleriyle asla ihata edemeyecekleri şekilde sonsuzluğu anlatan, hatırlatan, gösteren; bunun için de sanatın bütün imkanlarını kullanmayı ibadet sayan bir sanat üstü sanat türüdür.

(1) http://tr.wikipedia.org/wiki/Sanat (OD)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum